Ortaçağ, tekniğin doğuş çağıdır: Doğum uzun, güç ve acılı olmakla
birlikte, sonları yaklaştıkça gelecek çağların uygarlığının temelini kuracak,
en önemli üç icadın gerçekleştirildiğini görüyoruz. Bunlar, ortaçağın uygarlığa
başlıca katkıları ve önemli çıkış noktaları olmuştur. Bu noktalardan yapılan üç
atılım, toplumu modern çağın eşiğine getirivermiştir.
Bu icatlardan birincisi, “baskı”dır. Gutenberg'den önce hazırlanmış bir kitaba
bakarsak bu icadın önemini daha iyi kavrayabiliriz: Madenden, deriden ya da
tahtadan yapılma iki levhanın arasına sıkıştırılmış kocaman bir şey... İçinde,
papazların aylarca çalışarak, büyük bir sabır ve sanatla meydana getirdikleri
bir teoloji ya da metafizik eserinin kopyası var. Görülüyor ki, kitap, o
çağlarda pahalı bir lüks eşyasıdır. En büyük kitaplıklarda bile birkaç yüzden
fazlasını bulmak imkânsızdır. Bunlardan birini Tıp Fakültesinden ödünç almak
isteyen Kral XI. Louis bile gümüşlerini rehin bırakmak zorunda kalmıştı.
XIV. yüzyılın sonlarında, ansızın ortaya "Kylographie"ler çıkıverdi.
Bunlar, üzerlerine desenler oyulmuş tahtadan levhalardır ve bu desenlerden
birçok sayıda basılabilmektedir. Kaynağı ta uzaklarda, Çin'de olan, bu oyma
desenli basma resimlerin bazıları 947 yılından günümüze kadar kalmıştır. Konu,
titizlikle düzleştirilmiş bir levhaya işleniyor; sonra desen ya da yazının
çevresindeki tahta çelik kalemle oyuluyor ve geriye kalan kabartma kısımlar
iyice mürekkeplenip kağıda basılıyordu.
'Bu tekniği Avrupa'ya getirenlerin Türkler ya da Ruslar olduğu sanılıyor. XV.
yüzyılın başlarında, iyice yaygınlaşan bu yöntemle bir yandan kutsal resimlerin
bolca dağılması sağlanırken öte yandan da oyun kâğıtları basılıyordu. Oyun
kâğıtlarının kaynağı Hindistan olsa gerektir; bunlar, Avrupa'da görünür
görünmez kumarbaz kitlesini hemen sarmıştı. Bunlar, tahta gravürlerle basımı
sayesinde bollaşırca, fiyatları da büyük ölçüde düştü. Zamanla bu kâğıtların
tek levhayla değil de, biri resmi, öteki yanındaki yazıları taşıyan iki levha
kullanılarak basılması düşünüldü. Sonra yazıların satırlara, daha sonra da
harflere bölünmesi akıl edildi. Bütün bu olgular zincirleme olarak birbirini
izler yani birinden ötekine kolay geçilir sanılmamak; çünkü sadece hurufatı
(basım harflerini) icat etmek yetmez, bunları çabuk basmayı sağlayacak sistemi
de kurmak gerekir.
Baskının temel bulgusu olan hurufatın 1423'te gerçekleştirildiği, mucidinin de
kilise adamlarından ve çağının en önemli "kylografi" basımevlerinden
birinin sahibi Coster (1370-1440) olduğu sanılıyor. Tahtaya harfleri ilk oyan
ve bunları kelimeler ve cümleler yapmak üzere bitiştiren de Coster olsa
gerektir. 1440'dan çok önce bu yolla birçok kitaplarla Donatus'un "Latin
Grameri"ni dizmiş ve basmıştır. Sanıldığına göre, gelecek kuşakların
Gutenberg adiyle tanıyacakları Jean Gensfleich da onun çırakları arasındaydı.
1400'de Mayence'de doğan ve bir yargıcın oğlu olan Gutenberg, ailesinin yoksul
düşmesi üzerine bir zanaata girmek zorunda kalınca kuyumculuğu seçmişti. Ama
kısa süre sonra politikaya fazlaca karıştığından, ülkesinden ayrılmak zorunda
kaldı. Bir ara Coster'in yanında çalışmış olduğu ve baskının toplum hayatında
büyük bir devrim açacağını, o çağlarda sezdiği, kuşku götürmez.
