15 Şubat 2014 Cumartesi

BALON

Buhar sorununu bilimsel yönden geliştirmesinden ötürü Watt, bu devrimlerin kaynağı sayılmalıdır. Ondan önce Newcomen'in makinesi ağır ve zor ilerliyor, teknik yerinde sayıyordu. Watt’ın aracılığıyla bilimin işi ele alması üzerine bu yavaş gidişte birden bir canlanma görüldü. Tekniğin ilerleyişi bir devrim niteliğini aldı, olayların akışı büyük bir hız kazandı. Bilim, insanlık tarihinde üçüncü defa müdahalede bulunuyordu, ama bu müdahalesi, toplumda bundan böyle büyük bir rol oynayacağını kanıtlayacak nitelikteydi.

Şimdilik bütün rolü, yalnızca icat edilmiş bir makinenin geliştirilmesi ve mükemmelleştirilmesiydi. Ama bundan sonra tam tersine bir oluşumla karşılaşılacağı anlaşılıyordu. Çünkü bilim bazı dallarda tekniğin kendisinden önce davranmasına meydan vermeyecek kadar ilerlemişti. Artık mucite hangi yönün daha elverişli ve hangi bulguların daha yararlı olacağını bilim gösterecekti. Söz hakkı, usta teknisyenlerin değil, bilimsel düşünce ve deneylerle ilerleyen bilim adamlarınındı. Bu dönemin bilimi en çok gazlar konusunda, ilerlemiş bulunduğuna göre, en göz kamaştırıcı icadını da elbette bu alanda verecekti.

Bu döneme kadar "gaz teorisi"ni kuranlar fizikçiler olmuştu; yani gazların yalnız fiziksel özellikleri üzerinde durulmuştu. XVII. yüzyılın ortalarına doğru kimyacılar da bu konuya ilgi göstermeye başladılar, o güne kadar yalnız bir tür "hava" var sanılıyordu; o da soluk aldığımız hava; Fransa'da Lavoisier ve Berthollet; İngiltere'de Cavendish ve Priestley; İsveç'te Scheele; Rusya'da Lomonosov genel olarak kullanılan "hava" teriminin birçok gazları kapsadığını kanıtladılar; 1772'de Priesley, bu konuda yazdığı bir eserinde gazların bir dökümünü yaptı. Saydığı gazlar şunlardır: "ateş havası" (oksijeni kastediyordu.) "sabit hava" (karbonik gaz), "güherçileli hava" (azot bioksidi), "yanar hava" (hidrojen), "flogistikli hava" (azot) vb. Ayrıca bunların yanarlığı, yoğunluğu gibi özelliklerini de açıklıyor; "sabit hava"nın deney kabının dibinde kalan ağır bir gaz, "yanar hava"nın hafif ve uçucu olduğunu anlatıyordu.

Briestley'in keşiflerinin yarattığı heyecana kapılanlar arasında Etienne Montgolfier (1745 . 1799) adlı Annonayli bir Fransız da vardı. Tanınmış bir kâğıt fabrikatörünün oğlu olan Montgolfier, Soufflot ile birlikte Paris'te mimarlık öğrenimi gördükten sonra babasının fabrikasında çalışmak üzere ülkesine dönmüştü. Fransa'da bilimsel zekâsını kullanmak, yeni yöntemler keşfetmek ve Fransız kâğıtçılığına yenilikler getirmek fırsatını buldu.

Deneylere güvenen, zeki, metotlu ve sakin bir insandı. Bu kişiliğiyle de ağabeyi Joseph'in tam karşıtıydı. Kardeşi kadar yaratıcı ve parlak bir zekâya sahip olan Joseph (1740-1810), hayalci, iradeli ve ateşli bir gençti. Aslında bu iki zıt yaradılış birbirlerini tamamlıyordu. Joseph garip bir fikir ortaya attı mı, Etienne onu hemen dengeler, yoluna koyar ve uygulardı. Vivarais dağının doruğunda uçuşan bulutları kıskanmak, "suni bulut" meydana getirmeyi ve onun asılları gibi uçuştuğunu düşlemek ancak Joseph gibi birinin aklına gelebilirdi. Çevresindekiler varsın kahkahayla gülsünler... Buna bir Etienne gülmemişti; çünkü Priestley'in kitabında "havadan daha hafif ve daha ağır ofan gazlar" olduğunu okumuştu. Bunlardan biri, bir zarfa doldurulabilse havada yükselemez miydi?

