(1871 -1937) Yüzyılımızın başında bilimde yer alan büyük devrimsel
atılımlar genellikle "Planck" ve "Einstein'ın adlarıyla bilinir.
Oysa onların kuramsal atılımlarının yanısıra, sonuçları bakımından son derece
önemli deneysel çalışmalar da vardır. Bunların başında, Marie Curie ve Ernest
Rutherford'un radyoaktivite üzerindeki çalışmaları gelir.
Rutherford, dış görünümüyle bir bilim adamından çok bir "çiftlik
kâhyası" ya da bir "aşiret reisi"ni andırmaktaydı. Esmer,
irikıyım yapısı, gür sesi ve pos bıyığıyla yabanıl ve ürkütücü; her yönüyle
heybetli bir kişiydi. Laboratuvarında bir şey tersine gitmesin; kükreyen sesi
ortalığı sarsar, asistanlar suspus olurlardı. Oysa bu kızgınlık gelip
geçiciydi; onun hiç bir yapmacığa kaçmayan anlık sert davranışlarının gerisinde
sıcak, sevecen yaradılışı saklıydı.
Ernest, Yeni Zelanda'da küçük bir çiftlikte dünyaya gelmiştir. İskoç göçmeni
olan babası, araba tamircisiydi. Ernest, yoksul ve kalabalık bir ailenin içinde
büyüdü. Ne var ki, daha küçük yaşta sergilediği olağanüstü öğrenme merakı ona
çevredeki en iyi okulların kapısını açtı. Özellikle üniversitedeki parlak
başarısıyla dikkatleri çekti ve kazandığı burs, bilim ateşiyle yanan
delikanlının yaşamında yeni bir dönemin başlangıcı oldu. 1894'de, Cambridge
Üniversitesi ünlü fizik bilgini J.J. Thomson'un yanında çalışmak üzere
İngiltere'ye geldi.
Üniversiteye bağlı Cavendish Laboratuvarı'ndaki ilk yılını radyo dalgaları,
ikinci yılını yeni keşfedilmiş olan X-ışınları üzerindeki çalışmalarla geçirdi.
Sonra, yaşam boyu uğraş konusu olan radyoaktivite üzerindeki araştırmalarına
koyuldu. Adı kısa zamanda bilim çevrelerinde duyulan Rutherford'u 1898'de,
Kanada'da McGill Üniversitesi, fizik profesörlüğüne çağırdı. Genç bilimadamı
beklenmedik bu çağrı karşısında bir ikilem içine düştü: Bir yanda erişilmesi
güç, saygın bir unvan, öte yanda araştırma ortamı olarak bulunmaz nimet saydığı
Cavendish Laboratuvarı.
Rutherford 27 yaşındaydı. Kısıtlı bursu ile nişanlısını İngiltere'ye
aldırtamaması bir yana; kendi yolculuğu nedeniyle yaptığı borcu bile
ödeyemiyordu. Aldığı öneri ona bu olanakları da sağlayacaktı. Rutherford,
sonunda ister istemez çağrıyı kabul etti. Karar isabetliydi: McGill'de
geçirdiği yaklaşık on yıl içinde hem radyoaktif atomların kendiliğinden değişik
nitelikte atomlara dönüştüğünü ispatlayarak Nobel Ödülü'nü kazandı; hem de
atomun yapısına ilişkin olarak aranan açıklığı getiren çekirdek buluşunu ortaya
koydu.
Birbirini izleyen başarılarına değinen bir meslekdaşı, "Sen gerçekten çok
şanslı birisin: hep dalganın tepesinde seyrediyorsun," diye takıldığında,
Rutherford'un yanıtı kısa ve çarpıcı olmuştur: "Unutma, o dalgayı ben
kendim yarattım." Alçakgönüllülük bir yana, Rutherford çoğu kez insanları
küçümserdi. Ona göre, bilim ya fizikti, ya da pul koleksiyonculuğu. Ama Nobel
Ödülü'nü fizikten değil, küçümsediği kimyadan almıştı. Hatırlatılınca,
elementler gibi kendisinin de transmutasyona uğradığını söyleyerek, işi şakayla
geçiştirirdi.