Gutenberg'i 1443-1444 yılları arasında Strasbourg'da görüyoruz. Harfleri
tahtadan değil, dökümle meydana getiriyor; bir yandan da ketenyağı ve is
karasıyla ilk baskı örneklerini hazırlıyordu. 1448'de, icadından yararlanmak ve
para kazanmak üzere Mayence'e döndü. İki yıl sonra, zengin bir burjuvadan
gerekli para yardımını sağlayarak Pierre Schaeffer'le birlikte işe koyuldu.
Böylece baskı tekniği doğmuş oluyordu. Mayence'deki küçük atölyede kurşun ve
antimon bileşimi kullanılmaktaydı. Bundan böyle de dünyanın bütün dökümcüleri
hurufat imalinde bu bileşimi kullanacaklardır. O dönemde el presiyle sayfanın
iki yanına birden basılıyordu. Mizanpaj yönünden de belirli bir ilerleme
görülmüştü.
Uzman tarihçiler, Gutenberg'in ilk bastığı eserin bir astronomi takvimi
olduğunu kabul ederler (1447). Bastıklarının en tanınmışı, yalnız on iki tanesi
günümüze kadar gelen, iki sütun 36 satır ve 1282 sayfalık "İncil"dir.
Gutenberg, 1467 ya da 1468'de öldüğünde, icadı baş döndürücü bir hızla
yayılmaktaydı. Önce İtalya'yı fethetti; 1464'de Roma yakınındaki Subiaco'da;
1470'de de Roma'da ilk basımevleri kuruldu. 1469'da onu Paris'le Fransa izledi.
Budapeşte ilk basımevine 1473'te, Oxford 1479'da kavuştular. Yüzyılın sonlarına
doğru sayısız Avrupa şehirlerindeki atölyelerde her boyutta sayısız "İncil"
basılmaktaydı.
İcat, tanıtılmış, kabul ettirilmişti; iş, bunu mükemmelleştirmeye kalıyordu.
Büyük basımcılar sırayla sahneye girmeye başladılar: 1490'da Aide Manuce,
Venedik'te 1504'te Henri Estienne, Paris'te; 1555'te Christophe Plantin
Anvers'de; 1587'de Louis Elzevir, Leyde'de... Ancak Gutenberg'in kullandığı
"gotik" harfler yerine 1464'te "romen" harfleri; 1500'de de
"italik"ler kullanılmaya başlandı.
Bu büyük icadın paha biçilmez sonuçlarını sayıp dökmeye gerek var mı? İlk
ağızda felsefe eserleri ve kutsal kitaplar yayımlanmış; ucuzluğu ve küçük hacmi
yüzünden herkesin kitap sahibi olabilmesi, böylece her düzeyde ve zekâda
insanın okuyabilmesi, eleştirebilmesi sağlanmıştı. Bu, insanı doruğa yükseltme
amacını güden kendine özgü bir uygarlığın hareket noktası oldu.
KÂĞIT
Basım tekniği, cahillikle mücadelede ve uygarlık yolunda ilerlemede eşsiz bir
silah oldu. Gutenberg'den kırk yıl sonra, Nurenberg'de yirmi dört preslik, yüz
işçinin ve ayrıca 'musahhih'lerle ciltçilerin çalıştığı bir basımevi kuruldu.
Ancak, yeterli miktarda kâğıtla desteklenmemiş olsaydı, bu basımevi kurulamaz
ya da devam edemezdi.
Az önce sözünü ettiğimiz ikinci büyük ilerleme, "kâğıt" tır. Kâğıt da
Çin'den geliyordu ve yeni bir icat değildi.
Eskilerin yazı gereci olarak değişik maddeler denemiş olduklarını biliyoruz.
Mısırlılar "Papirüs" adını verdikleri bir tür kamışın gövdesini
kurdele gibi kesmişler; bunları bizim kontrplakları yapıştırdığımız gibi
yapıştırarak uzun bantlar meydana getirmişler ve üzerlerine hiyeroglif (resim
yazısı) yazmışlardı. Mezopotamyalılar da, kil tabletlerden yararlanırlar,
bunların üzerine çivi yazısı yazarlardı. Çinliler, yazıya önce tahta levhaları
oyarak başladılarsa da giderek kalemi bırakıp fırçayı tercih ettiler. Sonra,
sanatçılara özgü bir incelikle ipekli kumaşlar üzerine "ideogram"lar
(bir fikri harflerle değil resim ya da o düşünceyle ilgili işaretlerle yazma
sistemi, ideograf: Bu resim ya da işaretlerden, biri.) çizmeye başladılar.