Bu zarfın atmosferde, hiç değilse kendi yoğunluğuna eşit bir gaza rastlayıncaya kadar yükselmesi mantık gereğiydi. Hemen deneylere girişerek kağıttan bir kese yaptı, bunu demir parçaları üzerine sülfirik asit dökerek elde ettiği "yanar hava"yla (hidrojen) doldurdu. Kesekâğıdı bir süre uçtuktan sonra düştü. Gaz çok inceydi, kâğıttan geçip havaya karışmıştı. Daha elverişli bir gaz bulmak gerekliydi.

İki kardeş, bu defa nemli samanla yün yaktılar, çıkan gazla doldurulan kese tavana kadar yükseldi. Bu yükselişin nedeni, o günlerde sanıldığı gibi, saman-yün karışımının kimyasal bir özelliğinden ileri gelmiyordu. Isınan havanın daha hafif olduğunu İsviçreli fizikçi Horace de Saussure (1740-1799) o yıllarda kanıtladı.

Bu olaylar sırasında, iki kardeş ipekten paralelyüz biçiminde iki metre küplük bir zarf imal ettiler. Bunu sıcak havayla doldurunca uçtuğunu ve tavana gidip yapıştığını gördüler. Bu deneyden cesaret alarak yirmi metre küplük bir zarf imal etmeye koyuldular. Bu defa, deneylerini açık havada yaptılar. "Balon," kendisini ateşin üstünde tutan ipleri kopartarak havalandı ve 300 metreye yükseldi. Böylece Montgolfier kardeşler kendilerini var güçleriyle çalışmalarına verdiler. Hemen 11.50 metre çapında, 750 metre küp hacminde yeni bir balon imal ettiler. Bu balon ambalaj bezinden yapılmış ve kâğıtla astarlanmıştı. 215 kilo geliyor, ayrıca 200 kilo da yük alıyordu. Başarılarının daha geniş yankılar yapması ve daha çok kişi tarafından izlenebilmesi için deneylerini Vivarais Meclisinin toplanacağı 5 Haziran 1783'te uygulamaya karar verdiler.

O gün bütün şehir halkı alanda toplanmıştı. Tam ortada içi boş şekilsiz bir balon durmaktaydı. Montgolfier kardeşlerden biri, resmi kişilere doğru ilerledi. "Sayın meclis üyeleri, bu büyük keseyi buharla dolduracağız. Az sonra göklere yükseldiğini göreceksiniz," dedi. Kesenin altında samanla yün yaktılar. Seyirciler, kesenin kırışıklarının açılıp şiştiğini ve kusursuz bir küre biçimini aldığını gördüler. Bunu sekiz kişi zor zaptediyordu; derken ansızın bıraktılar! Kalabalığın soluğu kesilmişti. Balon yükselmeye başladı; 2.000 metre kadar gittikten sonra birden söndü ve hareket noktasından 4 km. uzakta bir bağa ağır ağır düştü.

Bu olay yalnız bilim dünyasında değil bütün dünyada büyük bir heyecan yarattı. Ezeli düş gerçek olmuş, ağırlık yenilmiş, insan dehası göklerin egemenliğini ele alarak bulutlarla, kuşlarla boy ölçüşür duruma gelmişti. Bilimler Akademisi, böyle olağanüstü bir olaya tanık olmak istedi. Deneyin masraflarını yüklenerek tekrarlanması için Montgolfier kardeşleri Paris'e çağırdı; bir yandan da uzmanları deneyin ayrıntılarını hazırlamakla görevlendirdi.

Jeolog Faujas de Saint-Fond deneye katılma kaydı açtı; yapımcı Anne-Jean Robert (1758-1820) balonun imalini ele aldı; tanınmış Fizikçi Jacques Charles (1746-1823) de girişimin bilimsel yönetimine atandı.

Özellikle gazların genleşmesi konusunda incelemeler yapmış olan Jacques Charles yalnız meslektaşlarının saygıyla eğildikleri bir bilim adamıydı. "Uçan bir makine" meydana getirme işiyle görevlendirildiğinde, bilimsel bir ruhla işe koyuldu ve sıcak hava yerine hidrojeni kullanmaya karar verdi. Ne yazık ki, Robert'in "Mariot Kanunu"ndan haberi olmadığından kusursuz bir küre biçimi vermek için balonu iyice doldurdu. 27 Ağustos 1783'te, Paris halkının yarısının toplandığı Champ-de-Mars'da toplar atılmaya başladı. Bu işaretle havalanan balon, bir anda 1.000 metreye yükselip bulutların arasında kayboldu. İnsan zekâsının bu 'mucize'si karşısında kalabalık bağırıyor, haykırıyor, kucaklaşıyor, ağlaşıyordu. ne var ki, balon yükseğe çıkınca aşırı gerilmiş, patlamış ve Paris' ten yirmi kilometre uzağa düşmüştü.

Bu sırada Etienne Montgolfier de, Paris'e gelmiş ve "Montgolfiere" imal etmeye başlamıştı. Bu yine küre biçiminde, altın renkli işlemelerle süslü mavi bir balondu. Altına bir kafes asarak içine bir koyun, bir horoz, bir de kaz koydukları balonu Versay sarayında kral, kraliçe ve saray mensupları önünde salıvermeye karar verdiler. Kararlaştırılan zamandan üç saat önce, sarayın parkları ve civar sokaklar görülmemiş bir kalabalıkla dolmuştu.

Saat ikide halatlar kesildi ve balon 'yolcularını' alarak havalanmaya başladı. On dakika sonra da Vaucresson koruluğuna indi. Herkes hayvanların yolculuğu nasıl geçirdiklerini öğrenmek için oraya koşuştu. Hedefe ilk varan Pilatre de Rozier, kafesi açınca hayvanlar sağ salim dışarıya fırladılar. Böylece atmosferin yüksek tabakalarının canlılar için solunuma elverişsiz olmadığı da kanıtlanmış oldu.. Bu gözlem gözü pek bir insan olan Pilatre'i çok heyecanlandırmıştı. İnsanların önlerinde açılan bu yepyeni egemenlik alanının kâşiflerinden yalnız hayvanlar olmasına gönlü razı gelmiyordu. Bu yeni dünyayı insan keşfe çıkmalı ve bu kişi de kendisi olmalıydı.

Pilatre yalnız gözünü budaktan sakınmaz kişi değil, aynı zamanda bir bilim adamıydı da. Montgolfierler onun verdiği ölçüler üzerine, 20 metre yüksekliğinde 16 metre çapında bir balon imal etmeye koyuldular. Sıcak havanın girdiği alt deliğin ağzına sorgun ağacından küçük bir bölme eklediler. Ocağı meydana getirecek olan saman yığınını buraya doldurdular. Deney günü yaklaştıkça sorumlu kişileri bir korkudur alıyordu. Bir insanın kendisini böyle çılgınca bir tehlikeye atmasına izin verilecek miydi? XVI. Louis, "Kurban olarak insan verilmek isteniyorsa, ölüme mahkum kişileri koşsunlar bu işe!" diye emretti. Pilatre bundan gocundu, "Göklere yükselme onurunu aşağılık canilere mi vereceğiz? Hayır, asla bu olmayacak," diyerek dostlarından D'Arlandes Marki'si François-Laurent'ı kralı ikna etmeye gönderdi.

