20 Ocak 2014 Pazartesi

ATATÜRK İNKILAPLARI

TÜRK İNKILABININ ÖZELLİKLERİ
Atatürk’e göre inkılap; Türk ulusunu son asırlarda geri bırakan kurumları yıkarak yerine milletin en yüksek medeni gereksinimlerine göre ilerlemesini sağlayacak yeni kurumları koymaktır.
Türk inkılabı;
- Türk ulusunun bağımsızlık, egemenlik ve çağdaşlaşma mücadelesini içeren bir eylem, aydınlanma ve yenilenme hareketidir.
- Kültürel, sosyal ve ekonomik yönleriyle bir bütünlük gösterir.
- Ulusallık ilkesini temel koşul olarak ele almış ve Türk toplumunun ihtiyaçlarından doğmuştur.
- Demokrasi anlayışını benimsemiş, bu nedenle yenilikler şiddete başvurulmadan gerçekleştirilmiştir.
- Başlangıçtan itibaren halka mal edilerek, halkın temsilcilerinin onayı alınarak gerçekleştirilmiştir.
- Dogmatik olmayıp akıl ve bilimi kendisine rehber almış, dolayısıyla laikliği benimsemiştir.
- Osmanlı Devleti’nde yapılan ıslahatlardan farklıdır. Kapsamlı bir değişimi kabul eden Türk inkılabı sadece devletin ve kurumların değil, bunlarla birlikte ferdin ve toplumun geliştirilmesine çalışmıştır.
- Doğu kültürü yerine Batı kültürünü benimsemiş, modern anlayışı kabullenmiş, milli şuuru ve millet ruhunu uyandırmıştır.
- Emperyalist güçlere karşı gelmenin mümkün olduğunu dünyaya kanıtlayarak, tutsak milletlere bağımsızlık yolunu açmış, ayrıca donmuş toplumsal kurumların akılcı bir davranışla değiştirilebileceğini de ortaya koymuştur.
Türk İnkılabının Amaçları
Atatürk siyasal, hukuksal, eğitim, toplumsal ve ekonomik alanlarda inkılaplar yaparak;
- Türkiye’yi çağdaş medeniyetler seviyesinin üzerine çıkarmayı
- Modern Avrupa devletleriyle Türkiye’yi bütünleştirmeyi
- Demokrasiyi ve ulusal egemenliği Türkiye’de yerleştirmeyi
- Türk ulusunun refah seviyesini yükseltmeyi ve her yönden modernleşmesini sağlamayı
amaçlamıştır.

SİYASAL ALANDAKİ İNKILAPLAR

1. Saltanatın Kaldırılması
Saltanatın kaldırılmasında;
- Padişah ve İstanbul Hükümeti’nin zaman zaman İtilaf Devletleri’yle işbirliği yaparak Milli Mücadele’ye düşmanca tavırlar almaları
- İtilaf Devletleri’nin Lozan Barış Konferansı’na TBMM Hükümeti’yle birlikte İstanbul Hükümeti’ni davet ederek temsil sorunu çıkarmak, Türk tarafını bölmek ve bundan siyasal çıkar elde etmek istemeleri
etkili olmuştur.
TBMM, 1 Kasım 1922’de saltanatı halifelikten ayırarak kaldırmıştır. Halifeliğin saltanatla birlikte kaldırılmamasında; ortamın halifeliği kaldırmak için uygun olmaması ve İngilizlerin Vahdettin’in şahsında halifelik makamından faydalanmasının engellenmek istenmesi gibi nedenler etkili olmuştur.
Saltanatın kaldırılmasının sonucunda;
- Siyasal güçle dinsel güç birbirinden ayrılmış, böylece Türkiye’nin laikleşmesi yolunda önemli bir adım atılmıştır.
- TBMM, Osmanlı ailesinden Abdülmecit Efendi’yi halife tayin etmiştir.
- Ulusal egemenliğin gerçekleştirilmesi yolunda önemli bir adım atılmıştır.
- Saltanatın kaldırılmasıyla Türkiye’de devlet başkanlığı sorunu ortaya çıkmıştır. Son Osmanlı padişahı olan VI.Mehmet (Vahdettin) İngilizlere sığınarak ülkeyi terketmiştir.
2. Cumhuriyetin İlan Edilmesi
23 Nisan 1920’de TBMM’nin açılmasıyla Türkiye’de yeni bir devlet kurulmuştu. TBMM, 1921 yılında yaptığı Teşkilat-ı Esasiye Kanunu ile “Egemenliğin ulusa ait olduğu” kararını almış ve 1922’de saltanatı kaldırmıştı. Yeni Türk Devleti’nin başlangıçtan itibaren rejimini açıklamamasında; zamansız rejim tartışmalarına neden olmama, ulusal güçlerin zayıflatılmasını ve parçalanmasını engelleme ve saltanatın birleştirici etkisinden yararlanma gibi nedenler etkili olmuştur.
29 Ekim 1923’te Cumhuriyetin ilan edilmesinde;
- Ulusal egemenliğin gerçekleştirilmek istenmesi
- Saltanatın kaldırılmasından sonra ortaya çıkan devlet başkanlığı sorununun çözümlenmeye çalışılması
- Yeni Türk Devleti’nin rejiminin belirlenmesi ve bu konudaki tartışmaların sona erdirilmesi
- 1923 sonbaharında hükümet bunalımının ortaya çıkması üzerine yeni hükümetin seçilememesi ve yürütme işlerindeki aksaklıkların giderilmek istenmesi
gibi nedenler etkili olmuştur.
Cumhuriyetin ilan edilmesinin sonucunda;
- Yeni Türk Devleti’nin rejimi belirlenmiş ve bu konudaki kargaşa sona ermiştir.
- Mustafa Kemal Paşa’nın Cumhurbaşkanı seçilmesi ile devlet başkanlığı sorunu ortadan kalkmıştır. Böylece iktidar boşluğu sona ermiştir.
- Meclis hükümeti sistemi yerine kabine sistemi getirilerek yürütme işlerinin hızlanması sağlanmıştır.
- Mustafa Kemal Paşa, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk Cumhurbaşkanı seçilmiştir. Cumhurbaşkanı, ilk Cumhuriyet hükümetini kurma görevini İsmet Paşa’ya vermiş, Fethi (Okyar) Bey de TBMM Başkanlığı’na seçilmiştir.
- 1921 Anayasası’nın bazı maddelerinde değişiklikler yapılmıştır. 1921 Anayasası’na Türkiye Devleti’nin hükümet şeklinin Cumhuriyet, dininin İslam, resmi dilinin Türkçe, Cumhurbaşkanı’nın devletin başı olduğu, meclise ve Vekiller Heyeti’ne başkanlık edebileceği, meclisin kendi içerisinden bir kişiyi başkan olarak belirleyeceği ve Ankara’nın Türkiye’nin başkenti olduğu şeklinde ilaveler yapılmıştır.
3. Halifeliğin Kaldırılması
Hz. Muhammed’in vefatından sonra devlet ve hükümet işlerini yürütmek amacıyla seçilen idarecilere “Halife” denilmiştir. Halifeliğin kaldırılmasında;
- Saltanatın kaldırılması ve cumhuriyetin ilanından sonra halifeliğin önemini kaybetmesi ve sembol haline gelmesi
- Devlet başkanı olarak cumhurbaşkanı ile halifenin birlikte bulunmasının sakıncalı olması
- TBMM tarafından halife olarak tayin edilen Abdülmecit Efendi’nin devlet başkanı gibi hareket etmesi
- Halifelik kurumunun laiklik ve cumhuriyet rejimine ters düşmesi
- Saltanatın kaldırılması ve cumhuriyetin ilanından sonra eski rejim taraftarlarının sığınabilecekleri kurum olarak halifeliğin kalması
- Bazı TBMM üyelerinin halifeyi milletin üzerinde görmeye başlayarak, “TBMM halifenin, halife de TBMM’nindir.” şeklinde propaganda yapmaları
- Bazı Hintli Müslümanların halifeliğin güçlendirilmesi dileğini taşıyan mektupların da başkent çevrelerinde ulusal sorunlara dıştan müdahale sayılması
gibi nedenler etkili olmuştur.
3 Mart 1924’te TBMM, halifeliğin kaldırılmasını, Osmanlı hanedanının yurt dışına çıkarılmasını, Şer’iyye ve Efkaf Vekaleti’nin kaldırılmasını, eğitim – öğretimin birleştirilmesini ve Erkan-ı Harbiye Vekaleti’nin kaldırılmasını kararlaştırmıştır.
Halifeliğin kaldırılmasıyla;
- Cumhuriyet rejimi tam anlamıyla gerçekleşmiş, çağdaşlaşmanın önündeki en büyük engel kaldırılmıştır.
- Yeni Türk Devleti’nin ümmetçi bir anlayışı benimsediği, İslam dünyasında birliği sağlama gibi bir iddiasının bulunmadığı açıkça ortaya çıkmıştır.
- Türkiye’nin dış politikası olumlu yönde etkilenmiştir. Sömürgelerinde çok sayıda Müslüman bulunan İngiltere, Fransa ve İtalya Türkiye’nin halifeliğin gücünden yararlanarak halkı kışkırtacağına inanıyordu. Bu nedenle Türkiye’ye karşı çekingen davranan devletlerin şüpheleri halifeliğin kaldırılmasıyla sona ermiş ve Türkiye ile karşılıklı güvene dayanan ilişkiler kurmuşlardır.
- Laikliğe geçişin en önemli aşaması gerçekleştirilmiştir.
- Türkiye’de inkılaplar için elverişli bir ortam hazırlanmıştır.

ÇOK PARTİLİ HAYATA GEÇİŞ DENEMELERİ

1. Türk İnkılabı ve Demokrasi
Halk egemenliğinin geçerli olduğu siyasal rejimlere demokrasi denilmektedir. Bu sistemde halk, kendi temsilcilerini hür iradesi ile seçer. Böylece belli bir yaşa ulaşan vatandaşlar devlet idaresine katılarak ulusal egemenliğin ortaya çıkmasını sağlarlar. Demokrasinin gerçekleşmesi için bağımsızlık, ulusal egemenlik, düşünce özgürlüğü, örgütlenme, seçme ve seçilme haklarının eşit olarak vatandaşlara verilmesi, çoğunluğun kararlarına uyulması ve azınlıkta kalanların haklarının korunması gibi şartlar gereklidir.
Demokrasi çeşitli görüşlere sahip kişilere bir araya gelip teşkilatlanma imkanı tanır. Bu tür teşkilatlanmış gruplara siyasal partiler denir. Demokratik mücadele ancak siyasal partilerle yürütülebilir. Atatürk siyasal partilerin kurulmasını sağlamış ve sağlığında iki defa çok partili hayata geçmek için deneme yapmıştır. Ancak çok partili hayata geçmek için ortamın oluşmaması, inkılapların, modernleşme çalışmalarının ve ulusal egemenliğin engellenme safhasına gelinmesi bu denemelerin sona ermesine neden olmuştur.
2. Cumhuriyet Halk Fırkası
Birinci TBMM’de siyasal partiler yoktu. Bütün milletvekilleri, Misak-ı Milli’yi gerçekleştirmek amacında birleşmişlerdi. 1921 Anayasası’nın hazırlandığı sırada TBMM’de Tesanüt, İstiklal, Islahat ve Müdafaa-i Hukuk gibi gruplar oluşturulmaya başlanmıştı. Mecliste Mustafa Kemal Paşa taraftarları “Birinci Grup”; Mustafa Kemal Paşa karşıtları ise “İkinci Grup” olarak isimlendirilmişti.
Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasından sonra saltanatın kaldırılması ikinci grupta toplananların sayısını biraz daha artırdı. Mustafa Kemal Paşa, inkılapçı kişileri yanında toplayarak yeni seçimlere girdi. Seçimler sonunda Mustafa Kemal Paşa’nın fikirlerini benimseyenler (I.Meclis’teki Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin adayları) II.Meclis’te çoğunluğu sağladılar.
Mustafa Kemal Paşa’ya göre; Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti, Sivas Kongresi’nde belirlenen programı gerçekleştirmişti. Bu nedenle yeni bir teşkilatın kurulması gerekiyordu. Bunun için 9 Eylül 1923’te halkçılık esaslarını kapsayan bir program ile Halk Fırkası kuruldu. Mustafa Kemal Paşa, geçekleştirmeyi planladığı inkılapları parti programına koymuş ve bu partiyi bütün halkın partisi yapmaya çalışmıştır. Halk Fırkası 1924’te Cumhuriyet Halk Fırkası’na, 1935’te de Cumhuriyet Halk Partisi’ne dönüştürülmüştür.
Yeni Türk Devleti’nin ilk siyasal partisi olan Halk Fırkası’na ölümüne kadar Mustafa Kemal Atatürk başkanlık yapmış, bütün inkılaplar bu partiye dayanılarak yapılmış ve halka benimsetilmiştir.
3. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası
kurtuluş Savaşı’ndan sonra saltanatın ve halifeliğin kaldırılması bazı milletvekilleri ve komutanlar arasında görüş ayrılıklarının çıkmasına neden olmuştu. Görüş ayrılıklarının gittikçe artması üzerine Halk Fırkası’ndan ayrılan milletvekilleri ile ordudaki görevlerinden ayrılan milletvekilleri (Kazım Karabekir, Rauf Orbay, Refet Bele, Ali Fuat Cebesoy, Adnan Adıvar) 17 Kasım 1924’te Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı kurdular.
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası üyeleri, Cumhuriyetçilik ilkesini, liberalizmi, demokrasiyi benimsediklerini ve dini inançlara saygılı olduklarını açıklamışlardır. Ancak cumhurbaşkanının aynı zamanda parti başkanı olmasına karşı çıkmış, halka daha fazla özgürlük verilmesini, Cumhuriyet Halk Partisi’nin Meclise baskı yapmamasını istemişlerdir.
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın çatısı altında toplananlar; inkılaplara karşı çıkanlar, eski İttihatçılar, saltanat ve hilafet taraftarı kişilerdi. Mustafa Kemal Paşa; demokrasinin gerçekleşmesini sağlamak için bu komutanların parti kurmasına karşı çıkmamıştır. Ancak, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’na mensup milletvekillerinin konuşmaları eski dönemin yeniden geri gelmesi konusunda bazı beklentilerin doğmasına, karışıklıkların çıkmasına ve ülke bütünlüğünün tehlikeye düşmesine yol açmıştır. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın güçlenmesinden cesaret alan rejim karşıtları Şeyh Sait önderliğinde ayaklanmışlardır.
4. Şeyh Sait İsyanı
Şeyh Sait isyanının çıkmasında;
- İngilizlerin Musul ve Kerkük’teki petrollerini ellerinde tutabilmek amacıyla Şeyh Sait ve taraftarlarını kışkırtarak Türkiye içinde karışıklık çıkarması
- Yenilik hareketlerinin hızlanması üzerine eskiye özlem duyanların inkılaplara karşı çıkmaları
- Hilafet ve saltanat taraftarlarının eski rejime dönmek istemeleri
gibi nedenler etkili olmuştur.
Şeyh Sait isyanının sonucunda;
- Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası isyanda rolü olduğu gerekçesiyle kapatılmıştır (5 Haziran 1925).
- Şeyh Sait isyanı, Türkiye’de çok partili hayata geçiş için ortamın uygun olmadığını ve henüz demokrasinin tam anlamıyla uygulanamayacağını göstermiştir.
- Doğu Anadolu bölgesinde bozulan huzuru sağlamak amacıyla Takrir-i Sükun Kanunu çıkartıldı (4 Mart 1925). Bu kanun 1929 yılına kadar yürürlükte kalmıştır.
- Türkiye Cumhuriyeti yıprandığından dolayı Musul’u kaybetmiştir. Bu durum ülke içinde yaşanan sorunların dış politikayı olumsuz yönde etkilediğini göstermektedir.
5. Serbest Cumhuriyet Fırkası
1925 – 1930 yılları arasında önemli inkılaplar gerçekleştirildi. Ancak mecliste tek partinin bulunması hükümetin denetlenmesini önlüyor, eleştiri olmadığı için yapılan işlerin hesabını sorma imkanı bulunmuyordu.
1929 yılında dünyada başlayan ekonomik buhran Türkiye’yi de etkiledi. Bu durum hükümetin denetlenmesini gerektiriyordu. Atatürk çok partili hayata geçmek için yeni bir deneme daha yaparak ülkenin sorunlarını aşmayı, hükümetleri denetlemeyi ve halkın sorunlarını meclise daha fazla taşımayı amaçlamıştır.
Atatürk, Türkiye’de çok partili hayata geçilmesini sağlamak amacıyla 1930 yılında yakın arkadaşlarından ve eski başbakanlarından Fethi Okyar Bey’den yeni bir parti kurmasını istedi. Ayrıca Cumhuriyet Halk Partisi’ndeki bazı milletvekillerinden bu yeni partiye katılmalarını istedi. Mustafa Kemal Atatürk, Cumhurbaşkanı olarak her iki partinin de üstünde kalacağını bildirdi. Bu gelişmelerden sonra 12 Ağustos 1930’da Fethi Okyar Serbest Cumhuriyet Fırkası’nı kurdu.
Serbest Cumhuriyet Fırkası, ekonomide liberal (özel girişimci) sistemi; ticaretin, sanayinin ve ekonominin devletin denetiminden uzak tutulmasını istemiş, böyle bir politika izlendiğinde devletin ilerleyebileceğini savunmuştur. Yeni parti ekonomik görüşleri yönüyle Cumhuriyet Halk Fırkası’ndan ayrılmıştır.
Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kurucuları Cumhuriyete bağlı ve laik düşünceden yana kişilerdi. Ancak partinin teşkilatlanması aşamasında yerel örgütlerde Cumhuriyete, laikliğe ve inkılaplara karşı olan kişiler görev aldılar. Kötü niyetli bu kişilerin çalışmaları Cumhuriyeti ve inkılapları tehlikeye düşürdü. Durumun kontrolden çıkması üzerine Fethi Bey 17 Aralık 1930’da Serbest Cumhuriyet Fırkası’nı kapattı. Kısa bir süre sonra patlak veren Menemen Olayı Fethi Bey’i haklı çıkarmıştır.
Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kapanması üzerine ülkemizde Cumhuriyetin ilanından sonraki çok partili hayata geçişin ikinci denemesi de başarılı olamadı. Bundan sonra Atatürk döneminde bir daha çok partili hayata geçmek için girişimde bulunulmamıştır.
6. Menemen Olayı (23 Aralık 1930)
Derviş Mehmet adında Menemen’e gelen bir kişi çevresine topladığı kişilerle “din elden gitti, şeriat isteriz” diyerek ayaklandı. Bu ayaklanmayı önlemeye çalışan Asteğmen Kubilay isyancılar tarafından şehit edildi. Olayın haber alınması üzerine Menemen’e gelen askeri birlikler duruma hakim oldular. İsyancılar askeri mahkemelerde yargılanarak cezalandırıldılar.
7. Türkiye’de Çok Partili Hayata Geçilmesi
II.Dünya Savaşı’nı kazanan devletler çoğunlukla demokrasiyle idare edilen devletlerdi. Türkiye’nin bu devletler arasındaki yerini alabilmesi ve Birleşmiş Milletler Teşkilatı’nda söz sahibi olabilmesi için bir an önce çok partili hayata geçmesi gerekiyordu. Bundan dolayı İsmet Paşa ikinci bir partinin kurulmasına izin vermiştir.
Cumhuriyet Halk Partisi’nden ayrılan Celal Bayar, Adnan Menderes, Fuat Köprülü ve Refik Koraltan Demokrat Parti’yi kurdular. 1946 yılında Türkiye’de çok partili hayata geçilmiştir.

HUKUK ALANINDA YAPILAN İNKILAPLAR

Atatürk, Türk ulusunun bağımsız, çağdaş, demokratik ve onurlu bir yaşam sürmesini sağlamak amacıyla hukuk alanında inkılaplar yapmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin hukuk alanında inkılaplar yapmasında;
- Ceza hukukunda eksikliklerin bulunması
- Ekonomi ve ticaret hayatını düzenleyen kanunların yetersiz olması
- Mahkemelerde tek yargıcın (kadı) bulunması
- Kadınlara tanınan hakların kısıtlı olması ve evlenme, boşanma ve miras gibi konularda eşitsizliklerin bulunması
- Ülkede farklı kuralların uygulanması
gibi nedenler etkili olmuştur.
1. Medeni Kanunun Kabulü
Devlet yapısı laikleştirilirken hukuk kuralları içinde laikliğe aykırı olanların atılarak yerine akla uygun olanların alınması zorunluluktu. Hukuk düzeninin temeli medeni hukuktur. Medeni hukuk konusunda Mecelle’nin yetersizliği I.Dünya Savaşı sırasında anlaşılmış ve değişiklik yapılması yoluna gidilmiştir. Ancak savaş yenilgiyle sonuçlandığı için çalışmalar kesilmiştir. 1922’de bu konuda TBMM’de yeniden çalışmalar başlamış, kurulan bir komisyon 1924’te Avrupa devletlerinin medeni kanunlarını inceleyerek İsviçre Medeni Kanunu’nun alınmasına karar vermiştir. İsviçre Medeni Kanunu’nun alınmasında;
- Avrupa’daki medeni kanunların tümünden yararlanılarak hazırlanmış ve en yeni medeni kanun olması
- Aile hukukunun kadın – erkek eşitliğine dayanması
- Demokratik olması
- Akılcı ve pratik çözümler getirmesi
gibi nedenler etkili olmuştur.
TBMM, 17 Şubat 1926’da bazı küçük değişiklikler yaparak Türkçe’ye çevrilen İsviçre Medeni Kanunu’nu bir bütün halinde Türk Medeni Kanunu olarak kabul etmiştir. Medeni Kanun’un kabulüyle;
- Hukuk alanında birlik ve düzen sağlanmıştır.
- T.C. vatandaşları arasında din, mezhep ayrılıkları gözetmeksizin hak ve ödevler bakımından eşitlik sağlanmıştır.
- Mirasta kadın – erkek ayrımını kaldırıp, mirastan eşit olarak faydalanmalarını sağlamıştır. Toplumsal hayatta kadın – erkek eşitliğini getirmiş, Türk kadını, kocasının tek eşi ve çocuklarının öz anası olmak haklarını kazanmıştır.
- Evlilik, devlet kontrolü altına alınarak, resmi nikah zorunluluğu getirilmiştir.
- Türkiye’deki Müslüman olmayan topluluklar, Lozan Antlaşması’nın kendilerine tanıdığı haklardan vazgeçtiklerini ve Türk Medeni Kanunu’na uymak istediklerini bildirdiler. Hükümetçe de bu isteğin kabulü ile Avrupa devletlerinin müdahaleleri ortadan kalkmıştır. Patrikhane ve konsoloslukların mahkeme kurma yetkileri de sona ermiştir.
- Türk kadınlarına istediği mesleği seçme hakları tanınmış, böylece Türk kadınlarının toplumsal ve ekonomik alanlardaki etkinliği artmıştır.
Medeni Kanun’un kabulünden sonra diğer hukuk mevzuatının da laik esaslara göre düzenlenmesi zorunlu hale gelmiştir.
Medeni Kanun’un alındığı İsviçre’den Borçlar Kanunu da alınarak 8 Mayıs 1928’de yürürlüğe girdi. Ticaret Kanunu Almanya’dan alınarak 10 Mayıs 1928’den, İtalya’dan alınan Ceza Kanunu 1 Temmuz 1928’den itibaren uygulanmaya başlamıştır.
2. Kadınlara Siyasal Hakların Verilmesi
Toplumda kadın – erkek eşitliğinin sağlanması cumhuriyet rejiminin hedeflerinden biridir. Medeni Kanun ile verilen haklar, kadınlarla erkekler arasında sosyal ve medeni alanda eşitlik sağladı. Ancak tam bir eşitliğin olması için kadınlara siyasal hakların da verilmesi gerekiyordu.
Atatürk başlangıçta, yurt gezileri sırasında kadının bağlı olduğu geleneklerin kalkması için konuşmalar yaptı. Medeni Kanun’un kabulünden sonra sıra kadınlara siyasal haklar verilmesine geldi.
1930 yılında kabul edilen Belediye Kanunu ile kadınların belediye seçimlerine katılmaları sağlandı. 5 Aralık 1934’te kadınlara milletvekili seçme ve seçilme hakkı tanındı. Böylece, Türk kadını hukuk alanında tam olarak erkeklere eşit oldu. Türk İnkılabı’nın kadınlara siyasal haklar vermesi Atatürk’ün kadınlara verdiği değeri göstermektedir.