1887'de J.J. Thomson'un elektronu keşfetmesiyle, bilim dünyası yeni bir
problemle karşı karşıya kalmıştı. Negatif elektrik yüklü elektronlar, hidrojen
atom kütlesinin ikibinde biri kadardı; oysa hidrojen, en basit madde türü
olarak biliniyordu. Üstelik Thomson, hangi elemente ait olursa olsun, atomların
özdeş parçacıklar saldığı görüşündeydi. Bu da elektronların, sözü geçen
parçacıkların bir bölümü olduğu anlamına gelmekteydi. Yanıtlanması gereken soru
şuydu: Atomlar eskiden sanıldığı gibi basit, bölünmez birimler değilse, atomun
yapısal özelliği ne olabilirdi?
Thomson, atomun, içinde elektron taşıyan pozitif elektrik yüklü top biçiminde
bir madde olduğunu ileri sürmüştü. Başka bir deyişle, atom basit değildi; ama
katı, yoğun bir madde olmanın ötesinde birşey de değildi.
Rutherford'un radyoaktiviteye ilişkin ilk önemli buluşu, "alfa" ve
"beta" dediği iki değişik ışının varlığını belirlemesiydi. Ayrıca,
asistanı Soddy ile birlikte bir elementin bir başka elemente dönüşümünde
radyoaktivitenin rolünü, deneysel olarak kanıtlamıştı.
1907'de McGill'den Manchester Üniversitesi'ne geçtiği zaman ilk ele aldığı
problem atomun yapısıydı. Araştırmasında, beta parçacıklarından sekizbin kat
daha yoğun olan alfa parçacıklarının işe yarayacağını düşündü. Hans Geiger ve
Ernest Marsden adlı iki asistanını, alfa parçacıklarının ince bir altın
yaprağına çarptığı zaman nasıl dağıldıklarını incelemekle görevlendirdi. Alman
sonuç beklentiye hiç de uygun değildi. Parçacıkların büyük çoğunlukla altın
yapraktan doğrudan geçtiği gözlenmişti. Sanki altın yaprağın yapısında geçişi
engelleyen hiç bir atom yoktu! Ama gözden kaçmaması gereken durum, yaprağa
çarpan alfa parçacıklarının yaklaşık 20.000'de birinin geri sapmasıydı. Bu ne
demekti?
Uzun bir bocalamadan sonra Rutherford bu gözlemin, atomun yapısına ilişkin
ipucu verdiğini gördü: Atomun kütlesi neredeyse tümüyle, kapsamında son derece
küçük bir yer tutan pozitif elektrik yüklü bir çekirdekte toplanmış olmalıydı.
Çekirdeğin çevresinde hızla dönen elektronlar ise pozitif yükü dengeleyen
negatif yüklü daha küçük parçacıklardı. Kısacası atom güneş sistemine benzer
bir düzen sergilemekteydi. Alam büyük ölçüde boş bir atom gözönüne alındığında,
alfa parçacıklarının neden büyük bir çoğunlukla, hiç bir engelle karşılaşmamış
gibi altın yapraktan geçtikleri açıklık kazanmaktaydı.
Mikroskopla görülebilen nesnelerden bile küçük olan atomdan daha da küçük olan
çekirdek ve elektron gibi parçacıkları hayalde canlandırmak kolay değildir.
Rutherford'un modelini çizdiği atomu bir futbol stadyumu büyüklüğünde
düşünürsek, çevresinde birkaç sineğin döndüğü çekirdek, bu alanda bir golf topu
büyüklüğünde olacaktır.
Rutherford, kuramcı bir bilimadamı değildi: Ona göre, her problemin çözümü
deney sonuçlarıyla sınırlı tutulmalıydı. Öyle ki, ortaya koyduğu atom modelinin
kuramsal açıklama gerektiren önemli bir sonucuna duyarsız kalmıştı. Üstelik
atom modeline ilişkin deneysel kanıtları, yerleşik fizik yasalarıyla da tam
bağdaşır değildi.
Örneğin, negatif yüklü elektronlar belirtildiği gibi gerçekten çekirdek
çevresinde hızla dönüyorlarsa, bunların da devinen diğer elektrik yükleri gibi,
radyasyon oluşturmaları gerekirdi. Bir elektrik yükünün, antende yukarı ve
aşağı hareket ettirildiğinde radyasyon üretmesi buna bir örnektir. Çekirdek
çevresinde dönen elektron, gerçekten radyasyon çıkarsaydı, çok geçmeden
yavaşlayıp çekirdeğe kapanması ve atomun tümüyle çökmesi beklenirdi (Soruna
kuramsal açıklamayı ortaya koyan kişi, daha sonra Rutherford'un seçkin
öğrencisi olan Niels Bohr'dur).
Rutherford 1908'de Nobel Ödülü'nü, 1914'de "Lord" unvanını aldı.
1919'da Cavendish Laboratuvarı'nın başına geçti. Cavendish onun yönetiminde çok
geçmeden dünyanın başta gelen deneysel fizik merkezi oldu. Burada giriştiği ilk
çalışmalardan biri, yine alfa parçacıklarını kullanarak bir elementin başka bir
elemente yapay dönüşümünü gerçekleştirmek oldu.
Deneyde, alfa parçacıklarının, nitrojen atomları gibi daha hafif atom
çekirdeklerine çarptırıldıklarında, geriye sapmaksızın çekirdekle kaynaştıkları
ve nitrojen atomunun oksijen atomuna dönüştüğü görülür. Bu süreçte başka bir
parçacığın ortaya çıktığını saptayan Rutherford, çekirdeğin temel taşı saydığı
pozitif yüklü bir parçaya "proton" adını verdi.
Kütlesi bakımından diğerlerine benzeyen, ama elektrik yükü olmayan üçüncü bir
parçacık daha söz konusuydu ("Nötron" denen bu parçacığı
Rutherford'un asistanı James Chadwick 1932'de bulur). Bu, bilimsel araştırmaya
bol paranın henüz akmadığı bir dönemdi. Cavendish'te bile deneyler, "derme
çatma" denebilecek basit araçlarla sürdürülüyordu.
Rutherford'u ziyarete giden tanınmış bilim yazarı Ritchie Calder, gördüklerini
şöyle anlatmıştı: "Konuşmamız sürerken bir ara, işlerin nasıl yürüdüğünü
görmek ister misiniz?' diyerek kolumdan tuttu, beni laboratuvarın yüksek voltaj
bölümüne götürdü. Karanlık denilebilecek bir odaya girmiştik; yapay bir şimşek
çakıp duruyordu. Sonra parçalanan atomları kaydeden bir sayacın tıkırtı
seslerini duyduk. 'Atom parçalayıcı' dedikleri bir makinenin önündeydik;
günümüzdeki yüksek voltaj akseleratörleriyle karşılaştırıldığında son derece
ilkel kalan bir makine!
Rutherford ve ekibi işte bu araçlarla çalışıyorlardı. 'Paramız olmadığı için
kafamızı kullanmak zorundayız,' diyordu Rutherford. O, yalnız araçlarının
basitliğiyle değil, bilime yaklaşımındaki basit tutumuyla da övünç duymaktaydı.
'Kendim çok basit olduğum için,' diyordu, 'doğanın da temelde basit olduğuna
inanıyorum' ".
Rutherford, bir dizi seçkin fizikçi yetiştirmekle kalmadı, onlara büyük bir
esin kaynağı da oldu. Nükleer fizik onun dünyasıydı. Bu alandaki öndeyilerinden
pek azı yanlış çıkmıştır. Yanılgılarından biri, çekirdekteki saklı enerjinin
sürgit kilitli kalacağı inancıydı. Ölümünden çok değil iki yıl sonra bu
enerjinin atom bombasına dönüştürülebileceğine artık kesin gözüyle bakılıyordu.
Neyse ki, şansı bir kez daha yüzüne gülmüştü: Hiroşima'daki korkunç patlamayı
duymayacaktı.