Çinlileri yazmak için başka bir madde aramaya yönelten, kullandıkları maddenin
çok pahalı oluşuydu her halde. Öte yandan Uzak Doğu keçenin de vatanıdır ve
keçe yapımı kumaştan önce başlamıştır, öyle ki, üstünde fırçayla yazı
yazılmasına elverişli bir çeşit keçe imal etmeyi düşünmelerine şaşmamak
gerekir. Görevine "Tarım Bakanlığı" diyebileceğimiz Tsay-Lun, 105
yılında bu alandaki araştırmalar" geniş çapta destekledi. İpek
kalıntılarını lime lime ettirip suda bıraktırdı. Böylece, bir tür hamur elde
edildi. Sonra bu sulu hamur, sepetten yapılmış bir kalburun içine konulup
süzüldü. Kalburda kalan lifli madde, kâğıttı.
Tsay-Lun çalışmaları sürdürdü ve daha ucuz bir hammadde, sözgelişi bambu ya da
incir ağacı denenmeye başlandı; kalbur da geliştirildi. Denemelerin gizli
tutulması emredilmiş olmakla birlikte, bu teknik kısa sürede duyuldu. Bunun
üzerine 751'de Çinli kâğıt işçileri tutuklanıp Semerkant'a sürgün edilince,
orada hammaddesi keten ya da kenevir olan kâğıt imal etmeye başladılar. Bir
çeyrek yüzyıl sonra, kâğıt tekniğinin sırrı Bağdat'ın, sonra da Şam'ın yolunu
tuttu ve buralarda da kâğıt fabrikaları kuruldu. Araplar yoluyla yayılarak
Fas'a ve 1145'te İspanya'ya vardı. Fransa'da ilk "kâğıt değirmeni"
1190'da Herault'da dönmeye başladı. Bunu ırmak boylarında (Auvergne, Troyes,
Floransa) başka değirmenler izledi.
Avrupalılar, bu alanda büyük yenilikler getirdiler. Hamurlarını tahtadan değil,
keten ve pamuklu kumaşları parça parça ederek elde ediyorlardı. Yazılarını
fırçayla değil, kaz tüyüyle yazdıklarından, elde edilen kâğıdı -direncini
çoğaltmak için- jelatine batırıyorlardı. Bir direnç sayesinde, Gutenberg maden
hurufat pres kullanabilmişti.
Tabii kâğıt, hayvan derisinden yapılan ve çok pahalı olan parşömeni (bu kelime
Bergama şehrinin adından gelmektedir. "Tirşe"de denilir. Bugünkü
"parşömen kâğıdı" ile karıştırılmamalıdır.) hemen gözden düşürdü.
Yeni sanayi, basımın yaygınlaşmasıyla ilerledi. Hem öylesine ilerledi ki, kısa
zaman sonra hammadde sıkıntısı çekilmeye başlandı. Yün işe yaramadığından,
mısır kutnusuna (öbür adı "dimi". Sıkı dokunmuş bir çeşit pamuk bez.)
başvurmak gerekti. Ancak öte yandan halkın bir kısmı zenginleştiğinden, çamaşır
ihtiyacı da artmış; bu yüzden pamuklu kumaşta da büyük imalât artışı olmuştu.
Moda, bilimin yaygınlaşmasına hizmet ediyordu...
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
YATMA ZAMANI
GEREKLİ OLANLAR: Oyuncak hayvan Oyuncağı içine alacak büyüklükte karton kutu Eski havlu, eski kumaş parçaları, pamuk Çocuğunuz uy...
-
Türk milletinin bugün ve gelecekte tam bağımsızlığa, huzur ve refaha sahip olması, devlet yönetiminin millet egemenliği esasına dayandırılma...
-
KARADENİZ BÖLGESİ A. BÖLGENİN GENEL COĞRAFİ ÖZELLİKLERİ Türkiye’nin kuzeyinde yer alan bölge, ismini Karadeniz’den alır. Doğuda Gürc...
-
14. Yüzyıl Başlarında Anadolu ve Avrupa’nın Genel Durumu 1243 yılında Kösedağ Savaşı’nı kaybeden Türkiye Selçuklularının merkezi otorites...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder