inkılap tarihi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
inkılap tarihi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Ocak 2014 Pazartesi

ATATÜRKÇÜLÜK ve ATATÜRK İLKELERİ

Türk milletinin bugün ve gelecekte tam bağımsızlığa, huzur ve refaha sahip olması, devlet yönetiminin millet egemenliği esasına dayandırılması, aklın ve bilimin öncülüğünde Türk kültürünün çağdaş uygarlık düzeyi üzerine çıkarılması amacıyla temelleri yine Atatürk tarafından belirtilen devlet hayatına, fikir hayatına ve ekonomik hayata, toplumun temel kurumlarına ilişkin gerçekçi düşüncelere ve ilkelere “Atatürkçülük” denir.
Atatürk İlkelerinin Dayandığı Temel İlkeler
Atatürk ilke ve inkılapları;
- Vatan ve millet sevgisi
- Milli dil ve tarih bilinci
- Milli bağımsızlık ve egemenlik
- Milli kültürün gelişmesi
- Çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkma fikri
- Ordu, okul ve dinin politika dışında tutulması
gibi esaslara dayanır.
1935 yılında toplanan Cumhuriyet Halk Partisi kurultayında kabul edilen “Altı Atatürk İlkesi” 1924 Anayasası’na 5 Şubat 1937’de yapılan değişiklikle girmiştir.
Atatürk’ün Temel İlkeleri
Cumhuriyetçilik
Cumhuriyet bir devlet biçimidir. Cumhuriyette esas olan ilk öge, devlet başkanının belli bir süre için seçilerek iş başına gelmesidir. Bu açıdan cumhuriyet, monarşilerden ayrılır.
Devlet şekli olarak Cumhuriyet; egemenliğin bir kişi veya zümreye değil, toplumun tümüne ait olduğu devlet sistemidir.
Hükümet şekli olarak Cumhuriyet; başta devlet başkanı olmak üzere devletin temel organlarının seçim ilkesine göre kurulmuş olduğu, özellikle bunların oluşmasında veraset ilkesinin rol oynamadığı bir hükümet sistemidir.
Atatürkçü Düşünce Sisteminde Cumhuriyetçilik Kavramı
Atatürk’ün tanımlamasına göre; “Türk ulusunun karakter ve yapısına en uygun idare cumhuriyettir.” Çünkü; Cumhuriyet ulusal egemenlik idealini, devletin vatandaşa karşı hak ve görevlerini en iyi düzenleyen yönetim biçimidir. Atatürk’e göre; “Cumhuriyet rejimi demek, demokrasi sistemiyle devlet şekli demektir.”
Atatürk’ün cumhuriyeti yeni Türk devletinin siyasal rejim olarak seçmesinde;
- Türk ulusunun karakterine ve adetlerine uygun olması
- Cumhuriyetin Türkiye’yi modernleştirme fikirlerine cevap vermesi
- Cumhuriyetin en ileri devlet ve hükümet şekli kabul edilmesi
gibi nedenler etkili olmuştur.
Atatürk, en iyi yönetim şekli olarak gördüğü cumhuriyetin işleyişini şöyle belirtmektedir:
“Cumhuriyette son söz millet tarafından seçilmiş meclistedir. Millet adına her türlü kanunları o yapar. Hükümete güven oyu verir veya düşürür. Millet, vekillerinden memnun olmazsa belirli zamanlar sonunda başkalarını seçer. Millet egemenliğini, devlet idaresine katılmasını ancak, zamanında oyunu kullanmakla sağlar.”
Atatürk’ün Cumhuriyetçilik İlkesinin Özellikleri
- Temel ilke seçimdir.
- Devlet kademelerinde ve diğer kademelerde hayat boyu kalmaya karşıdır; devlet hayatında kişisel otoriteyi kabul etmez.
- Egemenlik kayıtsız şartsız millete aittir.
- Cumhuriyetçilik, anayasamızda “değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez.” şeklinde birinci madde olarak yer almıştır.
- Cumhuriyet yönetiminin en önemli özelliklerinden biri de düşünce serbestliğidir.
- Cumhuriyetçilik ilkesi Atatürk’ün diğer ilkelerinin uygulanmasına ortam hazırlamıştır.
- Cumhuriyet yönetimleri hukuk devleti anlayışını ve güçler ayrılığı ilkesini benimser.
Atatürkçülükte sağlam bir gençlik yetiştirmek, Türkiye Cumhuriyeti’nin parlak geleceğini gerçekleştirmede temel güç kaynağıdır. Bu nedenledir ki Atatürk, “Geçler! Cesaretimizi kuvvetlendiren ve devam ettiren sizsiniz. Siz almakta olduğunuz terbiye ve irfan ile insanlık meziyetinin, vatan sevgisinin, fikir hürriyetinin en kıymetli sembolü olacaksınız... Cumhuriyeti biz kurduk; onu yükseltecek ve devam ettirecek sizsiniz.” sözleriyle Türk gençliğini yüceltmiştir. Bu sözler Atatürk’ün Türk gençliğine güvendiğini ve cumhuriyeti devam ettirmesini istediğini göstermektedir.
Atatürk’ün cumhuriyetçilik ilkesi doğrultusunda;
- TBMM’nin açılması
- 1921 ve 1924 Anayasalarının yapılması
- Saltanatın kaldırılması
- Cumhuriyet’in ilan edilmesi
- Siyasal partilerin kurulması
- Kadınlara seçme ve seçilme haklarının verilmesi
inkılapları yapılmıştır.
Cumhuriyetçilik ilkesi;
- Bütün Türk vatandaşlarının devlet yönetimine eşit şekilde katılmasını sağlamıştır.
- Türk toplumunun gelişmesini ve çağdaşlaşmasını sağlamıştır.
- Demokrasinin kurulmasına ortam hazırlamıştır.
Milliyetçilik
Milliyetçilik, milletin tüm bireyleriyle milli benliğinin bilincine varması, ülke ve millet bütünlüğü içerisinde varlığını sürdürmesi ve yükseltmesi ilkesidir.
Milliyetçiliğin en önemli ögesi millet olmaktır. Atatürk’e göre bir insan topluluğunun millet sayılabilmesi için “Zengin bir hatıra mirasına, birlikte yaşama konusunda samimi olmaya, sahip olunan mirasın korunmasını birlikte sürdürebilmenin ortak amaç olmasına, sevinçte ve üzüntüde beraber olmaya ihtiyaç vardır.”
Atatürk bu koşulları ileri sürerek millet fertleri arasında ortak bir düşünce ve ideal ortaya koymayı amaçlamıştır. Anadolu’daki Türk toplulukları farklı ırklarla yüzlerce yıldan beri kaynaşmışlardı.
Atatürk akılcı bir yaklaşımla Anadolu halkını kaynaştırmak ve herhangi bir ayrılığa meydan vermemek amacıyla Türk milletini ırk ve din esası üzerine oturtmamıştır. Dolayısıyla Atatürk’ün millet anlayışı akılcı akılcı ve insancıldır.
Atatürk’e göre bir milleti, diğer milletlerden ayıran nitelikler vardır. Her millet kendi yetenekleri, kültürü ve olanakları çerçevesinde kendini diğerlerine kabul ettirmek ve mutlu yaşamak zorundadır. İşte bir millet bireylerinin bu biçimdeki davranışları milliyetçiliktir. Türk milliyetçiliğinin amacı, Türk ulusunun her alanda yücelmesi ve yükselmesidir.
Milliyetçilik, milli devletin siyasetinin de milli olmasını gerektirir. Atatürk, milletimizin güçlü, mutlu ve güvenlik içerisinde yaşayabilmesi için milli bir siyasetin izlenmesi gereğini ifade etmiş ve milli siyaseti de “Sınırlarımız içinde herşeyden önce kendi gücümüze dayanarak varlığımızı koruyup milletin ve ülkenin gerçek mutluluğuna ve bayındırlığına çalışmak, ulaşılmayacak emeller peşinde milleti uğraştırmamak ve zarara sokmamak” sözleriyle tanımlamıştır.
Atatürk Milliyetçiliğinin Özellikleri
- Akılcı, çağdaş, medeni, ileriye dönük, demokratik, yüceltici, insani ve barışçıdır.
- Dini, mezhebi, soyu, dili ne olursa olsun kendini Türk hisseden herkesi Türk kabul eder.
- Ayırıcı değil, birleştiricidir. İnanç özgürlüğüne saygılıdır.
- Türk milletinin manevi değerlerine (dil, tarih, kültür) sahip çıkmayı öngörür.
- Eşitlik ilkesine dayanır, ırkçılığa karşıdır ve laiktir.
- Her türlü saldırganlığa ve sömürgeciliğe karşıdır.
- Türk milletinin refahını, zenginliğini, mutluğunu artırmayı ve varlığını yükseltmeyi amaçlar.
Atatürk’ün milliyetçilik ilkesi doğrultusunda;
- TBMM’nin açılması
- İzmir’de İktisat Kongresi’nin toplanması
- Kapitülasyonların kaldırılması
- Kabotaj Kanunu’nun çıkarılması
- Türk Tarih Kurumu’nun kurulması
- Türk Dil Kurumu’nun kurulması
inkılapları yapılmıştır.
Milliyetçilik ilkesi;
- Kurtuluş Savaşı’mızın kazanılmasını sağlamıştır.
- Milletimizin iç ve dış tehditler karşısında bütünleşmesini sağlamıştır.
- Türk toplumunu din, mezhep, ırk ve sınıf kavgalarından koruyarak milli birlik ve beraberliğimizi güçlendirmiştir.
Halkçılık
Bir milleti oluşturan çeşitli mesleklerin ve toplumsal grupların içinde bulunan insanlara halk denir. Bu bakımdan Halkçılık ilkesi hem Cumhuriyetçilik hem de Milliyetçilik ilkesinin doğal sonucudur. Atatürk’e göre millet ile halk tek anlama gelmektedir. Halkçılık, millet içindeki çeşitli insan gruplarının çıkarına ve yararına bir siyaset izlenmesi ve halkın kendi kendisini yönetmesidir. Atatürk, TBMM’nin açılışından itibaren yeni kurulan devletin halk devleti olduğunu bir çok konuşmasında dile getirmiştir.
Halkçılık İlkesinin Özellikleri
- Halkçılık, Atatürk’ün cumhuriyetçilik ve milliyetçilik ilkelerinin doğal sonucudur.
- Halkçılık ulusal egemenlik ilkesine dayanır. Atatürk halkçılık ile demokrasiyi aynı anlamda kullanmıştır. Egemenliğin millete ait olduğu bir devlette, hükümet sisteminin de demokrasi olması gerekir.
- Halkçılık ilkesi halkın herhangi bir sınıf veya zümre tarafından sömürülmesini reddeder. Kamunun yararını kişi ve zümre yararlarının üzerinde tutar. Fertlerin kanun önünde mutlak eşitliğini kabul etmek, hiçbir sınıf ve zümreye ayrıcalık tanımamak halkçılığın ve halkçı olmanın bir gereğidir.
- Atatürk’ün halkçılık anlayışı sosyal adalete, sosyal güvenliğe, toplumun yoksul kesimlerinin korunmasına ve güçlendirilmesine, adaletli gelir dağılımına büyük önem verir.
- Halkçılık ilkesi hem halka hem de devlete ekonomik yükümlülükler getirir. Devlet vatandaşlarının toplumsal dayanışma ve işbölümü içinde çalışmasını sağlayacak önlemler almalıdır. Vatandaş da işbölümünün yapıldığı alanlarda çalışmasını esirgememeli, haksızlığa uğradığı zaman yasal yollarla hakkını aramalı, diğer meslektaşlarıyla birlikte yürüttüğü işbirliğini sürdürmelidir.
Halkçılık ilkesi;
- Halkçılıkla milli egemenlik tam olarak gerçekleşmiş ve demokrasinin yerleşmesine katkıda bulunmuştur.
- Toplumda barış ortamının kurulmasını sağlamıştır.
- Türk toplumunu yönetime katılma, kanunlar önünde eşit olma ve devletin imkanlarından eşit olarak faydalanma olanağına kavuşturmuştur.
- Kalkınmayı hızlandırmış, zayıf bir ekonomik mirastan bugünkü Türkiye’yi çıkarmıştır.
Devletçilik
Devletçilik, Türkiye Cumhuriyeti’nin milli bir ekonomi kurmak, ekonomik kalkınma ve gelişmesini sağlamak amacıyla 1930 yılından itibaren uyguladığı ekonomi politikasını ifade eden bir kavramdır. Ekonomide devletçilik, Türkiye’nin gerçeklerinden kaynaklanmış ve ihtiyaçlarından doğmuştur. 1923’den 1930 yılına kadar geçen dönemde liberal sayılabilecek bir kalkınma politikası izlenmiş, ancak günün şartlarından dolayı bu politikadan beklenen sonuç alınamamıştır. Yeni bir ekonomik model arayan Türkiye devletçilik ilkesini benimsemiştir.
Atatürk’ün Devletçilik İlkesinin Özellikleri
- Devletçilik halkçılığın zorunlu bir sonucudur.
- Atatürkçü devletçilik güçlü ve çağdaş bir devlet meydana getirmeyi amaçlar.
- Cumhuriyetin ilk yıllarında Türk milletinin ve devletinin içinde bulunduğu durumundan dolayı zorunlu olarak ekonomide devletçilik ilkesi uygulanmıştır.
- Atatürk’e göre devletçilik özel teşebbüs hürriyetinin ve piyasa ekonomisinin reddi değildir.
- Devletçilik, planlı ekonomiyi gerekli hale getirmiştir.
Atatürkçü düşünce sisteminde devletin başlıca görevleri şunlardır:
- Adalet ve güvenliği sağlayarak vatandaşlarının haklarını garanti altına almak
- Dış siyaset ve diğer uluslarla olan ilişkileri iyi yöneterek milletin bağımsızlık ve egemenliğini korumak
- Ekonomik alanlarda özel teşebbüs ile devlet arasındaki ilişkileri dengeli olarak yürütmek
- Bayındırlık, eğitim, sağlık, sosyal yardım, sanat ve ticaret işleriyle ilgilenmek
Devletçilik ilkesi;
- Türkiye’de ilk defa planlı ekonomiye geçilmesini sağlamıştır.
- Devlet eliyle önemli yatırımlar gerçekleştirilmesini sağlamıştır.
- Teknik eleman eksikliğinin giderilmesini kolaylaştırmıştır.ekonomik kalkınmada bölgeler arası farklılıkların giderilmesini sağlamıştır.
- Türk çiftçisine ürünlerini en iyi şekilde değerlendirme fırsatı sağlamıştır.
Laiklik
Laiklik din ve devlet işlerini birbirinden ayıran, dinin politik çıkarlara alet edilmesini reddeden; kişilerin din ve vicdan özgürlüğünü tanıyan ve koruyan, akıl ve bilimin egemen olduğu devlet ve toplum düzenini öngören bir ilkedir.
Laiklik ilkesinin kabul edilmesiyle devlet ve toplum hayatı, çağın gelişmelerinin izlenmesini engelleyen zihniyetin egemenliğinden kurtarılmıştır.
Laiklik İlkesinin Özellikleri
- Devlet her türlü dinsel inanç, ayin ve kuruluşlar karşısında tarafsız kalır ve bu dinlere bağlı olanlar arasında ayrım yapamaz.
- Din ve devlet işleri birbirinden ayrılmıştır. Devlet yönetimi din kurallarına göre değil, akıl ve bilimin önderliğinde düzenlenir.
- Devletin resmi dini yoktur. Devletin belli bir dine üstünlük tanıyıp, onun kurallarını bütün vatandaşlara benimsetmeye ve uygulatmaya çalışmaz.
- Kişilerin dinsel inançlarına müdahale edilemez. Hiç kimse dinsel inançların gereklerini yerine getirmeye zorlanamaz.
- Herkes din ve mezhep ayrımı gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.
Atatürk’ün laiklik ilkesi doğrultusunda;
- Saltanatın ve halifeliğin kaldırılması
- Şer’iyye ve Efkaf Vekaleti’nin yerine Diyanet İşleri Başkanlığı ve Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün kurulması
- Eğitim – öğretimin birleştirilmesi
- Tekke, zaviye ve türbelerin kapatılması
- Medeni Kanun’un kabul edilmesi
- 1928’de anayasadan “Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin dini İslam’dır.” maddesinin çıkarılması
- 1937’de laiklik ilkesinin 1924 Anayasası’na girmesi
inkılapları yapılmıştır.
Laiklik ilkesi;
- Bilimsel esasların ve ileri teknolojilerin yaygın ve etkili biçimde kullanılmasını sağlamıştır.
- Dinsel faaliyetlerin cahil, çıkarcı, dini bilmeyen kişilerin elinde bir çıkar aracı olarak kullanılmasını önlemiştir.
- Din ve mezhepler arasındaki ayrıcalıkları ortadan kaldırmış, böylece toplumsal kaynaşmayı sağlamıştır.
- Hukuk birliğinin sağlanmasında etkili olmuştur.
- Yabancı devletlerin azınlıkları bahane ederek içişlerimize karışmasını önlemiştir.
- Toplumsal hayatta dine, kişilerin düşüncelerine saygı ve hoşgörü gösterilmesini sağlamıştır.
- Türkiye’de akıl ve bilime, özgürlüğe dayanan bir toplum ve devlet düzeni kurulmuştur.
- İnanç ve düşünce özgürlüğünü sağlayarak demokrasinin gelişmesini ve yerleşmesini sağlamıştır.
- Türk toplumunun Batılılaşmasını ve çağdaşlaşmasını hızlandırmıştır.
İnkılapçılık
Bir toplumda kısa bir süre içinde köklü değişiklikler, yenilikler yapan olaylara neden olan hareketlere inkılap denir.
Atatürk’ün inkılap anlayışı zamanına göre geri kalmış, eskimiş kurumları kaldırarak yerlerine ilerlemeyi, gelişmeyi kolaylaştıracak ve geliştirecek kurumların konmasını gerektirir. Atatürk “Uygarlık yolunda başarı yenileşmeye bağlıdır. Sosyal hayatta, ekonomik hayatta, bilim ve teknik alanda başarılı olmak için tek gelişme yolu budur.” demiştir.
İnkılapçılık; Türk inkılabının korunması, aklın ve bilimin yol göstericiliğinde çağın gereklerine göre sürekli olarak yenilenmesi ilkesidir.
İnkılapçılık, batılılaşma ve çağdaşlaşma yolunda daima ileriye, çağdaş uygarlığa yönelmektir. İnkılapçılık, sadece inkılapları savunmayı değil, inkılapları geliştirmeyi, çağdaş hayatın gereklerine uydurmayı da içine alır.
Atatürk, inkılapçılık ilkesiyle diğer ilkelerin de canlı kalmasını ve devamını sağlamıştır.
İnkılapçılık ilkesi;
- Türk toplumuna her yönden gelişme ve ilerleme yolunu açmıştır.
- Kişisel egemenliğe son verilerek millet egemenliğinin kurulmasını sağlamıştır.
- Türk Devleti’ni, yeni kurumları ile çağdaş ve dinamik bir yapıya kavuşturmuştur.
Bütünleyici İlkeler
Milli Egemenlik
Milli egemenlik, milletin kendi kendini idare etmesi ve kendisini yönetecek kişileri seçmesidir. Milli egemenlik, Cumhuriyetçiliğin bütünleyicisidir.
Milli Bağımsızlık
Milli egemenlik, içeride millet hakimiyetini ifade ederken, milli bağımsızlık da hür bir şekilde yaşamayı gerektirir. Bağımsızlık, “başka bir devlete veya milletlerarası bir müesseseye bağlı bulunmamak” demektir.
Akılcılık ve Bilimsellik
Türk inkılabının temel özelliği akla ve bilime dayanmasıdır. “Akılcılık” gerçeği arayıp bulmaya yarayan yoldur. “Bilimsellik” ise, devlet ve toplum hayatında bilime yer verme, bilimi değerlendirmedir.
Çağdaşlaşma ve Batılılaşma
Ülkemizde gerçekleşen inkılapların, bir kısmı çağdaşlaşma ve batılılaşmadan doğan inkılaplardır. Din ve devlet işlerinin ayrılması, medreselerin, tekke ve zaviyelerin kapatılması, yeni hukuk sisteminin kabulü, şapka inkılabı, harf inkılabı, Milat takviminin ve pazar tatilinin kabulü, batı kıyafetinin benimsenmesi, Soyadı Kanunu... batılılaşmaya, dolayısıyla çağdaşlaşmaya yönelik olarak yapılmıştır.
İnsan ve İnsanlık Sevgisi
Toplumun temelini oluşturan insan, gerçek değerlerin sahibidir. Türk inkılabı da dayandığı temel ilkelerle hümanist bir karaktere sahiptir.


ATATÜRK DÖNEMİ TÜRK DIŞ POLİTİKASI

1. Atatürk Dönemi’nde Türk Dış Politikasının Temel İlkeleri
Atatürk’ün dış politikasının temel ilkeleri;
- Milli sınırlarımız içinde kalmak ve gerçekleştiremeyeceğimiz emeller peşinde koşmamak
- Yapıcı ve barışçı davranmak
- Bağımsızlığımıza ve sınırlarımıza saygı duyan devletlerle iyi ilişkiler kurmak, diğer devletlerin içişlerine karışmamak ve kendi içişlerimize karışılmasına fırsat vermemek
- Devletlerarası sorunları hukuka dayalı olarak barışçı yollardan çözümlemek
- Ulusun hayatı tehlikede olmadıkça savaşa girmemek
- Milli sınırlarımız içinde herşeyden önce kendi kuvvetimize dayanarak varlığımızı devam ettirmek
- Milli politikayı yürütürken her zaman iç teşkilatı ve kamuoyunu dikkate almak
- Dış politika ve diplomaside bilim ve teknolojiyi yol gösterici olarak kullanmak ve dünyadaki gelişmeleri gözönünde tutmak
şeklinde özetlenebilir. Atatürk “Yurtta sulh, cihanda sulh” vecizesiyle iç ve dış politikada barışı benimsediğini ortaya koymuştur.
Atatürk dönemi dış politikasının temel hedefleri;
- Türkiye Cumhuriyeti’ne milli bir nitelik kazandırma
- Tam bağımsızlığı sağlama
- Barışı koruma
- Türkiye Cumhuriyeti’ni çağdaş bir devlet haline getirme
şeklinde açıklanabilir.
2. 1923 – 1930 Dönemi
Lozan Barış Antlaşması’ndan sonra 1923 – 1930 yılları arasında Türkiye’nin dış politikası Lozan’da geriye kalan pürüzlerin çözümlenmesi ve alınan kararların uygulanmasına yönelik olmuştur.
Musul Meselesi
Musul bölgesindeki zengin petrol yataklarını kaybetmek istemeyen İngiltere, Irak’ta manda rejimi ilan etti. Lozan Konferansı’nda Türkiye – Irak sınırı görüşülürken Türk Heyeti, “halkın çoğunluğunun Türk olması” nedeniyle, Musul ve Süleymaniye bölgelerinin Türkiye sınırları içerisinde kalması gerektiğini öne sürdü. Irak adına mandater devlet olan İngiltere ise, Musul’un Irak sınırları içinde kalması konusunda direndi. Bunun üzerine Türkiye’nin bölgede bir halk oylaması isteği yine İngiltere tarafından reddedilmiştir.
Musul sorunu konferansın çalışmalarını çıkmaz hale getirince, çözümü dokuz ay içince sonuçlandırılmak üzere Türk – İngiliz ikili görüşmelerine bırakıldı. Buna göre, Türkiye – Irak sınırı, dokuz ay içinde iki devlet arasında barışçı yollarla çözülecek, çözülemezse anlaşmazlık Milletler Cemiyeti’ne sunulacaktı.
İkili görüşmeler sonunda çözülemeyen Musul meselesi, Milletler Cemiyeti’ne götürüldü. Konuyu incelemek amacıyla oluşturulan komisyonun önerisiyle Milletler Cemiyeti, Musul’un Irak’a katılması gerektiğini belirtti. Türk kamuoyunca tepkiyle karşılanan bu karara göre, Musul kaybediliyordu. Milletler Cemiyeti’nin bu kararında siyasi sebepler ağır bastı. Çünkü İngiltere, Cemiyetin en güçlü üyesi iken Türkiye, Cemiyete üye bile değildi.
Musul meselesinin tamamen çıkmaza girdiği sırada, Şeyh Sait İsyanı patlak verdi (13 Şubat 1925). Bu isyanın etkisiyle yeni bir askeri harekata girişilemedi.
Türkiye, Milletler Cemiyeti’nin kararına uyarak İngiltere ile Ankara Antlaşması’nı yaptı (5 Haziran 1926). Bu antlaşmayla;
a. Musul ve Kerkük Irak’a bırakılmıştır.
b. Irak Hükümeti, Musul’a karşılık elde edilen petrole konulan verginin % 10’unu 25 yıl süreyle Türkiye’ye vermeyi kabul etmiştir.
c. Hakkari sınırında Türkiye lehinde düzeltme yapılmıştır.
YORUM:
- Ankara Antlaşması’yla Misak-ı Milli sınırları içindeki önemli bir bölge kaybedilmiştir.
- Bu antlaşmanın en önemli eksikliği Musul Türklerinin korunması konusunda esaslı bir önlem getirmemesidir.
- Bu antlaşma ile Türk – İngiliz ilişkilerindeki gerginlik sona ermiştir.
Nüfus Mübadelesi
Türkiye’de kalan Rumlarla, Yunanistan’da kalan Müslüman Türklerin değişimi konusu Lozan’da görüşülerek bir protokol imzalanmıştı. Böylece Türkiye’de kalan Rumlarla, Yunanistan’da kalan Müslüman Türklerin değiştirilmesi kararlaştırılmış, 30 Ekim 1918’den önce, İstanbul Belediyesi sınırları içinde yerleşmiş (etabli) Rumlarla, Batı Trakya Türkleri bu değişimin dışında bırakılmıştı.
Yunanlıların, İstanbul’da daha çok Rum bırakmak istemeleri antlaşmada yer alan “yerleşik (etabli)” deyiminin yorumunda anlaşmazlıklara yol açtı. Anlaşmazlığın çözülmesi amacıyla, Milletler Cemiyeti’ne başvuruldu. Milletler Cemiyeti, meselenin hukuki niteliğinden dolayı Milletlerarası Adalet Divanı’nın görüşünü istedi. Ancak Divan’ın yaptığı yorum da anlaşmazlığı çözümleyemedi.
Bir süre sonra Türk – Yunan ilişkileri gerginleşti. Anlaşmazlık silahlı çatışmaya yol açmadan ortam yumuşatılmış ve 10 Haziran 1930 tarihinde anlaşma yapılmıştır. Bu antlaşma ile, yerleşme tarihlerine ve doğum yerlerine bakılmaksızın İstanbul Rumları ve Batı Trakya Türklerinin hepsi etabli (yerleşik) sayılmıştır.
Yabancı Okullar Sorunu
Lozan Antlaşması’na göre yabancı okullar, Türk kanunlarına ve Türk okullarının bağlı bulundukları yönetmeliklere uyacaklardı. 1925 – 1926 öğretim yılında hükümet yabancı okullarda tarih ve coğrafya derslerinin Türk öğretmenler tarafından okutulması, dini tören ve derslere ancak okulun mensup olduğu dinden öğrencilerin girmesi, ders kitaplarında Türkiye aleyhine yazıların olmaması gibi şartlar bulunan bir yönetmelik çıkardı. Bu durum Fransa ile anlaşmazlıklara neden oldu. Fransa ve Papalık bu meseleye karışmak istedilerse de, Türk Hükümeti bunu bir iç mesele sayarak görüşmeyi reddetmiştir.
“Türkiye’de bizim okullarımızın sahip olmadıkları ayrıcalığa yabancı okulların sahip olması kabul edilmez.” diyen Atatürk, yabancı okulların Türk kanunlarına uymasını istemiştir. Yönetmeliklere uymayan bazı okullar kapatılmış, fakat yabancı okullar meselesi Fransa ile iyi münasebetlerin kurulmasını geciktirmiştir.
3. 1931 – 1939 Dönemi
Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne Girişi (1932)
Milletler Cemiyeti, uluslar arasında barışı sağlamak amacıyla kurulmasına rağmen, bir süre sonra amacından uzaklaştı. İngiltere önderliğindeki büyük devletlerin egemenliği altına girdi. Dünya barışını sağlamaktan daha çok, büyük devletlerin çıkarını korumaya başladı. Türkiye ise bu şartlarda faaliyette bulunan Milletler Cemiyeti’ne güvenmediği için üye olmayı düşünmemiştir. Musul meselesinin çözümlenmesinde Milletler Cemiyeti’nin İngiltere’nin yanında yer alması güvensizliğin artmasına yol açmıştır.
1930’dan sonra milletler arası işbirliğinin önem kazanması, Milletler Cemiyeti’ne ilgiyi artırmıştır. 1932 Temmuzunda İspanya’nın teklifi ve Yunanistan’ın desteğiyle Türkiye Milletler Cemiyeti’ne üye olmuştur (18 Temmuz 1932). Türkiye, Milletler Cemiyeti’ne girdikten iki yıl sonra da konsey üyeliğine seçilmiştir.
Balkan Antantı (1934)
1933’ten sonra Avrupa’da devletler arası ilişkilerde barışı tehdit eden huzursuzluklar ortaya çıktı. Devletler arası silahlanma rekabetini azaltmak amacıyla düzenlenen konferanslar olumlu bir sonuç vermedi. Bu sırada Faşizm, Bolşeviklik ve Demokrasi sistemleri arasında şiddetli mücadeleler başladı. Özellikle İtalya ve Almanya’nın izlediği politikalar, dünya barışını tehdit edecek noktaya ulaştı.
Türkiye, bir taraftan güvenlik tedbirleri alırken, diğer taraftan barışın korunması için çaba gösteriyordu. Bütün bu gelişmeler sonucunda Balkan Antantı imzalandı. Türkiye, Romanya, Yugoslavya ve Yunanistan’ın katılmasıyla Balkan Antantı oluşturuldu (9 Şubat 1934). Balkan Antantı’nı imzalayan devletler sınırlarını karşılıklı olarak garanti ettikleri gibi, birbirlerine danışmadan herhangi bir Balkan devleti ile siyasi antlaşma yapmamayı taahhüt etmişlerdir.
Türkiye, Balkan Antantı ile batı sınırlarında önemli bir işbirliği gerçekleştirmiş oldu. Bu antanta Bulgaristan katılmadı. Çünkü Bulgaristan Neuilly Antlaşması’ndan memnun olmadığı gibi, Balkanlara yayılmayı da hedefliyordu.
Montrö Boğazlar Sözleşmesi (20 Temmuz 1936)
Lozan Konferansı’nda alınan karara göre, “Boğazlardan geçiş serbest olacak, Çanakkale ve İstanbul Boğazlarının her iki kıyısıyla Marmara Denizi’ndeki adalar askerden arındırılacaktı. Bu bölgelerin kontrolü ve güvenliği de Milletler Cemiyeti’nin garantisi altında olacaktı.”
Dünyadaki gelişmeler, Türkiye’nin “Boğazlar” konusunu yeniden gündeme getirmesine neden oldu. Bu dönemde; Japonya’nın Mançurya’ya saldırması karşısında Milletler Cemiyeti hiçbir şey yapmadı. İtalya Habeşistan’ı işgal ettiği gibi, Almanya da Versailles Anlaşması’na aykırı olarak Ren bölgesini silahlandırdı. Lozan Antlaşması’nda Boğazlar Sözleşmesi’ne taraf olan Japonya, Milletler Cemiyeti’nden ayrıldı. Bu gelişmeler, Boğazların statüsünün değişmesini zorunlu hale getirmiştir.
Türkiye’nin ilgili devletlere başvurarak Boğazların statüsünün değiştirilmesini istemesi üzerine, İsviçre’nin Montreux (Montrö) şehrinde bir konferans toplandı. Bu konferansa Türkiye, İngiltere, Fransa, Sovyetler Birliği, Japonya, Yunanistan ve Yugoslavya iştirak etti. Konferans sonunda Montrö Boğazlar Sözleşmesi imzalandı (20 Temmuz 1936). İtalya da iki yıl sonra bu sözleşmeyi tanımıştır.
Montrö Sözleşmesi’ne göre;
1. Lozan Antlaşması’nda kurulmuş olan Boğazlar Komisyonu kaldırılarak bütün yetkileri Türk Devleti’ne devredilmiştir.
2. Lozan Antlaşması ile Boğazların iki yanında askersiz duruma getirilen yerlerde, Türkiye asker bulundurabilecek ve tahkimat yapabilecektir.
3. Ticaret gemilerinin her iki yönde Boğazlardan geçişi serbest bırakılmıştır.
4. Savaş gemilerinin geçişi ise zaman ve ağırlık bakımından sınırlandırılmıştır.
5. Türkiye savaşa girer veya bir savaş tehlikesi ile karşılaşırsa Boğazların istediği gibi açıp kapatabilecektir.
Montrö Boğazlar Sözleşmesi ile;
- Türkiye büyük bir siyasal zafer kazanmıştır.
- Türkiye Cumhuriyeti’nin egemenlik haklarını sınırlayıcı hükümler kaldırılmıştır.
- Türkiye’nin Boğazlarda asker bulundurması ile Doğu Akdeniz’de ve milletler arası dengede önemi artmıştır.
Sadabat Paktı (1937)
Türkiye, İran, Irak ve Afganistan arasında Tahran’daki Sadabat Sarayı’nda dörtlü bir pakt oluşturuldu (8 Temmuz 1937). Bu pakt, İtalya’nın Doğu ülkelerini hedef alan istila politikasından kaynaklanmıştır. Orta Doğu’ya yayılmaya çalışan İtalya’ya karşı, ortak bir savunma sistemi kurmakla yayılmacı politikalara tepki gösterilmiştir.
Sadabat Paktı’na göre dört devlet, “Dostluk ilişkilerini devam ettirecekler, Milletler Cemiyeti’ne bağlı olacaklar ve birbirlerine saldırıda bulunmayacaklardı.” Paktın imzalanmasından sonra İngiltere ve ABD de bu gelişmeden memnuniyet duyduklarını belirtmişlerdir.
Hatay’ın Anavatana Katılması
Milli Mücadele yıllarında 20 Ekim 1921’de Fransa ile Ankara Antlaşması yapılmıştı. Buna göre; İskenderun sancağı, Suriye sınırları içinde kalmıştı. İskenderun özel bir idareye sahip olacak, Türk parası resmi para olarak kullanılacaktı. Halka milli kültürlerini koruma konusunda her türlü kolaylık sağlanacaktı.
Suriye’ye mandater devlet olarak yerleşen Fransa, 1936’da Suriye ve Lübnan’a bağımsızlık verdi. Fransa, İskenderun sancağı üzerindeki yetkilerini Suriye’ye devrederek buradaki Türklerin durumunu gözönüne almadı.
Türkiye, bu gelişmeler üzerine Fransa’ya bir nota vererek İskenderun’un bağımsızlığını tanımasını istedi. Fransa bu teklifi reddetti. Milletler Cemiyeti ise, aldığı kararla, İskenderun’un içişlerinde bağımsız, dışişlerinde Suriye’ye bağımlı olmasını kabul etti. “Hatay” sancağının toprak bütünlüğü, Türkiye ve Fransa’nın garantisi altında olacaktı. Bu anlaşma da uyuşmazlığı sona erdiremedi.
Bu dönemde uluslararası ilişkiler giderek gerginleşmeye başladı. Hitlerin Avusturya’yı ilhakından sonra, Avrupa’da güçler dengesi bozulmaya başladı. Fransa Hatay konusundaki tutumunu yumuşatmak zorunda kaldı. Yapılan seçimler sonunda bağımsız bir devlet olarak Hatay Cumhuriyeti kuruldu (2 Eylül 1938). Hatay Cumhuriyeti ile Türkiye arasında ilişkiler geliştirildi.
23 Haziran 1939’da Fransa ile Türkiye arasındaki bir antlaşma ile Hatay’ın Türkiye’ye katılması kabul edildi. Böylece Atatürk’ün ölümünden sonra Hatay meselesi de Misak-ı Milli doğrultusunda Türkiye’nin lehine çözümlenmiştir.
4. İkinci Dünya Savaşı
Nedenleri
- I.Dünya Savaşı’ndan mağlup çıkan devletlere ekonomik, siyasal, askeri ve hukuki alanlarda ağır şartlar kabul ettirildi. Bu durum Almanya’da hoşnutsuzluğa ve dolayısıyla İkinci Dünya Savaşı’na neden oldu.
- I.Dünya Savaşı’ndan sonra sınırların çizilmesinde milliyetçilik ilkesine dikkat edilmedi. Bu nedenle etnik çalışmalar ve sınır sorunları ortaya çıktı. Bu durum devletler arası ilişkilerin bozulmasında etkili olmuştur.
- İtalya I.Dünya Savaşı’ndan galip çıkmasına rağmen amaçlarına ulaşamadı. İtilaf Devletleri tarafından ikinci sınıf devlet gibi davranılması İtalya’yı saldırgan bir devlet haline getirdi. Yönetimi ele geçiren Mussolini’nin İtalya’yı büyük devlet yapmak istemesi II.Dünya Savaşı’nın nedenlerinden biri oldu.
- I.Dünya Savaşı’nın devletler arasındaki dengeleri altüst etmesi savaştan sonra huzursuzluğu artırdı. Dünya barışını korumak amacıyla kurulan Milletler Cemiyeti’nin İngiltere’nin güdümünden çıkamaması bu örgüte karşı güvensizliğe neden oldu. Dolayısıyla devletler kendi çıkarlarını korumaya kalkınca devletler arası ilişkiler bozulmuştur.
Türkiye’nin Savaştaki Tutumu
II.Dünya Savaşı başlamadan Türkiye gerekli hazırlıkları yapmıştı. Savaş başladığında tarafsız kalan Türkiye her an savaşa girecekmiş gibi hazırlık yaparken savaşın dışında kalabilmek için de dikkatli bir politika izledi. Her iki taraf da Türkiye’yi yanlarına çekmek için baskı yapıyorlardı. Almanya’nın Balkanları işgal ederek Türkiye sınırlarına dayanması Türkiye’de ciddi tedirginlik meydana getirdi. Alman tehdidine karşı sınıra yığınak yapan Türk ordusu teyakkuza geçirilirken siyasi çözüm arayışları hızlandı. Ankara’da yapılan Türk – Alman görüşmeleri neticesinde bir saldırmazlık anlaşması imzalandı. Antlaşma ile Almanya Türkiye’ye saldırmama garantisi verdi. Türkiye de tarafsız kalacağı taahhüdünde bulundu. Saldırmazlık anlaşmasına rağmen Türkiye üzerindeki baskılar devam etti. 1945 yılına kadar devam eden baskılar sonucunda 23 Şubat 1945’te Türkiye; Japonya ile Almanya’ya savaş ilan etti. Bu tarihte savaşın sonucu belliydi. Ayrıca savaş sonrası için hesaplar yapılıyordu. Demokratik Avrupa devletleri ile birlikte hareket etme düşüncesi Türkiye’nin savaşa girmesinde etkili olmuştur.
II.Dünya Savaşı’nın Sonuçları
- Demokrasi – diktatörlük mücadelesi olarak görülen savaşı demokrasiyi savunan devletler kazandılar.
- Almanya ve İtalya’nın yenilmesi ile ırkçı akımlar etkisini kaybetti.
- Sömürgecilik dönemi sona ermeye başladı ve savaştan sonra sömürge altındaki yerlerden pek çoğu bağımsızlıklarını kazandılar (Hindistan, Mısır, Pakistan, Cezayir, Tunus, Libya v.b.)
- Rusya, komünist rejimini Doğu ve Orta Avrupa ile Çin’e taşıdı.
- Rusya ve ABD dünyanın en büyük iki devleti haline geldi.
- Milletler Cemiyeti’nin yerine, Birleşmiş Milletler Teşkilatı kuruldu.
- Almanya, Doğu ve Batı Almanya olmak üzere ikiye bölündü.
- Almanya ve İtalya’nın işgal ettiği Balkan ve Doğu Avrupa ülkeleri, Rusya’nın denetiminde yeniden kuruldular.
- Filistin topraklarında 1948 yılında İsrail Devleti kuruldu.
- Türkiye ile Amerika arasındaki ilişkiler gelişti.

ATATÜRK İNKILAPLARI

TÜRK İNKILABININ ÖZELLİKLERİ
Atatürk’e göre inkılap; Türk ulusunu son asırlarda geri bırakan kurumları yıkarak yerine milletin en yüksek medeni gereksinimlerine göre ilerlemesini sağlayacak yeni kurumları koymaktır.
Türk inkılabı;
- Türk ulusunun bağımsızlık, egemenlik ve çağdaşlaşma mücadelesini içeren bir eylem, aydınlanma ve yenilenme hareketidir.
- Kültürel, sosyal ve ekonomik yönleriyle bir bütünlük gösterir.
- Ulusallık ilkesini temel koşul olarak ele almış ve Türk toplumunun ihtiyaçlarından doğmuştur.
- Demokrasi anlayışını benimsemiş, bu nedenle yenilikler şiddete başvurulmadan gerçekleştirilmiştir.
- Başlangıçtan itibaren halka mal edilerek, halkın temsilcilerinin onayı alınarak gerçekleştirilmiştir.
- Dogmatik olmayıp akıl ve bilimi kendisine rehber almış, dolayısıyla laikliği benimsemiştir.
- Osmanlı Devleti’nde yapılan ıslahatlardan farklıdır. Kapsamlı bir değişimi kabul eden Türk inkılabı sadece devletin ve kurumların değil, bunlarla birlikte ferdin ve toplumun geliştirilmesine çalışmıştır.
- Doğu kültürü yerine Batı kültürünü benimsemiş, modern anlayışı kabullenmiş, milli şuuru ve millet ruhunu uyandırmıştır.
- Emperyalist güçlere karşı gelmenin mümkün olduğunu dünyaya kanıtlayarak, tutsak milletlere bağımsızlık yolunu açmış, ayrıca donmuş toplumsal kurumların akılcı bir davranışla değiştirilebileceğini de ortaya koymuştur.
Türk İnkılabının Amaçları
Atatürk siyasal, hukuksal, eğitim, toplumsal ve ekonomik alanlarda inkılaplar yaparak;
- Türkiye’yi çağdaş medeniyetler seviyesinin üzerine çıkarmayı
- Modern Avrupa devletleriyle Türkiye’yi bütünleştirmeyi
- Demokrasiyi ve ulusal egemenliği Türkiye’de yerleştirmeyi
- Türk ulusunun refah seviyesini yükseltmeyi ve her yönden modernleşmesini sağlamayı
amaçlamıştır.

SİYASAL ALANDAKİ İNKILAPLAR

1. Saltanatın Kaldırılması
Saltanatın kaldırılmasında;
- Padişah ve İstanbul Hükümeti’nin zaman zaman İtilaf Devletleri’yle işbirliği yaparak Milli Mücadele’ye düşmanca tavırlar almaları
- İtilaf Devletleri’nin Lozan Barış Konferansı’na TBMM Hükümeti’yle birlikte İstanbul Hükümeti’ni davet ederek temsil sorunu çıkarmak, Türk tarafını bölmek ve bundan siyasal çıkar elde etmek istemeleri
etkili olmuştur.
TBMM, 1 Kasım 1922’de saltanatı halifelikten ayırarak kaldırmıştır. Halifeliğin saltanatla birlikte kaldırılmamasında; ortamın halifeliği kaldırmak için uygun olmaması ve İngilizlerin Vahdettin’in şahsında halifelik makamından faydalanmasının engellenmek istenmesi gibi nedenler etkili olmuştur.
Saltanatın kaldırılmasının sonucunda;
- Siyasal güçle dinsel güç birbirinden ayrılmış, böylece Türkiye’nin laikleşmesi yolunda önemli bir adım atılmıştır.
- TBMM, Osmanlı ailesinden Abdülmecit Efendi’yi halife tayin etmiştir.
- Ulusal egemenliğin gerçekleştirilmesi yolunda önemli bir adım atılmıştır.
- Saltanatın kaldırılmasıyla Türkiye’de devlet başkanlığı sorunu ortaya çıkmıştır. Son Osmanlı padişahı olan VI.Mehmet (Vahdettin) İngilizlere sığınarak ülkeyi terketmiştir.
2. Cumhuriyetin İlan Edilmesi
23 Nisan 1920’de TBMM’nin açılmasıyla Türkiye’de yeni bir devlet kurulmuştu. TBMM, 1921 yılında yaptığı Teşkilat-ı Esasiye Kanunu ile “Egemenliğin ulusa ait olduğu” kararını almış ve 1922’de saltanatı kaldırmıştı. Yeni Türk Devleti’nin başlangıçtan itibaren rejimini açıklamamasında; zamansız rejim tartışmalarına neden olmama, ulusal güçlerin zayıflatılmasını ve parçalanmasını engelleme ve saltanatın birleştirici etkisinden yararlanma gibi nedenler etkili olmuştur.
29 Ekim 1923’te Cumhuriyetin ilan edilmesinde;
- Ulusal egemenliğin gerçekleştirilmek istenmesi
- Saltanatın kaldırılmasından sonra ortaya çıkan devlet başkanlığı sorununun çözümlenmeye çalışılması
- Yeni Türk Devleti’nin rejiminin belirlenmesi ve bu konudaki tartışmaların sona erdirilmesi
- 1923 sonbaharında hükümet bunalımının ortaya çıkması üzerine yeni hükümetin seçilememesi ve yürütme işlerindeki aksaklıkların giderilmek istenmesi
gibi nedenler etkili olmuştur.
Cumhuriyetin ilan edilmesinin sonucunda;
- Yeni Türk Devleti’nin rejimi belirlenmiş ve bu konudaki kargaşa sona ermiştir.
- Mustafa Kemal Paşa’nın Cumhurbaşkanı seçilmesi ile devlet başkanlığı sorunu ortadan kalkmıştır. Böylece iktidar boşluğu sona ermiştir.
- Meclis hükümeti sistemi yerine kabine sistemi getirilerek yürütme işlerinin hızlanması sağlanmıştır.
- Mustafa Kemal Paşa, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk Cumhurbaşkanı seçilmiştir. Cumhurbaşkanı, ilk Cumhuriyet hükümetini kurma görevini İsmet Paşa’ya vermiş, Fethi (Okyar) Bey de TBMM Başkanlığı’na seçilmiştir.
- 1921 Anayasası’nın bazı maddelerinde değişiklikler yapılmıştır. 1921 Anayasası’na Türkiye Devleti’nin hükümet şeklinin Cumhuriyet, dininin İslam, resmi dilinin Türkçe, Cumhurbaşkanı’nın devletin başı olduğu, meclise ve Vekiller Heyeti’ne başkanlık edebileceği, meclisin kendi içerisinden bir kişiyi başkan olarak belirleyeceği ve Ankara’nın Türkiye’nin başkenti olduğu şeklinde ilaveler yapılmıştır.
3. Halifeliğin Kaldırılması
Hz. Muhammed’in vefatından sonra devlet ve hükümet işlerini yürütmek amacıyla seçilen idarecilere “Halife” denilmiştir. Halifeliğin kaldırılmasında;
- Saltanatın kaldırılması ve cumhuriyetin ilanından sonra halifeliğin önemini kaybetmesi ve sembol haline gelmesi
- Devlet başkanı olarak cumhurbaşkanı ile halifenin birlikte bulunmasının sakıncalı olması
- TBMM tarafından halife olarak tayin edilen Abdülmecit Efendi’nin devlet başkanı gibi hareket etmesi
- Halifelik kurumunun laiklik ve cumhuriyet rejimine ters düşmesi
- Saltanatın kaldırılması ve cumhuriyetin ilanından sonra eski rejim taraftarlarının sığınabilecekleri kurum olarak halifeliğin kalması
- Bazı TBMM üyelerinin halifeyi milletin üzerinde görmeye başlayarak, “TBMM halifenin, halife de TBMM’nindir.” şeklinde propaganda yapmaları
- Bazı Hintli Müslümanların halifeliğin güçlendirilmesi dileğini taşıyan mektupların da başkent çevrelerinde ulusal sorunlara dıştan müdahale sayılması
gibi nedenler etkili olmuştur.
3 Mart 1924’te TBMM, halifeliğin kaldırılmasını, Osmanlı hanedanının yurt dışına çıkarılmasını, Şer’iyye ve Efkaf Vekaleti’nin kaldırılmasını, eğitim – öğretimin birleştirilmesini ve Erkan-ı Harbiye Vekaleti’nin kaldırılmasını kararlaştırmıştır.
Halifeliğin kaldırılmasıyla;
- Cumhuriyet rejimi tam anlamıyla gerçekleşmiş, çağdaşlaşmanın önündeki en büyük engel kaldırılmıştır.
- Yeni Türk Devleti’nin ümmetçi bir anlayışı benimsediği, İslam dünyasında birliği sağlama gibi bir iddiasının bulunmadığı açıkça ortaya çıkmıştır.
- Türkiye’nin dış politikası olumlu yönde etkilenmiştir. Sömürgelerinde çok sayıda Müslüman bulunan İngiltere, Fransa ve İtalya Türkiye’nin halifeliğin gücünden yararlanarak halkı kışkırtacağına inanıyordu. Bu nedenle Türkiye’ye karşı çekingen davranan devletlerin şüpheleri halifeliğin kaldırılmasıyla sona ermiş ve Türkiye ile karşılıklı güvene dayanan ilişkiler kurmuşlardır.
- Laikliğe geçişin en önemli aşaması gerçekleştirilmiştir.
- Türkiye’de inkılaplar için elverişli bir ortam hazırlanmıştır.

ÇOK PARTİLİ HAYATA GEÇİŞ DENEMELERİ

1. Türk İnkılabı ve Demokrasi
Halk egemenliğinin geçerli olduğu siyasal rejimlere demokrasi denilmektedir. Bu sistemde halk, kendi temsilcilerini hür iradesi ile seçer. Böylece belli bir yaşa ulaşan vatandaşlar devlet idaresine katılarak ulusal egemenliğin ortaya çıkmasını sağlarlar. Demokrasinin gerçekleşmesi için bağımsızlık, ulusal egemenlik, düşünce özgürlüğü, örgütlenme, seçme ve seçilme haklarının eşit olarak vatandaşlara verilmesi, çoğunluğun kararlarına uyulması ve azınlıkta kalanların haklarının korunması gibi şartlar gereklidir.
Demokrasi çeşitli görüşlere sahip kişilere bir araya gelip teşkilatlanma imkanı tanır. Bu tür teşkilatlanmış gruplara siyasal partiler denir. Demokratik mücadele ancak siyasal partilerle yürütülebilir. Atatürk siyasal partilerin kurulmasını sağlamış ve sağlığında iki defa çok partili hayata geçmek için deneme yapmıştır. Ancak çok partili hayata geçmek için ortamın oluşmaması, inkılapların, modernleşme çalışmalarının ve ulusal egemenliğin engellenme safhasına gelinmesi bu denemelerin sona ermesine neden olmuştur.
2. Cumhuriyet Halk Fırkası
Birinci TBMM’de siyasal partiler yoktu. Bütün milletvekilleri, Misak-ı Milli’yi gerçekleştirmek amacında birleşmişlerdi. 1921 Anayasası’nın hazırlandığı sırada TBMM’de Tesanüt, İstiklal, Islahat ve Müdafaa-i Hukuk gibi gruplar oluşturulmaya başlanmıştı. Mecliste Mustafa Kemal Paşa taraftarları “Birinci Grup”; Mustafa Kemal Paşa karşıtları ise “İkinci Grup” olarak isimlendirilmişti.
Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasından sonra saltanatın kaldırılması ikinci grupta toplananların sayısını biraz daha artırdı. Mustafa Kemal Paşa, inkılapçı kişileri yanında toplayarak yeni seçimlere girdi. Seçimler sonunda Mustafa Kemal Paşa’nın fikirlerini benimseyenler (I.Meclis’teki Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin adayları) II.Meclis’te çoğunluğu sağladılar.
Mustafa Kemal Paşa’ya göre; Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti, Sivas Kongresi’nde belirlenen programı gerçekleştirmişti. Bu nedenle yeni bir teşkilatın kurulması gerekiyordu. Bunun için 9 Eylül 1923’te halkçılık esaslarını kapsayan bir program ile Halk Fırkası kuruldu. Mustafa Kemal Paşa, geçekleştirmeyi planladığı inkılapları parti programına koymuş ve bu partiyi bütün halkın partisi yapmaya çalışmıştır. Halk Fırkası 1924’te Cumhuriyet Halk Fırkası’na, 1935’te de Cumhuriyet Halk Partisi’ne dönüştürülmüştür.
Yeni Türk Devleti’nin ilk siyasal partisi olan Halk Fırkası’na ölümüne kadar Mustafa Kemal Atatürk başkanlık yapmış, bütün inkılaplar bu partiye dayanılarak yapılmış ve halka benimsetilmiştir.
3. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası
kurtuluş Savaşı’ndan sonra saltanatın ve halifeliğin kaldırılması bazı milletvekilleri ve komutanlar arasında görüş ayrılıklarının çıkmasına neden olmuştu. Görüş ayrılıklarının gittikçe artması üzerine Halk Fırkası’ndan ayrılan milletvekilleri ile ordudaki görevlerinden ayrılan milletvekilleri (Kazım Karabekir, Rauf Orbay, Refet Bele, Ali Fuat Cebesoy, Adnan Adıvar) 17 Kasım 1924’te Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı kurdular.
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası üyeleri, Cumhuriyetçilik ilkesini, liberalizmi, demokrasiyi benimsediklerini ve dini inançlara saygılı olduklarını açıklamışlardır. Ancak cumhurbaşkanının aynı zamanda parti başkanı olmasına karşı çıkmış, halka daha fazla özgürlük verilmesini, Cumhuriyet Halk Partisi’nin Meclise baskı yapmamasını istemişlerdir.
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın çatısı altında toplananlar; inkılaplara karşı çıkanlar, eski İttihatçılar, saltanat ve hilafet taraftarı kişilerdi. Mustafa Kemal Paşa; demokrasinin gerçekleşmesini sağlamak için bu komutanların parti kurmasına karşı çıkmamıştır. Ancak, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’na mensup milletvekillerinin konuşmaları eski dönemin yeniden geri gelmesi konusunda bazı beklentilerin doğmasına, karışıklıkların çıkmasına ve ülke bütünlüğünün tehlikeye düşmesine yol açmıştır. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın güçlenmesinden cesaret alan rejim karşıtları Şeyh Sait önderliğinde ayaklanmışlardır.
4. Şeyh Sait İsyanı
Şeyh Sait isyanının çıkmasında;
- İngilizlerin Musul ve Kerkük’teki petrollerini ellerinde tutabilmek amacıyla Şeyh Sait ve taraftarlarını kışkırtarak Türkiye içinde karışıklık çıkarması
- Yenilik hareketlerinin hızlanması üzerine eskiye özlem duyanların inkılaplara karşı çıkmaları
- Hilafet ve saltanat taraftarlarının eski rejime dönmek istemeleri
gibi nedenler etkili olmuştur.
Şeyh Sait isyanının sonucunda;
- Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası isyanda rolü olduğu gerekçesiyle kapatılmıştır (5 Haziran 1925).
- Şeyh Sait isyanı, Türkiye’de çok partili hayata geçiş için ortamın uygun olmadığını ve henüz demokrasinin tam anlamıyla uygulanamayacağını göstermiştir.
- Doğu Anadolu bölgesinde bozulan huzuru sağlamak amacıyla Takrir-i Sükun Kanunu çıkartıldı (4 Mart 1925). Bu kanun 1929 yılına kadar yürürlükte kalmıştır.
- Türkiye Cumhuriyeti yıprandığından dolayı Musul’u kaybetmiştir. Bu durum ülke içinde yaşanan sorunların dış politikayı olumsuz yönde etkilediğini göstermektedir.
5. Serbest Cumhuriyet Fırkası
1925 – 1930 yılları arasında önemli inkılaplar gerçekleştirildi. Ancak mecliste tek partinin bulunması hükümetin denetlenmesini önlüyor, eleştiri olmadığı için yapılan işlerin hesabını sorma imkanı bulunmuyordu.
1929 yılında dünyada başlayan ekonomik buhran Türkiye’yi de etkiledi. Bu durum hükümetin denetlenmesini gerektiriyordu. Atatürk çok partili hayata geçmek için yeni bir deneme daha yaparak ülkenin sorunlarını aşmayı, hükümetleri denetlemeyi ve halkın sorunlarını meclise daha fazla taşımayı amaçlamıştır.
Atatürk, Türkiye’de çok partili hayata geçilmesini sağlamak amacıyla 1930 yılında yakın arkadaşlarından ve eski başbakanlarından Fethi Okyar Bey’den yeni bir parti kurmasını istedi. Ayrıca Cumhuriyet Halk Partisi’ndeki bazı milletvekillerinden bu yeni partiye katılmalarını istedi. Mustafa Kemal Atatürk, Cumhurbaşkanı olarak her iki partinin de üstünde kalacağını bildirdi. Bu gelişmelerden sonra 12 Ağustos 1930’da Fethi Okyar Serbest Cumhuriyet Fırkası’nı kurdu.
Serbest Cumhuriyet Fırkası, ekonomide liberal (özel girişimci) sistemi; ticaretin, sanayinin ve ekonominin devletin denetiminden uzak tutulmasını istemiş, böyle bir politika izlendiğinde devletin ilerleyebileceğini savunmuştur. Yeni parti ekonomik görüşleri yönüyle Cumhuriyet Halk Fırkası’ndan ayrılmıştır.
Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kurucuları Cumhuriyete bağlı ve laik düşünceden yana kişilerdi. Ancak partinin teşkilatlanması aşamasında yerel örgütlerde Cumhuriyete, laikliğe ve inkılaplara karşı olan kişiler görev aldılar. Kötü niyetli bu kişilerin çalışmaları Cumhuriyeti ve inkılapları tehlikeye düşürdü. Durumun kontrolden çıkması üzerine Fethi Bey 17 Aralık 1930’da Serbest Cumhuriyet Fırkası’nı kapattı. Kısa bir süre sonra patlak veren Menemen Olayı Fethi Bey’i haklı çıkarmıştır.
Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kapanması üzerine ülkemizde Cumhuriyetin ilanından sonraki çok partili hayata geçişin ikinci denemesi de başarılı olamadı. Bundan sonra Atatürk döneminde bir daha çok partili hayata geçmek için girişimde bulunulmamıştır.
6. Menemen Olayı (23 Aralık 1930)
Derviş Mehmet adında Menemen’e gelen bir kişi çevresine topladığı kişilerle “din elden gitti, şeriat isteriz” diyerek ayaklandı. Bu ayaklanmayı önlemeye çalışan Asteğmen Kubilay isyancılar tarafından şehit edildi. Olayın haber alınması üzerine Menemen’e gelen askeri birlikler duruma hakim oldular. İsyancılar askeri mahkemelerde yargılanarak cezalandırıldılar.
7. Türkiye’de Çok Partili Hayata Geçilmesi
II.Dünya Savaşı’nı kazanan devletler çoğunlukla demokrasiyle idare edilen devletlerdi. Türkiye’nin bu devletler arasındaki yerini alabilmesi ve Birleşmiş Milletler Teşkilatı’nda söz sahibi olabilmesi için bir an önce çok partili hayata geçmesi gerekiyordu. Bundan dolayı İsmet Paşa ikinci bir partinin kurulmasına izin vermiştir.
Cumhuriyet Halk Partisi’nden ayrılan Celal Bayar, Adnan Menderes, Fuat Köprülü ve Refik Koraltan Demokrat Parti’yi kurdular. 1946 yılında Türkiye’de çok partili hayata geçilmiştir.

HUKUK ALANINDA YAPILAN İNKILAPLAR

Atatürk, Türk ulusunun bağımsız, çağdaş, demokratik ve onurlu bir yaşam sürmesini sağlamak amacıyla hukuk alanında inkılaplar yapmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin hukuk alanında inkılaplar yapmasında;
- Ceza hukukunda eksikliklerin bulunması
- Ekonomi ve ticaret hayatını düzenleyen kanunların yetersiz olması
- Mahkemelerde tek yargıcın (kadı) bulunması
- Kadınlara tanınan hakların kısıtlı olması ve evlenme, boşanma ve miras gibi konularda eşitsizliklerin bulunması
- Ülkede farklı kuralların uygulanması
gibi nedenler etkili olmuştur.
1. Medeni Kanunun Kabulü
Devlet yapısı laikleştirilirken hukuk kuralları içinde laikliğe aykırı olanların atılarak yerine akla uygun olanların alınması zorunluluktu. Hukuk düzeninin temeli medeni hukuktur. Medeni hukuk konusunda Mecelle’nin yetersizliği I.Dünya Savaşı sırasında anlaşılmış ve değişiklik yapılması yoluna gidilmiştir. Ancak savaş yenilgiyle sonuçlandığı için çalışmalar kesilmiştir. 1922’de bu konuda TBMM’de yeniden çalışmalar başlamış, kurulan bir komisyon 1924’te Avrupa devletlerinin medeni kanunlarını inceleyerek İsviçre Medeni Kanunu’nun alınmasına karar vermiştir. İsviçre Medeni Kanunu’nun alınmasında;
- Avrupa’daki medeni kanunların tümünden yararlanılarak hazırlanmış ve en yeni medeni kanun olması
- Aile hukukunun kadın – erkek eşitliğine dayanması
- Demokratik olması
- Akılcı ve pratik çözümler getirmesi
gibi nedenler etkili olmuştur.
TBMM, 17 Şubat 1926’da bazı küçük değişiklikler yaparak Türkçe’ye çevrilen İsviçre Medeni Kanunu’nu bir bütün halinde Türk Medeni Kanunu olarak kabul etmiştir. Medeni Kanun’un kabulüyle;
- Hukuk alanında birlik ve düzen sağlanmıştır.
- T.C. vatandaşları arasında din, mezhep ayrılıkları gözetmeksizin hak ve ödevler bakımından eşitlik sağlanmıştır.
- Mirasta kadın – erkek ayrımını kaldırıp, mirastan eşit olarak faydalanmalarını sağlamıştır. Toplumsal hayatta kadın – erkek eşitliğini getirmiş, Türk kadını, kocasının tek eşi ve çocuklarının öz anası olmak haklarını kazanmıştır.
- Evlilik, devlet kontrolü altına alınarak, resmi nikah zorunluluğu getirilmiştir.
- Türkiye’deki Müslüman olmayan topluluklar, Lozan Antlaşması’nın kendilerine tanıdığı haklardan vazgeçtiklerini ve Türk Medeni Kanunu’na uymak istediklerini bildirdiler. Hükümetçe de bu isteğin kabulü ile Avrupa devletlerinin müdahaleleri ortadan kalkmıştır. Patrikhane ve konsoloslukların mahkeme kurma yetkileri de sona ermiştir.
- Türk kadınlarına istediği mesleği seçme hakları tanınmış, böylece Türk kadınlarının toplumsal ve ekonomik alanlardaki etkinliği artmıştır.
Medeni Kanun’un kabulünden sonra diğer hukuk mevzuatının da laik esaslara göre düzenlenmesi zorunlu hale gelmiştir.
Medeni Kanun’un alındığı İsviçre’den Borçlar Kanunu da alınarak 8 Mayıs 1928’de yürürlüğe girdi. Ticaret Kanunu Almanya’dan alınarak 10 Mayıs 1928’den, İtalya’dan alınan Ceza Kanunu 1 Temmuz 1928’den itibaren uygulanmaya başlamıştır.
2. Kadınlara Siyasal Hakların Verilmesi
Toplumda kadın – erkek eşitliğinin sağlanması cumhuriyet rejiminin hedeflerinden biridir. Medeni Kanun ile verilen haklar, kadınlarla erkekler arasında sosyal ve medeni alanda eşitlik sağladı. Ancak tam bir eşitliğin olması için kadınlara siyasal hakların da verilmesi gerekiyordu.
Atatürk başlangıçta, yurt gezileri sırasında kadının bağlı olduğu geleneklerin kalkması için konuşmalar yaptı. Medeni Kanun’un kabulünden sonra sıra kadınlara siyasal haklar verilmesine geldi.
1930 yılında kabul edilen Belediye Kanunu ile kadınların belediye seçimlerine katılmaları sağlandı. 5 Aralık 1934’te kadınlara milletvekili seçme ve seçilme hakkı tanındı. Böylece, Türk kadını hukuk alanında tam olarak erkeklere eşit oldu. Türk İnkılabı’nın kadınlara siyasal haklar vermesi Atatürk’ün kadınlara verdiği değeri göstermektedir.

EĞİTİM ve KÜLTÜR ALANINDAKİ İNKILAPLAR

Türkiye Cumhuriyeti’nin eğitim ve kültür alanında inkılaplar yapmasında;
- Eğitim ve öğretimdeki çatışmayı ortadan kaldırarak birlik ve beraberliğin sağlanmak istenmesi
- Eğitim ve öğretim faaliyetlerinin çağdaşlaştırılmak ve laikleştirilmek istenmesi
- Eğitimin yaygınlaştırılmasını ve kolaylaştırılmasını sağlayarak her alanda yeterli elemanın yetiştirilmek istenmesi
- Eğitim – öğretimde fırsat eşitliğinin sağlanmak istenmesi
- Türk dilinin ve tarihinin araştırılması
gibi nedenler etkili olmuştur.
1. Tevhid-i Tedrisat Kanunu (Eğitimin Birleştirilmesi)
Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı Devleti zamanındaki eğitim kargaşasına son vererek milli, demokratik, laik ve çağdaş bir toplum oluşturmak amacıyla eğitim alanında yeniliklere önem vermiştir. Bu nedenle Osmanlı eğitim sistemi tasfiye edilerek eğitim kurumlarında yenilikler yapılmıştır.
Eğitim faaliyetlerinin tek elden planlamak ve bu alandaki kargaşayı önlemek amacıyla Tevhid-i Tedrisat Kanunu çıkarılmış ve Türkiye’deki bütün eğitim kurumları Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlanmıştır (3 Mart 1924). Tevhid-i Tedrisat Kanunu’yla;
- Devlet eğitimin her çeşidiyle uğraşmaya başlamış, Milli Eğitim Bakanlığı bütün eğitim ve öğretim işlerinin tek sorumlusu haline gelmiştir.
- Yabancı okulların ders programlarına Türkçe kültür dersleri konulmuş ve bu derslerin Türk öğretmenler tarafından okutulması sağlanmıştır.
- Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile yabancı okulların dini ve siyasi amaçlı öğretimi durdurulmuştur. Bu okulların sınıflarında ve ders kitaplarındaki dini işaret ve semboller kaldırılmış, böylece yabancı ve azınlık okullarının zararlı faaliyetleri engellenmiştir.
- Türkiye’de eğitimin çağdaşlaşması ve laikleşmesi sağlanmıştır.
- Okullarda verilen farklı eğitimden dolayı ortaya çıkan kültür çatışması önlenmiştir.
- Medreseler kaldırılmıştır.
Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nda, medreselerin kapatılması konusunda herhangi bir hüküm yoktur. Ancak medreselerin görevini yapmak ve din görevlileri yetiştirmek amacıyla İlahiyat Fakültesi ile İmam Hatip Okulları açılması medreselerin kapatılmasına ortam hazırlamıştır. Böylece, dini eğitim sisteminden milli eğitime yönelinmiş, eğitim ve öğretim kurumları çağdaş bilimin verilerinden yararlanmaya başlamıştır.
2 Mart 1926’da kabul edilen “Maarif Teşkilatı Hakkında Kanun” ile eğitim hizmetleri düzenlenmiştir. İlköğretimin zorunluluğu ilk kez doğrudan doğruya devlet tarafından ciddi bir şekilde ele alındı. Devletin izni olmadan okul açılamayacağı belirtilerek ilk ve orta öğretimin temel kuralları belirlendi. Çağdaşlığa uygun olmayan dersler programlardan çıkarıldı.
2. Yeni Türk Harflerinin Kabulü
1 Kasım 1928’de daha önce Türkçe’yi yazmak için kullanılan Arap harfleri yerine Latin esasından alınan harfler, Türk dilinin özelliklerini belirten işaretlere de yer vererek, Türk harfleri adıyla 1353 sayılı kanunla TBMM’de oy birliğiyle kabul edilmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin Arap harflerinden vazgeçerek Latin harflerini kabul etmesinde;
- Türkiye’de okuyup yazmayı kolaylaştırarak okur yazar oranının artırılmak istenmesi
- Arap harfleriyle okuyup yazmanın ilmiye sınıfının imtiyazında olması
- Arap harflerinin Türkçe’nin fonetiğine (ses düzeni) uymaması
- Arap harflerinin sağdan sola yazılmasının matbaacılık tekniği ve daktilo klavyeleri açısından dezavantajlarının olması
- Arap ve Fars kültürünün yerine Avrupa uluslarının bilim ve kültürünün benimsenmesi
gibi nedenler etkili olmuştur.
Yeni harfleri öğrenmek amacıyla Millet Mektepleri Talimatnamesi çıkarılmış ve 24 Kasım 1928’de yürürlüğe girmiştir. Mustafa Kemal Atatürk millet mekteplerinin başöğretmenliğini kabul etmiş ve 1 Ocak 1929’dan itibaren bu okullarda 16 – 45 yaş arasındaki vatandaşlara eğitim verilmiştir. 1936 yılına kadar bu okullardan 2.546.051 kişi diploma almıştır. Bu da millet mektepleri sayesinde Türkiye’de okur – yazar oranının arttığını göstermektedir.
Latin harflerinin kabulüyle,
- Batı dünyası ile yakınlaşma yolunda önemli bir adım atılmıştır.
- Çağdaşlaşmada önemli bir engel olan yazı sorunu çözümlenmiştir.
- Okuma yazma oranı sürekli artarken basılan kitap sayısında da büyük artış olmuştur.
- Bilim ve teknolojideki ilerlemeler ve kültür alışverişi hızlanmıştır.
3. Türk Tarih Kurumunun Açılması
Atatürk’ün tarih alanında çalışmalar yaptırmasında;
- Türk tarihinin ilk dönemlerinden itibaren bütün Türk devletlerinin tarihlerinin aydınlatılmak istenmesi
- Türklerin Dünya ve İslam tarihine katkılarının ve ilişkilerde bulundukları uluslar üzerindeki etkilerinin ortaya konulması
- Türklerden önceki Anadolu tarihinin aydınlatılmak istenmesi
- Türklerin sarı ırktan dolayısıyla ikinci sınıf insanlar sayılarak medeni kabiliyet ve istidattan yoksun olduğu yönündeki iddiaların ileri sürülmesi
- Ümmetçi ve hanedancı tarih anlayışından milli tarih anlayışına geçilmek istenmesi
gibi nedenler etkili olmuştur.
Türk tarihi ile ilgili çalışmaların sürekliliğinin sağlanması ve Türk tarihi hakkındaki yanlış bilgilerin düzeltilmesi amacıyla Türk Tarih Kurumu kurulmuştur (15 Nisan 1931).
Türk Tarih Kurumu’nun açılmasından sonra;
- Okullar için dört ciltlik “Genel Tarih” serisi hazırlanmıştır.
- Ümmetçi ve hanedancı tarih anlayışından milli tarih anlayışına geçilmiştir.
- Atatürkçü tarih görüşü, insanlığı geniş bir aile olarak kabul eder. İnsanları ayıran ve bölen savaşlar ile çatışmalar yerine dikkati, insanlığın ortak malı olan kültür ve medeniyet eserlerine çekerek birleştirici rol oynamıştır.
4. Türk Dil Kurumunun Açılması
Dil inkılabıyla;
- Türkçe’nin halk tarafından benimsenmemiş kelime ve kurallardan arındırılması
- Aydınların dili ile halkın dili, yazı dili ile konuşma dili arasındaki açıklığın kapatılmak istenmesi
- Atılan kelimelerin yerine Türkçe’nin kendi kurallarına göre türetilmiş kelimeleri getirerek Türkçe’ye milli bir gelişme yolunun çizilmesi
- Dil üzerine yapılan araştırmalarla Türkçe’nin zenginliğinin ortaya konulması
- Türkçe’nin çağdaş medeniyetin gerektirdiği her türlü ihtiyaçları karşılayabilecek kelime ve kavramlara sahip, yaratıcı, işlek bir dil haline getirilmesi
- Türkçe’nin kendi kaynaklarından türetilen terimlerle bilim dili haline gelmesinin sağlanması
- Türk dilinin öz güzelliğinin ve zenginliğinin ortaya çıkarılması
amaçlanmıştır.
Atatürk’e göre dil bağımsızlığı siyasal bağımsızlığın bir parçasıdır. Atatürk, Türk dilini kendi milli benliğine kavuşturmaya ve kendi milli benliği içinde zenginleştirerek kültür dili haline getirmeye 1932’de Türk Dili Tetkik Cemiyeti’ni (Türk Dil Kurumu) kurarak karar vermiştir. Türk Dil Kurumu açıldıktan sonra;
- 26 Eylül 1932’de Birinci Dil Kurultayı toplanarak dil üzerinde yapılacak çalışmalar planlanmıştır.
- Halk dilindeki sözcükler toplanarak derlemeler yapılmıştır
- Konuşma diliyle yazı ve bilim dili arasındaki ayrılıkların giderilmesinde önemli gelişmeler sağlanmıştır
- Sanat, bilim ve teknoloji alanlarında karşılığı olmayan yeni kavramlar ve terimler bulunmuştur.
5. Eğitimle İlgili Diğer Yenilikler
Atatürk döneminde 1933’te çıkarılan bir kanunla Darülfünun kaldırılarak yerine “İstanbul Üniversitesi” kuruldu. Modern bilime açık olan bu üniversitede Hitler Almanyası’ndan kaçan bilim adamları da görev aldılar. İstanbul’da bir Hukuk Fakültesi açıldı. Ankara’da açılan Dil ve Tarih – Coğrafya Fakültesi (1933), Yüksek Ziraat Enstitüsü (1933) ülkemizde ikinci üniversitenin temelini oluşturdular. Bu arada Devlet Konservatuarı ve Güzel Sanatlar Akademisi açılmıştır.

TOPLUMSAL YAŞAYIŞIN DÜZENLENMESİ

Toplumsal alanda inkılapların yapılmasında;
- Avrupalı uluslarla sağlıklı ve düzenli ilişkilerin kurulmak istenmesi
- Türk ulusunun her yönüyle çağdaşlaştırılması, toplumda birlik ve beraberliğin sağlanması
- Çağın gerisinde kalmış kurum ve örgütlerin yenilenmesi ve Türkiye’nin modernleştirilmek istenmesi
- Sınıfsız, imtiyazsız ve kaynaşmış bir toplumun meydana getirilmek istenmesi
- Uluslar arasında kabul edilen standartların benimsenmesi
gibi nedenler etkili olmuştur.
1. Tekke, Zaviye ve Türbelerin Kapatılması
Atatürk 1925 yılında; bozulmuş, yönetime karşı günün ihtiyaçlarını karşılayamayan kurumları ortadan kaldırma işine girişti. Çağdaş bir toplum olma yolundaki Türk ulusu için tekke ve zaviyelerin kapatılması gerekliydi. Atatürk yaptığı bir konuşmada; “Türkiye Cumhuriyeti; şeyhler, dervişler memleketi olamaz. En doğru, en gerçek tarikat, medeniyet tarikatıdır.” demiştir. Başka bir konuşmasında “Ölülerden medet ummak, çağdaş bir toplum için lekedir.” demiştir.
Atatürk, batıl inanışların yaşatılmasında bir vasıta olarak kullanılan türbelerin istismar edilmesini istememiştir. Halkın bir kısmı dünyaya ait istek ve ihtiyaçlarını adaklar adayarak türbelerden istiyordu. Halk türbelerden adeta müjdeler bekliyor, bu da halkı pozitif düşünceden ve anlayıştan uzaklaştırıyordu. Atatürk, ölülerden medet ummayı medeni bir toplum için uygun bulmamış ve bu doğrultuda hareket eden TBMM, 30 Kasım 1925’te kabul ettiği bir kanunla tekke, zaviye ve türbelerin kapanmasını, türbedarlıkla ilgili bir takım unvanların yasaklanmasını kararlaştırmıştır. Böylece Türk toplumunun çağdaşlaşması ve laikleşmesi yolunda önemli bir adım atılmıştır. Yine aynı kanunla “şeyhlik, dervişlik, dedelik, seyyitlik, çelebilik, muskacılık, falcılık ve türbedarlık” gibi ayrıcalık bildiren unvanlar kaldırılmıştır.
2. Kıyafette Değişiklik
Doğu ve Batı uygarlıklarını dış görünüş bakımından ayıran en önemli özellik kıyafetti. Batıda modern çağla birlikte her ülkenin kendine özgü kıyafetlerinden ayrı olarak ortak bir kıyafet ortaya çıkmıştı. Doğu uygarlıklarında ise, böyle bir değişim süreci yaşanmamıştı.
Osmanlı toplumu din esasına dayalı farklı topluluklardan oluştuğu için bu topluluklardan her birinin kendi geleneklerine göre bir kıyafete sahip olması doğal karşılanıyordu. Bu nedenle Osmanlı Devleti’nde belirli bir kıyafet birliği yoktu.
Atatürk toplumu çağdaşlaştırmak amacıyla fesi kaldırarak bütün uygar ulusların giydiği şapkayı kullanmak istiyordu. Bu amaçla 1925 yılı Ağustos ayında Kastamonu gezisinden sonra ülkede şapka giyenler artmaya, basında bu konuda olumlu yazılar çıkmaya başladı. 25 Kasım 1925’te “Şapka Giyilmesi Hakkında Kanun” çıkarıldı. Bu kanunla fes ve benzeri başlıkların giyilmesi yasaklanarak yerine şapka ve kasket giyilmesi kararlaştırılmıştır.
1934 yılında çıkarılan bir kanunla da hangi din ve mezhebe mensup olursa olsun din adamlarının mabetler ve ayinler haricinde dini kıyafetle dolaşmaları yasaklanmıştır. Sadece Diyanet İşleri Başkanı, Rum ve Ermeni Patrikleri ile Hahambaşı her zaman dini kıyafet giyebileceklerdi. Böylece günlük hayatta laikliğe aykırı görüntüler silinmiştir.
3. Soyadı Kanunu’nun Kabul Edilmesi
Soyadı günlük hayatın vazgeçilmez bir parçasıdır. Özellikle resmi işlerin sağlıklı bir biçimde yürütülmesi soyadı ile mümkündür.
Toplum yaşamındaki bu kargaşaya son vermek için 21 Haziran 1934’te Soyadı Kanunu kabul edildi. Bu kanunla herkesin bir soyadı alması zorunlu tutuldu. Herkes gülünç ve ahlaka aykırı olmamak koşuluyla istediği soyadını seçmekte serbest bırakıldı. Soyadlarının Türkçe olması, rütbe, memurluk, yabancı ırk ve ulus adlarının soyadı olarak kullanılmaması da aynı kanunla kararlaştırılmıştır. TBMM kabul ettiği özel kanunla Mustafa Kemal’e “Atatürk” soyadını vermiştir.
Aynı yıl kabul edilen başka bir kanunla “ağa, hacı, hafız, hoca, molla, efendi, bey, beyefendi, hanım, hanımefendi” gibi toplumsal ayrıcalık ifade eden eski unvanlar kaldırılmıştır. Böylece herkesin kanun önünde eşit olduğu, ayrıcalıklı unvanlar taşıyamayacağı ilkesine paralel uygulamalar gerçekleştirilmiştir. Aynı kanunla Osmanlı Devleti’nden kalma bütün nişan ve rütbeleri taşımak yasaklanmış, üst düzey askeri rütbelerin yeni karşılıkları olarak general ve amiral kelimelerinin kullanılması kararlaştırılmıştır.
4. Takvim, Saat ve Ölçülerde Değişiklik
Osmanlı Devleti ay yılı esaslı Hicri takvimi kullanırken Avrupalılar güneş yılı esasına göre düzenlenen Miladi takvimi kullanıyordu. Uluslararası ilişkilerin yaygınlaştığı Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde bu takvim farklılığı resmi, ekonomik, mali ve ticari ilişkilerde zorluklara ve karışıklıklara yol açıyordu. Osmanlı Devleti bu karışıklığı önlemek için bazı düzenlemeler yapmış, ancak tam başarılı olamamıştı.
Batı toplumlarıyla Osmanlı toplumu arasındaki bir başka farklılık ta saat sistemindeydi. Batıda günü 24 dilime bölen saat sistemi uygulanırken Osmanlı Devleti’nde yaz ve kış güneşin battığı anı 12 olarak kabul eden bir sistem benimsenmişti. Zamanla ülkede alaturka denilen bu saat sisteminin yanında alafranga denilen Batı saati de kullanılmaya başlandı. Bu durum hem devlet içinde hem de devletler arası ilişkilerde zorluklara ve karışıklıklara yol açtı.
TBMM 26 Aralık 1925’te çıkardığı bir kanunla Rumi takvimin yerine bütün Batılı uygar ulusların kullandıkları Miladi takvimin kabul edilmesine, alaturka saat sistemi yerine de 24 saat esasına dayalı uluslararası saat sisteminin kullanılmasına karar vermiştir. Bu yenilikler 1 Ocak 1926’dan itibaren uygulanmaya başlamıştır.
1931 yılında çıkarılan bir kanunla uzunluk ve ağırlık ölçüleri değiştirilerek uzunluk ölçüsü olarak arşın ve endaze yerine metre; ağırlık ölçüsü olarak okka ve çeki yerine kilogram kabul edilmiştir. Böylece hem bölgelere göre değişik değerler gösteren ölçü birimleri standart hale getirilmiş, hem de uluslararası ticari ilişkilerde kolaylık sağlanmıştır.
1935 yılında Cuma günü olan hafta tatili Pazar gününe alındı. Böylece devletler arası ilişkilerde çalışma ve ticaret hayatında tatil günü farklılığının Batı dünyası ile karışıklık ve aksaklık oluşturması giderilmiştir.

EKONOMİK ALANDAKİ GELİŞMELER

1. İzmir İktisat Kongresi
Atatürk Milli Mücadele hareketini teşkilatlandırırken savaşın amacını “tam bağımsızlık” formülü ile anlatmıştı. Tam bağımsızlık olarak da siyaset, ekonomi, askerlik alanlarında serbest hareket etmeyi kastediyordu. Atatürk askeri zaferin bir devleti ve ulusu kurtarmaya yetmediğini, asıl zafere askeri ve siyasi zaferler yanında bilimsel ve ekonomik zaferler elde etmekle ulaşılacağına inanmıştır. Yeni Türk Devleti’nin milli ekonomi ilkelerini belirlemek amacıyla İzmir’de Türkiye İktisat Kongresi’nin toplanması kararlaştırıldı. Atatürk kongreyi açış konuşmasında; “Tam bağımsızlık için şu genel kural var: Milli egemenlik, ekonomik egemenlikle pekiştirilmelidir. Bu kadar büyük gayeler, bu kadar kutsal ve ulu hedefler, yalnız kağıt üzerinde yazılı genel kurallarla, kanun maddeleriyle ve sadece hırs ve isteklerle kazanılamaz. Bunların tamamının gerçekleşmesini sağlayabilmek için tek kuvvet ekonomidir. Siyasi zaferler, ne kadar büyük olursa olsun ekonomik zaferlerle taçlandırılmazlarsa, kazanılacak başarılar yaşayamaz, az zamanda söner.” şeklindeki sözleriyle gerçek kurtuluşun ekonomik bağımsızlığa bağlı olduğunu belirtmiştir.
İzmir İktisat Kongresi’nde alınan kararlardan bazıları şunlardır;
- Anonim şirketlerinin kurulmaları kolaylaştırılacaktır.
- Milli bankalar olacaktır.
- Sanayi teşvik edilecektir.
- Yerli malı kullanılması sağlanacaktır.
- Demiryollarının inşası hükümetçe bir programa bağlanacaktır.
- Teknik eğitim gerçekleştirilecektir.
- Hammaddesi yurt içinde olan endüstri kolları kurulacaktır.
- Küçük imalathanelerden süratle fabrikalara geçilecektir.
- Özel sektör tarafından yapılamayan teşebbüsler devlet tarafından gerçekleştirilecektir.
- Özel teşebbüse kredi sağlayacak bir devlet bankası kurulacaktır.
İzmir İktisat Kongresi’nde kabul edilen kararlar doğrultusunda Türk Devleti ekonominin her alanında hızlı atılımlar yapmıştır.
2. Tarım
Cumhuriyetin ilk yıllarında halkın yüzde 80’e varan bölümü tarım sektöründe çalışıyordu. Ancak ilkel koşullarda yapılan tarımdan elde edilen verim hiç iç açıcı değildi. Köylüler çok zor şartlar altında yaşıyorlardı. Bu yüzden yapılacak ilk iş köylünün durumunu iyileştirmek olmalıydı. Atatürk 1922’de TBMM’de yaptığı bir konuşmada köylü ve tarım sorunlarına değinerek, “Türkiye’nin sahibi ve efendisi kimdir? Bunun cevabını derhal birlikte verelim: Türkiye’nin gerçek sahibi ve efendisi, gerçek üretici olan köylüdür. O halde, herkesten daha çok refah, mutluluk ve servete hak kazanan ve layık olan köylüdür.” demiştir.
Cumhuriyet döneminde tarımı geliştirmek amacıyla yapılan çalışmalar şunlardır:
- Aşar vergisi kaldırılmıştır (17 Şubat 1925). Osmanlı Devleti’nde aşar vergisi ürün üzerinden peşin olarak alınıyordu. Bu vergi zamanla köylüler tarafından ödenemez hale geliyordu. Türkiye Cumhuriyeti genel bütçenin %40’ını oluşturmasına rağmen bu vergiyi kaldırarak köylülerin rahatlamasını sağlamıştır. Nitekim bunun sonucunda kısa sürede tahıl üretimi 4 katına çıkmıştır. Yeni Türk devletinin aşar vergisini kaldırması Halkçı özellik taşıdığını göstermektedir.
- Çiftçiye kredi kolaylığı sağlamak amacıyla Ziraat Bankası güçlendirilmiş ve kredi imkanları artırılmıştır.
- Tarım Kredi Kooperatifleri kuruldu (1929). Bununla çiftçinin ürettiği ürünleri aracısız ve gerçek değeri ile satabilmesi amaçlanmıştır.
- Çiftçilere ucuz tohum sağlanmış ve tohum ıslah istasyonları kurulmuştur.
- Yüksek Ziraat Enstitüleri kuruldu (1933). Bununla tarımın bilimsel verilerle yapılması amaçlanmıştır. Bu çalışmalar sonucunda yurdumuzun her yerinde şeker pancarı, Doğu Karadeniz’de çay, güney bölgelerimizde turunçgiller yetiştirilmeye başlanmıştır.
- Traktör kullanılması teşvik edilerek çiftçiye ucuz alet ve makine dağıtıldı.
3. Ticaret
Osmanlı döneminde Türkler ticaretle uğraşmamışlardı. Kapitülasyonlarla Türk ticaretine egemen olan yabancılar Rum ve Ermeni asıllı Osmanlı vatandaşlarını kullanarak tüm ticaret etkinliğini ellerine geçirmişlerdi. Lozan Antlaşması’yla yabancılara verilen kapitülasyonlar kaldırılmış, azınlıkların çoğu da ülkeyi terk etmişti. Ticaret hayatını ulusal çıkarlarımız doğrultusunda canlandırmak gerekiyordu. Bu amaç doğrultusunda şu çalışmalar yapılmıştır:
- İş sahiplerine kredi sağlanması amacıyla ilk özel bankamız olan İş Bankası kuruldu (1924). Hızla gelişen banka Türk ticaret hayatının vazgeçilmez bir ögesi olmuştur.
- Kabotaj Kanunu kabul edilerek Türk denizlerinde ve limanlarında işletmecilik ve taşımacılık hakkı sadece Türk vatandaşlarına verildi. (1 Temmuz 1926). Böylece milli ekonomi ilkesi doğrultusunda önemli bir adım atılmıştır. Bu kanun Türk denizciliğinin gelişmesine imkan sağlamıştır.
- Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası kuruldu (11 Haziran 1930). 1923 – 1930 yılları arasında Türk ekonomisinin para işlerini düzenleyecek bir Merkez Bankası yoktu. Bu nedenle yabancı bankalar, ihracat bedellerinin ödenmesi sırasında Türk parasının değerini yükseltiyor, ithalat sırasında da düşürüyorlardı. Bu durum Türkiye’de milli sermaye birikimine imkan vermiyordu. Türkiye bu olumsuzluğu gidermek ve para işlerini düzenlemek amacıyla Merkez Bankası’nı kurmuştur.
- Osmanlı Devleti zamanında kapitülasyonlardan yararlanılarak kurulan yabancılara ait çok sayıda ticaret işletmesi Türkiye Cumhuriyeti tarafından satın alınarak millileştirilmiştir.
- İhracatta kalite kontrolüne önem verilerek bozuk mal satımını yasaklayan kanun çıkarılmıştır.
4. Sanayi
Milli ekonomi ilkesinin gereği olarak yerli sanayiyi geliştirmek gerekiyordu. Bu amaçla yapılan çalışmalar şunlardır:
- Osmanlı Devleti’nden Cumhuriyet yönetimine kalan yıpranmış, kaynakları ve sermayesi tükenmiş tesisleri onarmak ve işletmek amacıyla Sanayi ve Maadin Bankası kurulmuştur (1925).
- Özel sektörün sanayi alanındaki yatırımlarını desteklemek amacıyla Teşvik-i Sanayi Kanunu (Sanayiyi Özendirme Kanunu) kabul edilmiştir (28 Mayıs 1927).
Ancak bu kanundan beklenen hedeflere ulaşılamamış, bu kanunun etkisiyle sadece Uşak Şeker Fabrikası açılabilmiştir. Bu durumun başlıca nedenleri;
a. Gelir seviyesinin çok düşük olması
b. Özel sektörün yetersiz olması
c. Teknik bilgi yetersizliği
d. 1929’a kadar sanayinin dışa karşı himaye edilmemesi
e. Özel sektörün Teşvik-i Sanayi Kanunu’na rağmen yapabildiği yatırımların miktar ve çeşit itibariyle yeterli olamaması
f. 1929 dünya ekonomik bunalımının Türk ekonomisini olumsuz etkilemesi
şeklinde sıralanabilir.
- 1929 yılında gümrük tarifeleri yükseltilmiştir. Böylece yerli sanayinin yabancı sanayiye karşı korunması amaçlanmıştır.
- Sanayileşmenin sadece özel girişimle gerçekleştirilemeyeceğini anlayan devlet bu işi doğrudan kendisi üstlenmiştir. Bu amaçla Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı hazırlandı (1933). Bu plana göre öncelikle dokuma, maden, selüloz, seramik ve kimya sektörüne ağırlık verilmiştir.
- Sanayi alanındaki yatırımları desteklemek amacıyla Sümerbank kuruldu (1933). Sanayi planlarının gerçekleşmesinde Sümerbank önemli rol oynamıştır. Kayseri, Ereğli, Nazilli ve Malatya’da dokuma fabrikaları ve Bursa’da Merinos Fabrikası kuruldu. Böylece tekstil sanayi kurulmuştur.
- Selüloz sanayii alanında İzmit’te kağıt, Gemlik’te ipek fabrikası, İstanbul Paşabahçe’de şişe ve cam sanayii, Beykoz’da deri fabrikası kuruldu.
- Madencilik sektörüne destek sağlamak için Etibank ve Maden Teknik Arama Enstitüsü kuruldu. Maden sanayii alanında ilk defa Karabük Demir – Çelik Fabrikası açılmıştır (1939).
- Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı başarıya ulaşmıştır. Bu plan doğrultusunda kurulan fabrikalar dışarıdan alınan malların %50 oranında azalmasını sağlamıştır. Bu fabrikalar yurdun çeşitli bölgelerinde açılarak bölgeler arası denge kurulmaya çalışılmıştır.
- 1938 yılında II. Beş Yıllık Kalkınma Planı yapıldı. Ancak, II.Dünya Savaşı nedeniyle uygulanamamıştır.
UYARI : 1933 – 1939 yılları arası ekonomide devletçilik ilkesinin en yoğun uygulandığı dönem olmuştur.
5. Ulaşım
Karayolları
Osmanlı Devleti’nden kalan yoların yaklaşık uzunluğu 18 bin km idi. Bu yolların büyük bir kısmı bozuktu. Bir yandan bu yollar tamir edilirken diğer yandan yeni yollar yapıldı. 1933’te karayollarının uzunluğu 37 bin km’ye 1948’de 45 bin km’ye ulaşmıştır.
Demiryolları
Osmanlı Devleti’nden kalan demiryollarının uzunluğu 3.350 km kadardı. Bunların büyük çoğunluğu yabancı şirketlerin elindeydi. Demiryolu yapımına öncelik verilerek 1938 yılı sonuna kadar ulusal sermayeye dayanarak 3.360 km demiryolu yapılmıştır. Yabancılara ait demiryolları sarın alınarak millileştirilmiştir.
Denizyolları
Kabotaj Kanunu’ndan sonra Türk gemiciliğini geliştirmek amacıyla yeni gemiler satın alındı. Türk armatörlere kredi kolaylığı sağlanarak özel sektör gemi inşaat ve işletmeciliği teşvik edilmiştir. 1933 – 1939 yılları arasında deniz yolları işletmeciliğinde önemli gelişmeler sağlandı. 1933’te 1220 adet olan gemi sayısı 1939’da 1692’ye ulaşmıştır.
6. Sağlık
Cumhuriyet ilan edilmeden önce ilk kurulan hükümetlerde Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı vardı. 1923’te ülkemizde 950 yataklı devlet hastanesi, 635 yataklı 6 Belediye hastanesi 1450 yataklı 45 özel idare hastanesi vardı. Bakanlık ilk yıllarda koruyucu hekimliğe önem verdi. Çeşitli illerde numune hastaneleri açıldı.
Bulaşıcı hastalıklarla mücadele etmek amacıyla Ankara’da Merkez Hıfzısıhha Enstitüsü kuruldu. İstanbul Üniversitesi’ndeki Tıp Fakültesi’nin yanısıra Ankara’da 1945 yılında yeni bir Tıp Fakültesi açıldı.

LOZAN ANTLAŞMASI

Konferansa Hazırlık ve Görüşme Konuları
Mudanya Ateşkes Antlaşması’nın imzalanmasından sonra İtilaf Devletleri, 28 Ekim 1922’de TBMM Hükümeti’ni Lozan’da toplanacak olan barış konferansına davet ettiler.
Mustafa Kemal Paşa, Mudanya görüşmelerinde başarılı olan İsmet Paşa’nın Lozan’a baştemsilci olarak gönderilmesini uygun buldu. İsmet Paşa Dışişleri Bakanlığı’na getirildi ve çalışmalar hızlandırıldı.
İtilaf Devletleri Lozan’a İstanbul Hükümeti’ni de davet ettiler. Bu duruma tepki gösteren TBMM 1 Kasım 1922’de saltanatı kaldırmıştır.
TBMM Hükümeti Lozan Konferansı’na katılarak; Misak-ı Milli’yi gerçekleştirmeyi, Türkiye’de bir Ermeni Devleti’nin kurulmasını engellemeyi, kapitülasyonları kaldırmayı, Türkiye ile Yunanistan arasındaki sorunları (Doğu Trakya, Ege Adaları, nüfus değişimi, savaş tazminatı) çözmeyi ve Türkiye ile Avrupa devletleri arasındaki sorunları (ekonomik, siyasal, hukuksal...) çözmeyi amaçlamış, Ermeni yurdu ve kapitülasyonlar hakkında anlaşma sağlanamazsa görüşmeleri kesme kararı almıştır.
20 Kasım 1922’de Lozan görüşmeleri başladı. Osmanlı borçları, Türk – Yunan sınırı, Boğazlar, Musul, azınlıklar ve kapitülasyonlar üzerinde uzun görüşmeler yapıldı. Ancak kapitülasyonların kaldırılması, İstanbul’un boşaltılması ve Musul konularında anlaşma sağlanamamıştır. Temel konularda tarafların tavize yanaşmaması ve önemli görüş ayrılıkları çıkması üzerine 4 Şubat 1923’te görüşmelerin kesilmesi savaş ihtimalini yeniden gündeme getirmiştir.
Taraflar arasında karşılıklı verilen tavizler ile görüşmeler 23 Nisan 1923’te tekrar başladı. 23 Nisan’da başlayan görüşmeler, 24 Temmuz 1923’e kadar devam etmiş ve bu tarihte Lozan Barış Antlaşması’nın imzalanması ile sonuçlanmıştır.
Lozan Antlaşması’nın Önemli Maddeleri
Kapitülasyonlar
Lozan Barışı’yla yabancılara adli, mali ve yönetim alanlarında tanınan ayrıcalıklar tamamen kaldırılmıştır.
Osmanlı İmparatorluğu döneminde kapitülasyonlardan dolayı yerli üretim haksız rekabet karşısında gerilemiş, Türkiye hammadde satan, mamül madde alan bir ülke haline gelmişti. Kapitülasyonların kaldırılmasıyla, Türkiye’nin ekonomik, siyasal ve hukuksal alanda gelişmesini engelleyen unsurlar ortadan kaldırılmıştır.
Devlet Borçları
Osmanlı İmparatorluğu’nun 1854’ten Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar Avrupalı devletlerden aldığı borçlar, Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanmasından sonra kurulan devletlere paylaştırılmıştır. Türkiye’nin payına düşen Osmanlı borçlarının takside bağlanarak Fransız Frangı ile ödenmesi kabul edilmiştir.
Türkiye’nin lehine oluşan bu durumla hem borç yükü azaltılmış, hem de ödeme kolaylığı sağlanmıştır. Ayrıca, Düyun-u Umumiye (Genel Borçlar) yönetimi kaldırılarak Türk ekonomisi üzerindeki denetim kaldırılmıştır. Yeni Türk Devleti’nin Osmanlı İmparatorluğu’nun borçlarını üstlenmesi Türkiye’yi Osmanlı Devleti’nin devamı gibi göstermiştir.
Azınlıklar
Türkiye sınırları içinde kalan bütün azınlıkların Türk vatandaşı olduğunu açıklamıştır. Böylece, azınlıklara Türkiye’nin egemenliğiyle bağdaşmayan haklar verilmemiş, Avrupalı devletlerin azınlıkları bahane ederek Türkiye’nin içişlerine karışması engellenmiş ve Türkiye’nin azınlıklara farklı kanunlar uygulamayacağı ortaya konulmuştur.
Türkiye’deki en kalabalık azınlık durumunda bulunan Rumların İstanbul hariç Yunanistan’a gönderilmesi kararlaştırılmıştır. Buna karşılık Batı Trakya hariç Yunanistan’da yaşayan Türklerin ise Türkiye’ye gönderilmesine kara verilmiştir. Yunanistan’ın Türkiye’de daha fazla Rum bırakmak istemesi nüfus mübadelesini zorlaştırmıştır.
Boğazlar Sorunu
Lozan’da Boğazlarla ilgili uzun tartışmalar olmuştur. Boğazlar sorunu aşağıdaki şekilde çözümlenmiştir;
- Boğazların idaresi, başkanlığını bir Türk’ün yapacağı uluslararası komisyona bırakılmıştır.
- Boğazların her iki yakasında 20’şer km’lik askerden arındırılmış bölge oluşturulmuştur.
- Oluşturulan askersiz bölgeye olağanüstü bir durum yaşandığında Türkiye’nin asker sokabileceği kararlaştırılmıştır.
- Boğazlardan ticaret gemilerinin serbestçe geçmesine karar verilmiştir. Savaş gemilerine ise tonaj sınırlaması getirilmiştir.
- İstanbul’daki işgal güçlerinin şehri bir buçuk ay içerisinde boşaltmaları kararlaştırılmıştır.
YORUM: Boğazlar Komisyonu’nun kaldırılmaması Türkiye’nin bağımsızlık ve egemenliğini sınırlandırmıştır.
Yabancı Okullar
Türkiye’deki yabancı okulların bağlı bulunacakları rejim Lozan’da bir esasa bağlanmıştır. Buna göre, yabancı okullar Türk kanunlarına ve diğer okulların bağlı bulundukları tüzük ve yönetmelik hükümlerine uyacaklardır. Türk hükümeti bu okulların öğrenimini düzenleyecektir. Lozan Antlaşması’ndan sonra Türkiye’de kurulmuş olan yabancı okullar Türk Milli Eğitimi’ne bağlanmış ve kontrol altına alınmıştır.
Ermenistan Sorunu
Sevr Antlaşması ile Doğu Anadolu’da kurulmasına karar verilen Ermeni Devleti’nden vazgeçilmiş ve bölgenin Türk toprağı olduğu kabul edilmiştir.
İstanbul’un Boşaltılması
Lozan Antlaşması TBMM Hükümeti tarafından onaylandıktan altı hafta sonra işgal kuvvetleri İstanbul’u boşaltacaktır. 6 Ekim 1923 tarihinde İtilaf Devletleri İstanbul’u boşaltmıştır.
Patrikhane
I.Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı boyunca azınlıklar ve dış güçlerle birlikte hareket eden Fener Patrikhanesi’nin, yabancı kiliselerle ilişki kurmaması şartı ile Türkiye’de kalması kabul edilmiştir. Lozan’da Fener Patrikhanesi’nin siyasal ayrıcalıkları sona erdirilmiştir.
Savaş Tazminatı
Kurtuluş Savaşı’nın en büyük sorumlusu durumunda bulunan, Anadolu’nun büyük bir bölümünü tahrip eden ve Türk milletini iki yıl boyunca savaş felaketi ile karşı karşıya bırakan Yunanistan savaş tazminatı olarak Karaağaç’ı Türkiye’ye bırakmıştır. Lozan’da İtilaf Devletleri’nin Türkiye’den istediği savaş tazminatı verilmemiştir.
Sınırlar
- Lozan’da Türkiye’nin Suriye sınırı 1921 yılında Fransa ile imzalanan Ankara Antlaşması’na göre belirlenmiştir. Hatay ve İskenderun Fransızların denetimine bırakılarak Misak-ı Milli sınırlarından taviz verilmiştir.
- Irak sınırı Türkiye ile İngiltere arasında sorun olmuştur. Musul – Kerkük sorunundaki anlaşmazlıktan dolayı sınır belirlenememiştir. Sınırın daha sonra TBMM ile İngiltere arasında yapılacak olan ikili görüşmelerle belirlenmesine karar verilmiştir. Dolayısıyla Irak sınırı Lozan’da çözümlenememiştir.
- Türkiye ile Yunanistan arasındaki sınır Mudanya Ateşkesi ile belirlenen Meriç nehri olarak kabul edilmiştir.
- Bozcaada ve İmroz adalarının Türkiye’de kalması, Midilli, Sakız, Sisam adalarının Yunanistan’a bırakılması, fakat bu adalarda Yunanistan’ın asker bulundurmaması, Oniki Ada’nın İtalya’ya bırakılması kabul edilmiştir.

MUDANYA ATEŞKES ANTLAŞMASI

Batı Anadolu’nun kurtarılmasından sonra sıra Doğu Trakya, İstanbul ve Boğazlara gelmişti. Türk ordularının Çanakkale ve İstanbul üzerine yürümesi İtilaf Devletleri’ni telaşlandırmıştır. İngiltere’nin hedefi Boğazlar, İstanbul ve Doğu Trakya’yı Türklere vermemekti. İngiltere bu bölgeleri silahla savunmayı planlıyordu. Ancak Fransa ve İtalya’nın İngiltere’yi yalnız bırakması, İngiltere kamuoyunda Türk Kurtuluş Savaşı’na karşı haklı bir bakışın ortaya çıkması, Mustafa Kemal Paşa’nın diplomatik girişimleri, İngiliz dominyonlarından yardımın kesilmesi gibi nedenler İngiliz Hükümeti’ne barış görüşmelerinin yapılmasını kabul ettirmiştir.
3 Ekim 1922’de ateşkes görüşmeleri için Türkiye, İngiltere, Fransa ve İtalya temsilcileri Mudanya’da bir araya geldiler. TBMM görüşmelere İsmet Paşa başkanlığında bir heyet gönderdi. Yunan temsilcileri ateşkes görüşmelerine katılmadı. Yunanistan’ı İngiltere temsil etti. Görüşmeler 11 Ekim 1922’de ateşkesin imzalanmasıyla sona ermiştir.
Mudanya Ateşkes Antlaşması ve Önemi
1. Türk ve Yunan kuvvetleri arasındaki savaş sona erecektir.
2. Yunan kuvvetleri Meriç nehrine kadar Doğu Trakya’yı 15 gün içinde boşaltacaktır.
3. Doğu Trakya Türk jandarma kuvvetlerine bırakılacaktır. Ancak bu kuvvetlerin sayısı 8.000’i geçmeyecektir.
4. İstanbul, Boğazlar ve çevresinin yönetimi TBMM Hükümeti’ne bırakılacaktır. İtilaf Devletleri barış yapılıncaya kadar İstanbul’da kuvvet bulunduracaklardır.
5. Barış antlaşması yapılıncaya kadar Türk silahlı kuvvetleri Çanakkale ve İzmit yarımadasında belirlenen çizgiyi geçmeyeceklerdir.
Mudanya Ateşkesi’nin imzalanmasıyla;
- İngiltere, Fransa ve İtalya TBMM Hükümeti’yle ateşkes imzalayarak Türk Devleti’nin varlığını tanımışlardır.
- Fransa temsilcisi görüşmeler sırasında Trakya’nın TBMM Hükümeti’ne teslim edilmesi konusunda TBMM tarafını tutmuştur.
- İstanbul, Boğazlar ve çevresinin TBMM Hükümeti’ne bırakılması Osmanlı Devleti’nin hukuken sona erdiğini göstermektedir.

KURTULUŞ SAVAŞI

KURTULUŞ SAVAŞI’NDA CEPHELER
1. Doğu Cephesi
Kurtuluş Savaşı’nda Ermeni Sorunu
Çarlık Rusya’nın Birinci Dünya Savaşı’nda yenilmesinden sonra Güney Kafkaslarda Erivan, Gümrü ve Kars dolaylarını içine alan, Taşnak Partisi’nin yönettiği bir Ermeni Devleti kurulmuştu. Ermenilerin sınırlarımıza saldırarak bölgedeki halkımızı katletmesi üzerine TBMM Ermenilerle savaş kararı aldı. Kazım Karabekir komutasındaki ordumuz 28 Eylül 1920’de Ermenilere karşı taarruza geçti. Türk kuvvetleri 30 Ekim’de Kars’ı, 7 Kasım’da Batum’u ele geçirdiler. Bu gelişmelerden sonra TBMM Hükümeti ile Ermenistan arasında Gümrü Antlaşması imzalandı (3 Aralık 1920).
Gümrü Antlaşması
- Doğu sınırı Aras nehri – Çıldır gölü hattına kadar uzanacaktır.
- Kars, Sarıkamış, Kağızman ve Iğdır Türk Devleti’ne verilecektir.
- Ermenistan Hükümeti, TBMM Hükümeti tarafından geçersiz sayılan Sevr Antlaşması’nı tanımayacaktır.
- Düşman ordusuna katılarak Türklere karşı silah kullanmış veya öldürme olaylarına katılmış olanların dışında kalan Ermeniler isterlerse 6 ay içinde Türkiye’ye dönebileceklerdir.
Gümrü Antlaşması’nın sonucunda;
- TBMM ilk askeri başarıyı Doğu Cephesi’nde Ermenilere karşı kazanmıştır.
- Misak-ı Milli’nin bir kısmı gerçekleşmiştir.
- Ermenistan, TBMM’nin siyasal varlığını kabul ederek antlaşma yapan ilk devlet olmuştur.
- Ermeniler, Sevr’i tanımadıklarını belirterek Türk topraklarındaki iddialarından vazgeçmişlerdir.
- Gümrü Antlaşması, dış ilişkilerimizi canlandırmış, Gürcistan ve Rusya ile ilişkilerin kurulmasında etkili olmuştur.
2. Güney Cephesi
Fransa Adana, Urfa, Antep ve Maraş’a yerleştikten sonra halka baskılarını artırmış, Suriye’den getirdiği Ermenileri Türkler üzerine saldırtmıştı. Fransızlara ve Ermenilere karşı topraklarını, canlarını ve namuslarını korumak için harekete geçen vatanseverler Kuvay-i Milliye birliklerini kurdular. Sivas Kongresi’nde alınan kararlar gereğince Güney Cephesi’ndeki milli kuvvetlere her türlü yardım yapılmış, örgütlenmeyi sağlamak için subaylar gönderilmiştir. Bölge halkı Kuvay-i Milliye birliklerini desteklemiş, Fransız ve Ermeni kuvvetleriyle mücadele ederek topraklarını işgalcilerden kurtarmıştır.
Batı Cephesi’nde mücadele eden düzenli ordunun başarılı olması sonucunda Fransızlar TBMM ile Ankara Antlaşması’nı imzalayarak Adana, Urfa, Antep ve Maraş’tan çekilmiştir (20 Ekim 1921). Böylece Güney Cephesi’ndeki savaşlar sona ermiştir.
3. Batı Cephesi
Düzenli Ordunun Kurulması
TBMM’nin düzenli orduyu kurmasında; Kuvay-i Milliye birliklerinin işgalleri engelleyememeleri ve işgal güçlerini durduramamaları, Kuvay-i Milliyecilerin hukuk devleti anlayışına ters hareket etmeleri ve Türk yurdunun en kısa zamanda işgalden kurtarılmak istenmesi gibi nedenler etkili olmuştur.
Gediz Muharebesi’ndeki başarısızlıktan sonra cephe üzerindeki etkinliği azalan Ali Fuat Paşa’nın yerine Batı Cephesi Komutanlığı’na İsmet Bey (İnönü) tayin edildi (8 Kasım 1920). Aynı gün düzenli ordunun kurulmasına karar verilmiş ve 10 Kasım 1920’de Bilecik’e giden İsmet Bey, emrindeki milli kuvvetleri düzenli ordu haline getirmeye başlamış, Batı Anadolu’daki Kuvay-i Milliye birlikleri birleştirilerek düzenli ordu kurulmuştur.
Birinci İnönü Muharebesi
Birinci İnönü Muharebesi’nin yapılmasında Yunanlıların;
- Çerkez Ethem isyanından yararlanmak istemeleri
- Sevr Antlaşması’nı TBMM’ye kabul ettirmeye çalışmaları
- Yeni kurulan Türk ordusunun güçlenmesini engellemeye çalışmaları
- Eskişehir ve Ankara’yı ele geçirerek Kurtuluş Savaşı’nı sona erdirmek istemeleri
gibi nedenler etkili olmuştur.
Çerkez Ethem’in kendilerine katılmasından faydalanmak ve işgal bölgelerini genişletmek isteyen Yunan kuvvetleri, Bursa ve Uşak bölgelerinden Eskişehir ve Afyon yönüne taarruza başladılar (6 Ocak 1921). Eskişehir önlerinde yapılan savaşı Türk düzenli birlikleri kazandı (10 Ocak 1921).
Birinci İnönü Muharebesi’nin sonucunda;
- Yeni kurulan Türk ordusu ilk zaferini kazanmıştır.
- Türk ulusunun TBMM’ye ve düzenli orduya olan güveni artmış, askere kayıt olanların sayısı fazlalaşmıştır.
- Diplomatik ilişkiler artmış, Rusya ve Afganistan ile antlaşmalar imzalanmıştır.
- Anlaşma Devletleri mevcut durumlarını gözden geçirmek ve TBMM’ye Sevr Barışı’nı kabul ettirmek amacıyla Londra’da bir konferans toplamışlar ve TBMM’yi görüşmelere davet etmişlerdir.
- Zaferin kazanılmasıyla ortaya çıkan olumlu ortamdan yararlanılarak 1921 Anayasası ilan edilmiştir.
Londra Konferansı’nın Toplanması
Birinci İnönü zaferiyle Yunan saldırısının durdurulması, TBMM Hükümeti’nin otoritesini ve saygınlığını artırmıştır. Bu savaştan sonra Anlaşma Devletleri arasında güvensizlik ortaya çıkmış, Fransa ve İtalya yeni Türk Devleti’yle anlaşma gereği duymuştur. İngiliz kamuoyunda da bu yönde bir eğilimin doğması Londra’da konferansın toplanmasını kolaylaştırmıştır.
İtilaf Devletleri, İstanbul Hükümeti’ni Londra Konferansı’na davet ettiler. İstanbul Hükümeti’nin göndereceği delegeler arasında Mustafa Kemal Paşa’nın yada Mustafa Kemal Paşa’nın yetki verdiği birisinin de yer almasını istediler. Bu davranışlarıyla TBMM Hükümeti’ni tanımadıklarını göstermek istemişlerdir. Ancak, TBMM bu duruma tepki göstererek doğrudan çağrı yapılmadığı takdirde görüşmelere katılmayacağını açıklamıştır. Sevr Antlaşması’nı TBMM’ye kabul ettirmeden antlaşmayı yürürlüğe koyamayacağını gören İtilaf Devletleri, TBMM’yi konferansa davet etmişlerdir. TBMM Hükümeti’nin Londra Konferansı’na davet edilmesini; TBMM ile Sovyet Rusya’nın yakınlaşması, Fransızlara karşı Güney Cephesi’nde başarı sağlanması, Birinci İnönü Muharebesi’nin kazanılması ve İtalya’nın arabuluculuk yapması gibi nedenler kolaylaştırmıştır.
TBMM Londra Konferansı’na katılırken; Türk ulusunun haklı davasını ve Misak-ı Milli’yi dünya kamuoyuna duyurmayı, İtilaf Devletleri tarafından “Türkler barış görüşmelerine katılmayarak savaşı devam ettiriyorlar.” şeklinde sürdürülen propagandaları çürütmeyi ve Türk ulusunun yasal temsilcisinin TBMM olduğunu ve TBMM’nin hukuksal varlığını kanıtlamayı amaçlamıştır.
Görüşmeler sırasında İtilaf Devletleri Sevr Antlaşması’nı bazı değişikliklerle TBMM temsilcilerine kabul ettirmeye çalıştılar. Tam bağımsızlık ilkesini savunan TBMM temsilcilerinin ileri sürülen şartları kabul etmemesi sonucunda konferans dağıldı. Londra Konferansı’yla;
- İtilaf Devletleri TBMM’yi resmen ve hukuken tanımışlardır.
- Sevr Barış Antlaşması’nın bazı hükümleri tartışma konusu yapılmaya başlanmıştır.
- Londra Konferansı sonrasında TBMM temsilcisi Fransa, İtalya ve İngiltere ile ikili protokoller imzaladı. Fakat bu protokollerde “devletlerin eşitliği” ilkesine uyulmamıştır. Bu nedenle, protokoller TBMM tarafından onaylanmamış ve yürürlüğe konulmamıştır.
Moskova Antlaşması
TBMM Hükümeti’yle Sovyet Rusya arasında Moskova Antlaşması’nın imzalanmasına;
- İki yeni devletin de ortak düşman karşısında bulunması
- Türkiye ile Sovyet Rusya’nın diplomasi alanında birbirine ihtiyaç duyması
- Rusya’nın yeni Türk Devleti’nin İngiltere, Fransa ve İtalya gibi Avrupa devletleriyle yakınlaşmasını istememesi
gibi nedenler ortam hazırlamıştır.
Türkiye ile Sovyet Rusya arasında 16 Mart 1921’de Moskova Antlaşması imzalanmıştır. Bu antlaşmaya göre;
1. İki taraftan birinin tanımadığı devletler arası bir senedi diğeri de tanımayacaktır.
Bu maddeyle; Sovyet Rusya, Sevr Antlaşması’nı, dolayısıyla doğuda kurulacak bir Ermeni Devleti’ni tanımamayı kabul etmiş ve iki devlet uluslararası alanda birlikte hareket etme konusunda anlaşmışlardır.
2. Osmanlı Devleti ile Çarlık Rusya arasındaki antlaşmalar geçersiz sayılacaktır.
Bu maddeyle; Osmanlı Devleti ile Çarlık Rusya arasında yapılan antlaşmalar yok sayılmıştır. Bu durum iki ülkede de rejim değişiklikleri olduğunu göstermektedir.
3. Sovyet Rusya, TBMM ile Ermenistan ve Gürcistan arasında imzalanan antlaşmalara göre belirlenen sınırı Batum’un Gürcistan’a verilmesi şartıyla tanıyacaktır.
Bu maddeyle; Batum Gürcistan’a, dolayısıyla Sovyet Rusya’ya bırakıldı. Buna karşılık Rusya, Kars ve çevresinin yeni Türk Devleti’ne ait olduğunu kabul etmiştir. Dönemin olağanüstü şartlarından dolayı Batum Gürcistan’a bırakılmıştır. Bu durum Misak-ı Milli sınırlarından verilmiş ilk tavizdir.
4. Sovyet Rusya kapitülasyonların kaldırıldığını kabul edecektir.
Bu maddeyle; kapitülasyonların kaldırıldığını kabul eden ilk Avrupa devleti Sovyet Rusya olmuştur. Böylece Rusya, Türkiye’nin bağımsızlığına ters düşen ekonomik yükümlülükleri kabul etmemiştir.
5. İki devlet arasındaki ilişkileri geliştirecek iktisadi, siyasal v.s. anlaşmalar yapılacaktır.
Yeni Türk Devleti bu antlaşmayla asırlardan beri topraklarımızda emelleri olan büyük bir devletle dostluk kurmuştur. Maddi açıdan da yardım elde etme imkanı bulmuştur.
6. Sovyet Rusya, Misak-ı Milli’yi tanıyacaktır.
Bu maddeyle; Sovyet Rusya, Misak-ı Milli’yi tanıyan ilk Avrupa devleti olmuştur. Doğu Cephesi tam anlamıyla güvenlik altına alınmış ve Doğu sınırımız büyük ölçüde kesinlik kazanmıştır.
7. Boğazların büyük devletlerin ticaret gemilerine açık kalmasını sağlamak amacıyla Karadeniz’e kıyısı olan devletlerin temsilcilerinin katıldığı bir konferans toplanacaktır.
TBMM Hükümeti ile Sovyet Rusya arasında 1921’de imzalanan Moskova Antlaşması’nın başlangıç kısmında “Milletlerin kendi geleceğine serbestçe karar verilebilmesi” ilkesine yer verilmiştir. Antlaşmaya bu ilkeyi koymakla, iki devlet birbirinin bağımsızlıklarına saygı duyduklarını ortaya koymuşlardır.
İkinci İnönü Muharebesi
Londra Konferansı’ndan sonra Yunanistan, hem Birinci İnönü Muharebesi yenilgisinin meydana getirdiği eziklikten kurtulmak, hem de Türk ordusunun güçlenmesini engellemek için harekete geçti.
Yunan orduları 23 Mart 1921’de Bursa ve Uşak’ın batısından harekete geçerek Afyon ve Eskişehir yönünde ilerlediler. 26 Mart’ta İnönü’de başlayan Türk – Yunan Savaşı 1 Nisan 1921’de Yunanistan’ın yenilgisiyle sonuçlanmıştır. Türk ordusu geriye çekilen Yunanlıları dağıtabilmek için 15 Nisana kadar Aslıhanlılar ve Dumlupınar’da çarpışmaları devam ettirdi. Türk birliklerinin iyice yorulması ve kayıpların fazlalığı başarılı olunmasını engellemiştir.
Savaşın Sonuçları
- Yunanlılar ve İngilizler TBMM’nin gücünü kabul etmiştir.
- Halkın TBMM’ye olan güveni artmıştır.
- İtalyanlar işgal ettikleri Anadolu topraklarını boşaltmaya başlamışlardır (5 Temmuz 1921).
- Aslıhanlılar ve Dumlupınar çarpışmalarındaki başarısızlık Türk ordusunun henüz taarruz gücüne ulaşamadığını göstermektedir.
Eskişehir – Kütahya Muharebeleri
İkinci İnönü Muharebesi’nde yenilen Yunanistan, Türk ordusunu mağlup edebilmek için daha fazla kuvvete ihtiyaç duyduğundan dolayı ülkede seferberlik ilan etmiş, İngilizlerden para ve silah alarak Anadolu’daki birliklerini güçlendirmiştir,
Eskişehir – Kütahya Muharebeleri’nde düzenli ordularımız mağlup oldu ve Afyon, Kütahya, Eskişehir Yunanlıların eline geçti. Savaşın sonucunda;
- Düzenli ordunun durumu tartışılmaya başlanmıştır.
- Mustafa Kemal Paşa’nın tavsiyesi ile ordumuzun fazla kayıp vermesini engellemek amacıyla birliklerimiz Sakarya nehrinin doğusuna çekilmiştir.
- Afyon, Eskişehir ve Kütahya gibi hem stratejik hem de ulaşım yönüyle önemli şehirler kaybedilmiş ve İnönü Muharebelerinin doğurduğu iyimserlik ortadan kalkmıştır.
Ordularımız Eskişehir ve Kütahya Muharebelerini kaybetmesine rağmen Kurtuluş Savaşı’nı galibiyetle sonuçlandırmıştır. Bu durum savaş içinde bir muharebenin kaybedilmesiyle savaşın tümden kaybedilmediğini göstermektedir.
Mustafa Kemal Paşa’nın Başkomutan Seçilmesi
Eskişehir – Kütahya Muharebeleri’nden sonra geniş toprak parçası kaybedilmiş ve TBMM’de ortam gerginleşmişti. Meclisteki bunalımın devam ettiği sırada yapılan bir gizli oturumda bazı milletvekilleri Mustafa Kemal Paşa’nın ordunun başına geçmesini teklif ettiler (4 Ağustos 1921). Başkomutanlık teklifini kabul eden Mustafa Kemal Paşa, TBMM’ye önerge vererek Meclis’in bütün yetkilerinin üç ay süreyle kendisine verilmesini istedi. Mustafa Kemal’in bu isteği bir kanun çıkarılarak kabul edilmiştir.
Başkomutanlık Kanunu’nda, “Başkomutan, maddi ve manevi gücünü büyük ölçüde artırmak ve yönetimi bir kat daha sağlamlaştırmak için TBMM’nin bununla ilgili yetkisini meclis adına fiili olarak kullanabilir.” denilmiştir. Bu durum Mustafa Kemal Paşa’ya devlet işlerinde tek başına hareket etme gücünü sağlamıştır.
Mustafa Kemal Paşa Başkomutanlık Kanunu’nun kendisine tanıdığı yasa yapma yetkisini kullanarak 7 – 8 Ağustos 1921’de, Türk ulusunu maddi ve manevi bütün kaynaklarıyla Milli Mücadeleye çağıran “Tekalif- i Milliye Emirleri”ni yayımladı. Tekalif-i Milliye Emirleri’yle Türk ordusunun yiyecek, giyecek, taşıma, silah, cephane gibi ihtiyaçlarının karşılanması amaçlanmıştır. Bu emirlerin uygulanmasını sağlamak için İstiklal Mahkemeleri kurulmuştur.
Sakarya Meydan Muharebesi
Sakarya Savaşı Türk ulusu için dönüm noktalarından biriydi. 22 Ağustos’ta Sakarya nehrinin doğusuna geçmeye başlayan Yunan kuvvetleriyle Türk kuvvetleri arasında yapılan Sakarya Muharebesi Türk ordularının zaferiyle sonuçlanmış ve Yunan kuvvetleri Sakarya nehrinin batısına atılmıştır. Sakarya Savaşı’nın sonucunda;
- Türk ulusunun II.Viyana (1683) bozgunundan sonra başlayan geri çekilişi durmuştur.
- Yunan kuvvetleri savunmaya, Türk kuvvetleri ise taarruza geçmiştir.
- TBMM Hükümeti Fransa ile Ankara Antlaşması’nı; Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan ile Kars Antlaşması’nı imzalamıştır.
- Savaşı başkomutan olarak yöneten Mustafa Kemal Paşa’ya meclis tarafından mareşallik rütbesi ve gazilik ünvanı verilmiştir.
Kars Antlaşması
Sakarya Savaşı’ndan sonra, Sovyet Rusya’nın egemenliği altında bulunan Ermenistan, Gürcistan ve Azerbaycan ile TBMM Hükümeti arasında Kars Antlaşması imzalanmıştır (13 Ekim 1921). Bu antlaşmayla Kafkas Cumhuriyetleri Moskova Antlaşması’nın koşullarını kabul etmişler, böylece Türkiye’nin doğu sınırı kesinleşmiştir.
Ankara Antlaşması
Güney cephesinde savaştığımız Fransa, bölgedeki Kuvay-i Milliye birlikleriyle başedememiş ve Sakarya Meydan Muharebesi’nden sonra TBMM Hükümeti ile Ankara Antlaşması’nı imzalamıştır (20 Ekim 1921). Ankara Antlaşması’yla;
- Fransa ile TBMM arasındaki savaş sona ermiş, Fransızlar; Urfa, Antep, Maraş ve Adana’yı boşaltmışlardır. Ancak, Hatay ve İskenderun özel bir yönetim kurulmak şartıyla Fransa’nın denetiminde kalmıştır. Böylece, Misak-ı Milli’den taviz verilmiştir.
- Fransa, Türkiye ile savaşı sona erdirerek müttefiki İngiltere’yi yalnız bırakmıştır. Bu durum Anlaşma Devletleri arasında görüş ayrılıklarının bulunduğunu göstermektedir.
- İskenderun ve Hatay’da özel bir yönetim kurulmuş, bu şehirlerde kalan Türklere kültürlerini geliştirme olanağı sağlanmıştır. Bu da Fransa’nın bölgenin Türklere ait olduğunu kabullendiğini göstermektedir.
- Güney cephesinde Fransızların desteği engellenerek Ermenilerin Türklere saldırıları önlenmiştir.
- Fransa, Misak-ı Milli’yi tanımıştır.
İtilaf Devletleri’nin Barış Teklifleri
Sakarya Meydan Muharebesi’nin kazanılması, önce İtalya’nın, arkasından Fransa’nın askerlerini Anadolu’dan çekmeleri İngilizlerle Yunanlıları diplomatik adımlar atmaya zorlaşmıştır. İngilizler, Fransızlar ve İtalyan hükümetlerini yanına alarak Türk – Yunan Savaşı’nı bitirmeyi tasarlamıştır.
İtilaf Devletleri 22 Mart 1922’de Türkiye ile Yunanistan’a ateşkes önerisinde bulundular. Amaçları Sevr Antlaşması’nda küçük değişiklikler yaparak Anadolu üzerindeki planlarını gerçekleştirmekti. Ateşkes teklifine göre;
- İki tarafın birlikleri arasında 10 km’lik askerden arındırılmış bir alan bırakılacaktı.
- Taraflar kuvvetlerini araç – gereç bakımından güçlendirmemeyi kabul edecekti.
- Anlaşma Devletleri tarafından kurulan bir komisyon Türk ordusunun askeri durumunu denetleyecekti.
TBMM ilke olarak barışı benimsediğini, ancak Yunanistan’ı gözeterek hazırlanan ve devletlerin bağımsızlığı anlayışına ters düşen denetim konusundaki öneriyi kabul edemeyeceğini açıklamıştır.
Büyük Taarruz ve Sonuçları
Sakarya zaferinden sonra 6 ay süren hazırlıklar sonunda, 26 Ağustos 1922’de Büyük Taarruz başladı. 30 Ağustos günü Yunan ordusu Dumlupınar’da kuşatıldı. O günkü muharebeyi doğrudan Başkomutan Mustafa Kemal Paşa yönetti ve düşmanın ana kuvvetleri imha edildi. Bu savaş tarihimize “Başkomutanlık Meydan Muharebesi” olarak geçmiştir. 31 Ağustos’ta, Eskişehir bölgesindeki Yunan kuvvetleri de bozguna uğratıldı. Dağılan düşman birlikleri bozgun halinde kaçmaya ve İzmir, Yalova, Bandırma gibi sahil şehirlerine ulaşmaya çalışıyorlardı.
Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, 1 Eylül sabahı Çal ilçesinde “Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir. İleri!” emrini verdi. 2 Eylül’de Uşak yakınlarında Yunan Başkomutanı General Trikopis ve çok sayıda Yunan subayı esir alındı. Türk ordusu 6 Eylül’de Balıkesir’e, 9 Eylül’de İzmir’e girdi. 18 Eylül 1922’de Batı Anadolu’da Yunan askeri kalmamıştır.
Büyük Taarruzun Sonuçları
- Kurtuluş Savaşı’nın askeri safhası başarıyla tamamlanmış ve Anadolu’da Yunan işgali sona ermiştir.
- Türk kuvvetleri Çanakkale ve İzmit çevresinde İngiliz kuvvetleriyle karşılaşmışlar ve taraflar arasında savaş durumu ortaya çıkmıştır.
- İtilaf Devletleri TBMM’ye ateşkes teklifinde bulunmuş ve Mudanya Ateşkes Antlaşması imzalanmıştır.


YATMA ZAMANI

GEREKLİ OLANLAR: Oyuncak hayvan Oyuncağı içine alacak büyüklükte karton kutu Eski havlu, eski kumaş parçaları, pamuk Çocuğunuz uy...