EĞİTİM ve KÜLTÜR ALANINDAKİ İNKILAPLAR

Türkiye Cumhuriyeti’nin eğitim ve kültür alanında inkılaplar yapmasında;
- Eğitim ve öğretimdeki çatışmayı ortadan kaldırarak birlik ve beraberliğin sağlanmak istenmesi
- Eğitim ve öğretim faaliyetlerinin çağdaşlaştırılmak ve laikleştirilmek istenmesi
- Eğitimin yaygınlaştırılmasını ve kolaylaştırılmasını sağlayarak her alanda yeterli elemanın yetiştirilmek istenmesi
- Eğitim – öğretimde fırsat eşitliğinin sağlanmak istenmesi
- Türk dilinin ve tarihinin araştırılması
gibi nedenler etkili olmuştur.
1. Tevhid-i Tedrisat Kanunu (Eğitimin Birleştirilmesi)
Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı Devleti zamanındaki eğitim kargaşasına son vererek milli, demokratik, laik ve çağdaş bir toplum oluşturmak amacıyla eğitim alanında yeniliklere önem vermiştir. Bu nedenle Osmanlı eğitim sistemi tasfiye edilerek eğitim kurumlarında yenilikler yapılmıştır.
Eğitim faaliyetlerinin tek elden planlamak ve bu alandaki kargaşayı önlemek amacıyla Tevhid-i Tedrisat Kanunu çıkarılmış ve Türkiye’deki bütün eğitim kurumları Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlanmıştır (3 Mart 1924). Tevhid-i Tedrisat Kanunu’yla;
- Devlet eğitimin her çeşidiyle uğraşmaya başlamış, Milli Eğitim Bakanlığı bütün eğitim ve öğretim işlerinin tek sorumlusu haline gelmiştir.
- Yabancı okulların ders programlarına Türkçe kültür dersleri konulmuş ve bu derslerin Türk öğretmenler tarafından okutulması sağlanmıştır.
- Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile yabancı okulların dini ve siyasi amaçlı öğretimi durdurulmuştur. Bu okulların sınıflarında ve ders kitaplarındaki dini işaret ve semboller kaldırılmış, böylece yabancı ve azınlık okullarının zararlı faaliyetleri engellenmiştir.
- Türkiye’de eğitimin çağdaşlaşması ve laikleşmesi sağlanmıştır.
- Okullarda verilen farklı eğitimden dolayı ortaya çıkan kültür çatışması önlenmiştir.
- Medreseler kaldırılmıştır.
Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nda, medreselerin kapatılması konusunda herhangi bir hüküm yoktur. Ancak medreselerin görevini yapmak ve din görevlileri yetiştirmek amacıyla İlahiyat Fakültesi ile İmam Hatip Okulları açılması medreselerin kapatılmasına ortam hazırlamıştır. Böylece, dini eğitim sisteminden milli eğitime yönelinmiş, eğitim ve öğretim kurumları çağdaş bilimin verilerinden yararlanmaya başlamıştır.
2 Mart 1926’da kabul edilen “Maarif Teşkilatı Hakkında Kanun” ile eğitim hizmetleri düzenlenmiştir. İlköğretimin zorunluluğu ilk kez doğrudan doğruya devlet tarafından ciddi bir şekilde ele alındı. Devletin izni olmadan okul açılamayacağı belirtilerek ilk ve orta öğretimin temel kuralları belirlendi. Çağdaşlığa uygun olmayan dersler programlardan çıkarıldı.
2. Yeni Türk Harflerinin Kabulü
1 Kasım 1928’de daha önce Türkçe’yi yazmak için kullanılan Arap harfleri yerine Latin esasından alınan harfler, Türk dilinin özelliklerini belirten işaretlere de yer vererek, Türk harfleri adıyla 1353 sayılı kanunla TBMM’de oy birliğiyle kabul edilmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin Arap harflerinden vazgeçerek Latin harflerini kabul etmesinde;
- Türkiye’de okuyup yazmayı kolaylaştırarak okur yazar oranının artırılmak istenmesi
- Arap harfleriyle okuyup yazmanın ilmiye sınıfının imtiyazında olması
- Arap harflerinin Türkçe’nin fonetiğine (ses düzeni) uymaması
- Arap harflerinin sağdan sola yazılmasının matbaacılık tekniği ve daktilo klavyeleri açısından dezavantajlarının olması
- Arap ve Fars kültürünün yerine Avrupa uluslarının bilim ve kültürünün benimsenmesi
gibi nedenler etkili olmuştur.
Yeni harfleri öğrenmek amacıyla Millet Mektepleri Talimatnamesi çıkarılmış ve 24 Kasım 1928’de yürürlüğe girmiştir. Mustafa Kemal Atatürk millet mekteplerinin başöğretmenliğini kabul etmiş ve 1 Ocak 1929’dan itibaren bu okullarda 16 – 45 yaş arasındaki vatandaşlara eğitim verilmiştir. 1936 yılına kadar bu okullardan 2.546.051 kişi diploma almıştır. Bu da millet mektepleri sayesinde Türkiye’de okur – yazar oranının arttığını göstermektedir.
Latin harflerinin kabulüyle,
- Batı dünyası ile yakınlaşma yolunda önemli bir adım atılmıştır.
- Çağdaşlaşmada önemli bir engel olan yazı sorunu çözümlenmiştir.
- Okuma yazma oranı sürekli artarken basılan kitap sayısında da büyük artış olmuştur.
- Bilim ve teknolojideki ilerlemeler ve kültür alışverişi hızlanmıştır.
3. Türk Tarih Kurumunun Açılması
Atatürk’ün tarih alanında çalışmalar yaptırmasında;
- Türk tarihinin ilk dönemlerinden itibaren bütün Türk devletlerinin tarihlerinin aydınlatılmak istenmesi
- Türklerin Dünya ve İslam tarihine katkılarının ve ilişkilerde bulundukları uluslar üzerindeki etkilerinin ortaya konulması
- Türklerden önceki Anadolu tarihinin aydınlatılmak istenmesi
- Türklerin sarı ırktan dolayısıyla ikinci sınıf insanlar sayılarak medeni kabiliyet ve istidattan yoksun olduğu yönündeki iddiaların ileri sürülmesi
- Ümmetçi ve hanedancı tarih anlayışından milli tarih anlayışına geçilmek istenmesi
gibi nedenler etkili olmuştur.
Türk tarihi ile ilgili çalışmaların sürekliliğinin sağlanması ve Türk tarihi hakkındaki yanlış bilgilerin düzeltilmesi amacıyla Türk Tarih Kurumu kurulmuştur (15 Nisan 1931).
Türk Tarih Kurumu’nun açılmasından sonra;
- Okullar için dört ciltlik “Genel Tarih” serisi hazırlanmıştır.
- Ümmetçi ve hanedancı tarih anlayışından milli tarih anlayışına geçilmiştir.
- Atatürkçü tarih görüşü, insanlığı geniş bir aile olarak kabul eder. İnsanları ayıran ve bölen savaşlar ile çatışmalar yerine dikkati, insanlığın ortak malı olan kültür ve medeniyet eserlerine çekerek birleştirici rol oynamıştır.
4. Türk Dil Kurumunun Açılması
Dil inkılabıyla;
- Türkçe’nin halk tarafından benimsenmemiş kelime ve kurallardan arındırılması
- Aydınların dili ile halkın dili, yazı dili ile konuşma dili arasındaki açıklığın kapatılmak istenmesi
- Atılan kelimelerin yerine Türkçe’nin kendi kurallarına göre türetilmiş kelimeleri getirerek Türkçe’ye milli bir gelişme yolunun çizilmesi
- Dil üzerine yapılan araştırmalarla Türkçe’nin zenginliğinin ortaya konulması
- Türkçe’nin çağdaş medeniyetin gerektirdiği her türlü ihtiyaçları karşılayabilecek kelime ve kavramlara sahip, yaratıcı, işlek bir dil haline getirilmesi
- Türkçe’nin kendi kaynaklarından türetilen terimlerle bilim dili haline gelmesinin sağlanması
- Türk dilinin öz güzelliğinin ve zenginliğinin ortaya çıkarılması
amaçlanmıştır.
Atatürk’e göre dil bağımsızlığı siyasal bağımsızlığın bir parçasıdır. Atatürk, Türk dilini kendi milli benliğine kavuşturmaya ve kendi milli benliği içinde zenginleştirerek kültür dili haline getirmeye 1932’de Türk Dili Tetkik Cemiyeti’ni (Türk Dil Kurumu) kurarak karar vermiştir. Türk Dil Kurumu açıldıktan sonra;
- 26 Eylül 1932’de Birinci Dil Kurultayı toplanarak dil üzerinde yapılacak çalışmalar planlanmıştır.
- Halk dilindeki sözcükler toplanarak derlemeler yapılmıştır
- Konuşma diliyle yazı ve bilim dili arasındaki ayrılıkların giderilmesinde önemli gelişmeler sağlanmıştır
- Sanat, bilim ve teknoloji alanlarında karşılığı olmayan yeni kavramlar ve terimler bulunmuştur.
5. Eğitimle İlgili Diğer Yenilikler
Atatürk döneminde 1933’te çıkarılan bir kanunla Darülfünun kaldırılarak yerine “İstanbul Üniversitesi” kuruldu. Modern bilime açık olan bu üniversitede Hitler Almanyası’ndan kaçan bilim adamları da görev aldılar. İstanbul’da bir Hukuk Fakültesi açıldı. Ankara’da açılan Dil ve Tarih – Coğrafya Fakültesi (1933), Yüksek Ziraat Enstitüsü (1933) ülkemizde ikinci üniversitenin temelini oluşturdular. Bu arada Devlet Konservatuarı ve Güzel Sanatlar Akademisi açılmıştır.

TOPLUMSAL YAŞAYIŞIN DÜZENLENMESİ

Toplumsal alanda inkılapların yapılmasında;
- Avrupalı uluslarla sağlıklı ve düzenli ilişkilerin kurulmak istenmesi
- Türk ulusunun her yönüyle çağdaşlaştırılması, toplumda birlik ve beraberliğin sağlanması
- Çağın gerisinde kalmış kurum ve örgütlerin yenilenmesi ve Türkiye’nin modernleştirilmek istenmesi
- Sınıfsız, imtiyazsız ve kaynaşmış bir toplumun meydana getirilmek istenmesi
- Uluslar arasında kabul edilen standartların benimsenmesi
gibi nedenler etkili olmuştur.
1. Tekke, Zaviye ve Türbelerin Kapatılması
Atatürk 1925 yılında; bozulmuş, yönetime karşı günün ihtiyaçlarını karşılayamayan kurumları ortadan kaldırma işine girişti. Çağdaş bir toplum olma yolundaki Türk ulusu için tekke ve zaviyelerin kapatılması gerekliydi. Atatürk yaptığı bir konuşmada; “Türkiye Cumhuriyeti; şeyhler, dervişler memleketi olamaz. En doğru, en gerçek tarikat, medeniyet tarikatıdır.” demiştir. Başka bir konuşmasında “Ölülerden medet ummak, çağdaş bir toplum için lekedir.” demiştir.
Atatürk, batıl inanışların yaşatılmasında bir vasıta olarak kullanılan türbelerin istismar edilmesini istememiştir. Halkın bir kısmı dünyaya ait istek ve ihtiyaçlarını adaklar adayarak türbelerden istiyordu. Halk türbelerden adeta müjdeler bekliyor, bu da halkı pozitif düşünceden ve anlayıştan uzaklaştırıyordu. Atatürk, ölülerden medet ummayı medeni bir toplum için uygun bulmamış ve bu doğrultuda hareket eden TBMM, 30 Kasım 1925’te kabul ettiği bir kanunla tekke, zaviye ve türbelerin kapanmasını, türbedarlıkla ilgili bir takım unvanların yasaklanmasını kararlaştırmıştır. Böylece Türk toplumunun çağdaşlaşması ve laikleşmesi yolunda önemli bir adım atılmıştır. Yine aynı kanunla “şeyhlik, dervişlik, dedelik, seyyitlik, çelebilik, muskacılık, falcılık ve türbedarlık” gibi ayrıcalık bildiren unvanlar kaldırılmıştır.
2. Kıyafette Değişiklik
Doğu ve Batı uygarlıklarını dış görünüş bakımından ayıran en önemli özellik kıyafetti. Batıda modern çağla birlikte her ülkenin kendine özgü kıyafetlerinden ayrı olarak ortak bir kıyafet ortaya çıkmıştı. Doğu uygarlıklarında ise, böyle bir değişim süreci yaşanmamıştı.
Osmanlı toplumu din esasına dayalı farklı topluluklardan oluştuğu için bu topluluklardan her birinin kendi geleneklerine göre bir kıyafete sahip olması doğal karşılanıyordu. Bu nedenle Osmanlı Devleti’nde belirli bir kıyafet birliği yoktu.
Atatürk toplumu çağdaşlaştırmak amacıyla fesi kaldırarak bütün uygar ulusların giydiği şapkayı kullanmak istiyordu. Bu amaçla 1925 yılı Ağustos ayında Kastamonu gezisinden sonra ülkede şapka giyenler artmaya, basında bu konuda olumlu yazılar çıkmaya başladı. 25 Kasım 1925’te “Şapka Giyilmesi Hakkında Kanun” çıkarıldı. Bu kanunla fes ve benzeri başlıkların giyilmesi yasaklanarak yerine şapka ve kasket giyilmesi kararlaştırılmıştır.
1934 yılında çıkarılan bir kanunla da hangi din ve mezhebe mensup olursa olsun din adamlarının mabetler ve ayinler haricinde dini kıyafetle dolaşmaları yasaklanmıştır. Sadece Diyanet İşleri Başkanı, Rum ve Ermeni Patrikleri ile Hahambaşı her zaman dini kıyafet giyebileceklerdi. Böylece günlük hayatta laikliğe aykırı görüntüler silinmiştir.
3. Soyadı Kanunu’nun Kabul Edilmesi
Soyadı günlük hayatın vazgeçilmez bir parçasıdır. Özellikle resmi işlerin sağlıklı bir biçimde yürütülmesi soyadı ile mümkündür.
Toplum yaşamındaki bu kargaşaya son vermek için 21 Haziran 1934’te Soyadı Kanunu kabul edildi. Bu kanunla herkesin bir soyadı alması zorunlu tutuldu. Herkes gülünç ve ahlaka aykırı olmamak koşuluyla istediği soyadını seçmekte serbest bırakıldı. Soyadlarının Türkçe olması, rütbe, memurluk, yabancı ırk ve ulus adlarının soyadı olarak kullanılmaması da aynı kanunla kararlaştırılmıştır. TBMM kabul ettiği özel kanunla Mustafa Kemal’e “Atatürk” soyadını vermiştir.
Aynı yıl kabul edilen başka bir kanunla “ağa, hacı, hafız, hoca, molla, efendi, bey, beyefendi, hanım, hanımefendi” gibi toplumsal ayrıcalık ifade eden eski unvanlar kaldırılmıştır. Böylece herkesin kanun önünde eşit olduğu, ayrıcalıklı unvanlar taşıyamayacağı ilkesine paralel uygulamalar gerçekleştirilmiştir. Aynı kanunla Osmanlı Devleti’nden kalma bütün nişan ve rütbeleri taşımak yasaklanmış, üst düzey askeri rütbelerin yeni karşılıkları olarak general ve amiral kelimelerinin kullanılması kararlaştırılmıştır.
4. Takvim, Saat ve Ölçülerde Değişiklik
Osmanlı Devleti ay yılı esaslı Hicri takvimi kullanırken Avrupalılar güneş yılı esasına göre düzenlenen Miladi takvimi kullanıyordu. Uluslararası ilişkilerin yaygınlaştığı Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde bu takvim farklılığı resmi, ekonomik, mali ve ticari ilişkilerde zorluklara ve karışıklıklara yol açıyordu. Osmanlı Devleti bu karışıklığı önlemek için bazı düzenlemeler yapmış, ancak tam başarılı olamamıştı.
Batı toplumlarıyla Osmanlı toplumu arasındaki bir başka farklılık ta saat sistemindeydi. Batıda günü 24 dilime bölen saat sistemi uygulanırken Osmanlı Devleti’nde yaz ve kış güneşin battığı anı 12 olarak kabul eden bir sistem benimsenmişti. Zamanla ülkede alaturka denilen bu saat sisteminin yanında alafranga denilen Batı saati de kullanılmaya başlandı. Bu durum hem devlet içinde hem de devletler arası ilişkilerde zorluklara ve karışıklıklara yol açtı.
TBMM 26 Aralık 1925’te çıkardığı bir kanunla Rumi takvimin yerine bütün Batılı uygar ulusların kullandıkları Miladi takvimin kabul edilmesine, alaturka saat sistemi yerine de 24 saat esasına dayalı uluslararası saat sisteminin kullanılmasına karar vermiştir. Bu yenilikler 1 Ocak 1926’dan itibaren uygulanmaya başlamıştır.
1931 yılında çıkarılan bir kanunla uzunluk ve ağırlık ölçüleri değiştirilerek uzunluk ölçüsü olarak arşın ve endaze yerine metre; ağırlık ölçüsü olarak okka ve çeki yerine kilogram kabul edilmiştir. Böylece hem bölgelere göre değişik değerler gösteren ölçü birimleri standart hale getirilmiş, hem de uluslararası ticari ilişkilerde kolaylık sağlanmıştır.
1935 yılında Cuma günü olan hafta tatili Pazar gününe alındı. Böylece devletler arası ilişkilerde çalışma ve ticaret hayatında tatil günü farklılığının Batı dünyası ile karışıklık ve aksaklık oluşturması giderilmiştir.

EKONOMİK ALANDAKİ GELİŞMELER

1. İzmir İktisat Kongresi
Atatürk Milli Mücadele hareketini teşkilatlandırırken savaşın amacını “tam bağımsızlık” formülü ile anlatmıştı. Tam bağımsızlık olarak da siyaset, ekonomi, askerlik alanlarında serbest hareket etmeyi kastediyordu. Atatürk askeri zaferin bir devleti ve ulusu kurtarmaya yetmediğini, asıl zafere askeri ve siyasi zaferler yanında bilimsel ve ekonomik zaferler elde etmekle ulaşılacağına inanmıştır. Yeni Türk Devleti’nin milli ekonomi ilkelerini belirlemek amacıyla İzmir’de Türkiye İktisat Kongresi’nin toplanması kararlaştırıldı. Atatürk kongreyi açış konuşmasında; “Tam bağımsızlık için şu genel kural var: Milli egemenlik, ekonomik egemenlikle pekiştirilmelidir. Bu kadar büyük gayeler, bu kadar kutsal ve ulu hedefler, yalnız kağıt üzerinde yazılı genel kurallarla, kanun maddeleriyle ve sadece hırs ve isteklerle kazanılamaz. Bunların tamamının gerçekleşmesini sağlayabilmek için tek kuvvet ekonomidir. Siyasi zaferler, ne kadar büyük olursa olsun ekonomik zaferlerle taçlandırılmazlarsa, kazanılacak başarılar yaşayamaz, az zamanda söner.” şeklindeki sözleriyle gerçek kurtuluşun ekonomik bağımsızlığa bağlı olduğunu belirtmiştir.
İzmir İktisat Kongresi’nde alınan kararlardan bazıları şunlardır;
- Anonim şirketlerinin kurulmaları kolaylaştırılacaktır.
- Milli bankalar olacaktır.
- Sanayi teşvik edilecektir.
- Yerli malı kullanılması sağlanacaktır.
- Demiryollarının inşası hükümetçe bir programa bağlanacaktır.
- Teknik eğitim gerçekleştirilecektir.
- Hammaddesi yurt içinde olan endüstri kolları kurulacaktır.
- Küçük imalathanelerden süratle fabrikalara geçilecektir.
- Özel sektör tarafından yapılamayan teşebbüsler devlet tarafından gerçekleştirilecektir.
- Özel teşebbüse kredi sağlayacak bir devlet bankası kurulacaktır.
İzmir İktisat Kongresi’nde kabul edilen kararlar doğrultusunda Türk Devleti ekonominin her alanında hızlı atılımlar yapmıştır.
2. Tarım
Cumhuriyetin ilk yıllarında halkın yüzde 80’e varan bölümü tarım sektöründe çalışıyordu. Ancak ilkel koşullarda yapılan tarımdan elde edilen verim hiç iç açıcı değildi. Köylüler çok zor şartlar altında yaşıyorlardı. Bu yüzden yapılacak ilk iş köylünün durumunu iyileştirmek olmalıydı. Atatürk 1922’de TBMM’de yaptığı bir konuşmada köylü ve tarım sorunlarına değinerek, “Türkiye’nin sahibi ve efendisi kimdir? Bunun cevabını derhal birlikte verelim: Türkiye’nin gerçek sahibi ve efendisi, gerçek üretici olan köylüdür. O halde, herkesten daha çok refah, mutluluk ve servete hak kazanan ve layık olan köylüdür.” demiştir.
Cumhuriyet döneminde tarımı geliştirmek amacıyla yapılan çalışmalar şunlardır:
- Aşar vergisi kaldırılmıştır (17 Şubat 1925). Osmanlı Devleti’nde aşar vergisi ürün üzerinden peşin olarak alınıyordu. Bu vergi zamanla köylüler tarafından ödenemez hale geliyordu. Türkiye Cumhuriyeti genel bütçenin %40’ını oluşturmasına rağmen bu vergiyi kaldırarak köylülerin rahatlamasını sağlamıştır. Nitekim bunun sonucunda kısa sürede tahıl üretimi 4 katına çıkmıştır. Yeni Türk devletinin aşar vergisini kaldırması Halkçı özellik taşıdığını göstermektedir.
- Çiftçiye kredi kolaylığı sağlamak amacıyla Ziraat Bankası güçlendirilmiş ve kredi imkanları artırılmıştır.
- Tarım Kredi Kooperatifleri kuruldu (1929). Bununla çiftçinin ürettiği ürünleri aracısız ve gerçek değeri ile satabilmesi amaçlanmıştır.
- Çiftçilere ucuz tohum sağlanmış ve tohum ıslah istasyonları kurulmuştur.
- Yüksek Ziraat Enstitüleri kuruldu (1933). Bununla tarımın bilimsel verilerle yapılması amaçlanmıştır. Bu çalışmalar sonucunda yurdumuzun her yerinde şeker pancarı, Doğu Karadeniz’de çay, güney bölgelerimizde turunçgiller yetiştirilmeye başlanmıştır.
- Traktör kullanılması teşvik edilerek çiftçiye ucuz alet ve makine dağıtıldı.
3. Ticaret
Osmanlı döneminde Türkler ticaretle uğraşmamışlardı. Kapitülasyonlarla Türk ticaretine egemen olan yabancılar Rum ve Ermeni asıllı Osmanlı vatandaşlarını kullanarak tüm ticaret etkinliğini ellerine geçirmişlerdi. Lozan Antlaşması’yla yabancılara verilen kapitülasyonlar kaldırılmış, azınlıkların çoğu da ülkeyi terk etmişti. Ticaret hayatını ulusal çıkarlarımız doğrultusunda canlandırmak gerekiyordu. Bu amaç doğrultusunda şu çalışmalar yapılmıştır:
- İş sahiplerine kredi sağlanması amacıyla ilk özel bankamız olan İş Bankası kuruldu (1924). Hızla gelişen banka Türk ticaret hayatının vazgeçilmez bir ögesi olmuştur.
- Kabotaj Kanunu kabul edilerek Türk denizlerinde ve limanlarında işletmecilik ve taşımacılık hakkı sadece Türk vatandaşlarına verildi. (1 Temmuz 1926). Böylece milli ekonomi ilkesi doğrultusunda önemli bir adım atılmıştır. Bu kanun Türk denizciliğinin gelişmesine imkan sağlamıştır.
- Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası kuruldu (11 Haziran 1930). 1923 – 1930 yılları arasında Türk ekonomisinin para işlerini düzenleyecek bir Merkez Bankası yoktu. Bu nedenle yabancı bankalar, ihracat bedellerinin ödenmesi sırasında Türk parasının değerini yükseltiyor, ithalat sırasında da düşürüyorlardı. Bu durum Türkiye’de milli sermaye birikimine imkan vermiyordu. Türkiye bu olumsuzluğu gidermek ve para işlerini düzenlemek amacıyla Merkez Bankası’nı kurmuştur.
- Osmanlı Devleti zamanında kapitülasyonlardan yararlanılarak kurulan yabancılara ait çok sayıda ticaret işletmesi Türkiye Cumhuriyeti tarafından satın alınarak millileştirilmiştir.
- İhracatta kalite kontrolüne önem verilerek bozuk mal satımını yasaklayan kanun çıkarılmıştır.
4. Sanayi
Milli ekonomi ilkesinin gereği olarak yerli sanayiyi geliştirmek gerekiyordu. Bu amaçla yapılan çalışmalar şunlardır:
- Osmanlı Devleti’nden Cumhuriyet yönetimine kalan yıpranmış, kaynakları ve sermayesi tükenmiş tesisleri onarmak ve işletmek amacıyla Sanayi ve Maadin Bankası kurulmuştur (1925).
- Özel sektörün sanayi alanındaki yatırımlarını desteklemek amacıyla Teşvik-i Sanayi Kanunu (Sanayiyi Özendirme Kanunu) kabul edilmiştir (28 Mayıs 1927).
Ancak bu kanundan beklenen hedeflere ulaşılamamış, bu kanunun etkisiyle sadece Uşak Şeker Fabrikası açılabilmiştir. Bu durumun başlıca nedenleri;
a. Gelir seviyesinin çok düşük olması
b. Özel sektörün yetersiz olması
c. Teknik bilgi yetersizliği
d. 1929’a kadar sanayinin dışa karşı himaye edilmemesi
e. Özel sektörün Teşvik-i Sanayi Kanunu’na rağmen yapabildiği yatırımların miktar ve çeşit itibariyle yeterli olamaması
f. 1929 dünya ekonomik bunalımının Türk ekonomisini olumsuz etkilemesi
şeklinde sıralanabilir.
- 1929 yılında gümrük tarifeleri yükseltilmiştir. Böylece yerli sanayinin yabancı sanayiye karşı korunması amaçlanmıştır.
- Sanayileşmenin sadece özel girişimle gerçekleştirilemeyeceğini anlayan devlet bu işi doğrudan kendisi üstlenmiştir. Bu amaçla Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı hazırlandı (1933). Bu plana göre öncelikle dokuma, maden, selüloz, seramik ve kimya sektörüne ağırlık verilmiştir.
- Sanayi alanındaki yatırımları desteklemek amacıyla Sümerbank kuruldu (1933). Sanayi planlarının gerçekleşmesinde Sümerbank önemli rol oynamıştır. Kayseri, Ereğli, Nazilli ve Malatya’da dokuma fabrikaları ve Bursa’da Merinos Fabrikası kuruldu. Böylece tekstil sanayi kurulmuştur.
- Selüloz sanayii alanında İzmit’te kağıt, Gemlik’te ipek fabrikası, İstanbul Paşabahçe’de şişe ve cam sanayii, Beykoz’da deri fabrikası kuruldu.
- Madencilik sektörüne destek sağlamak için Etibank ve Maden Teknik Arama Enstitüsü kuruldu. Maden sanayii alanında ilk defa Karabük Demir – Çelik Fabrikası açılmıştır (1939).
- Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı başarıya ulaşmıştır. Bu plan doğrultusunda kurulan fabrikalar dışarıdan alınan malların %50 oranında azalmasını sağlamıştır. Bu fabrikalar yurdun çeşitli bölgelerinde açılarak bölgeler arası denge kurulmaya çalışılmıştır.
- 1938 yılında II. Beş Yıllık Kalkınma Planı yapıldı. Ancak, II.Dünya Savaşı nedeniyle uygulanamamıştır.
UYARI : 1933 – 1939 yılları arası ekonomide devletçilik ilkesinin en yoğun uygulandığı dönem olmuştur.
5. Ulaşım
Karayolları
Osmanlı Devleti’nden kalan yoların yaklaşık uzunluğu 18 bin km idi. Bu yolların büyük bir kısmı bozuktu. Bir yandan bu yollar tamir edilirken diğer yandan yeni yollar yapıldı. 1933’te karayollarının uzunluğu 37 bin km’ye 1948’de 45 bin km’ye ulaşmıştır.
Demiryolları
Osmanlı Devleti’nden kalan demiryollarının uzunluğu 3.350 km kadardı. Bunların büyük çoğunluğu yabancı şirketlerin elindeydi. Demiryolu yapımına öncelik verilerek 1938 yılı sonuna kadar ulusal sermayeye dayanarak 3.360 km demiryolu yapılmıştır. Yabancılara ait demiryolları sarın alınarak millileştirilmiştir.
Denizyolları
Kabotaj Kanunu’ndan sonra Türk gemiciliğini geliştirmek amacıyla yeni gemiler satın alındı. Türk armatörlere kredi kolaylığı sağlanarak özel sektör gemi inşaat ve işletmeciliği teşvik edilmiştir. 1933 – 1939 yılları arasında deniz yolları işletmeciliğinde önemli gelişmeler sağlandı. 1933’te 1220 adet olan gemi sayısı 1939’da 1692’ye ulaşmıştır.
6. Sağlık
Cumhuriyet ilan edilmeden önce ilk kurulan hükümetlerde Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı vardı. 1923’te ülkemizde 950 yataklı devlet hastanesi, 635 yataklı 6 Belediye hastanesi 1450 yataklı 45 özel idare hastanesi vardı. Bakanlık ilk yıllarda koruyucu hekimliğe önem verdi. Çeşitli illerde numune hastaneleri açıldı.
Bulaşıcı hastalıklarla mücadele etmek amacıyla Ankara’da Merkez Hıfzısıhha Enstitüsü kuruldu. İstanbul Üniversitesi’ndeki Tıp Fakültesi’nin yanısıra Ankara’da 1945 yılında yeni bir Tıp Fakültesi açıldı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

YATMA ZAMANI

GEREKLİ OLANLAR: Oyuncak hayvan Oyuncağı içine alacak büyüklükte karton kutu Eski havlu, eski kumaş parçaları, pamuk Çocuğunuz uy...