Deney günü saat 13'te balon gözü pek yolcusunu ve ona katılan D'Arlandes'i de alarak Muette bahçesinden havalandı. Balon ve yolcular 1.000 metre yükseklikten Paris'in üstünde dolaştılar. Sokaklar, balkonlar, hatta damlar insan almıyordu. Balon Butte-aux-Cailles'a yumuşak bir iniş yaptı. Yolcular, yer çekiminin bin yıllık zincirlerini kıran yiğit şövalyelere yaraşır bir zafer alayını artlarına takıp başkente döndüler.

GÜDÜMLÜ BALONLARIN KISA SALTANATI

Patlamalı motorlar ve havalı lastikler, mekanik -uygarlığın iki temel icadı olmuştu. Yöremize bir göz gezdirmek bu iki icada neler borçlu olduğumuzu anlamaya yeter. Özel arabamızdan traktöre, motosikletten otobüs ve sanayi motorlarına kadar her şey bunlara dayanmaktadır. Şimdi bunlara bir de uçağı eklemek gerekir.

Ikarus'un şairane hayalini gerçekleştiren işte bu patlamalı motor ve havalı tekerlek oldu. Ne var ki bu, sayısız bilim adamlarının uzun ve inatçı çalışmalarına, Lalande gibi bazı bilginlerin, saçma şeylerle uğraşıyor denilip alaya alınmalarına, hatta bazılarının hayatına mal oldu. Bununla birlikte, kabul etmeliyiz ki, bazı çılgınların imal ettikleri ilkel araçlarla kuşlar örneği uçacaklarını ileri sürmeleri karşısında, kuşku ve inansızlık gösterenler, bütünüyle haksız değillerdi. Gerçi Lalande'ın zamanında aerodinamik bilimi mevcut değildi, ama bu girişimlerin iyi bir sonuca ulaşamayacağını anlamak için statiğin belli başlı kanunlarını bilmek yeterliydi.

Hareketli kanatlar takıp uçacağını öne süren cüretli mucit cahil kişi olsa gerekti; çünkü o kanatlarla üstüne dayanacağı havanın direnciyle kendi öz ağırlığını oranlamayı bile bilmiyordu, insanın kuş olmadığını, bunun sonucu olarak onlar gibi kanatları idare edecek kadar güçlü karın kaslarına sahip bulunmadığını da unutuyordu. Zaten XIX. yüzyılda girişilen bütün "uçan adam" deneyleri halkın kayıtsızlığıyla karşılaşmıştı. Halkın aklı ancak "havadan daha hafif"e erebiliyordu. Böylesi, yolcusunu kazasız belâsız taşıyabilecek tek hava aracıdır, deniyordu. Gerçi balon güdümlü bir araç değildi ve ilerlemek için rüzgârın sürüklemesine uymak gerekiyordu, ama günün birinde bunun da çaresinin bulunacağına herkes inanıyordu.

Güdümlü balon karşılarına yine o bildik "havadan daha hafif" sorununu çıkartmaktaydı. Çünkü güdüm ancak motorla olabilirdi. Bu durumda motor hem çok hafif, hem de dümeni ve pervaneyi çevireceğinden aynı zamanda güçlü olmalıydı. Görülüyor ki, güdümlü balon, sadece buharlı makinenin tanındığı bir dönemde gerçekleşebilecek bir tasan değildi. Sözgelişi Giffard'ın, 1852'de kendi balonuna taktığı buharlı makine 450 kilo ağırlığında ve olup olacağı 3 beygirgücündeydi. Üç beygir de etkili bir güdüm sağlayabilecek bir güç değildir.

Elektrik motorlarının icadı araştırmalara yeni bir yön kazandırdı ve mucitlerin hevesini körükledi. 1883'te Gaston ve Albert Tissandier kardeşler elips biçiminde ve 28 m. uzunluğunda bir balon imal ettiler. Buna, pillerle beslenen bir Siemens elektrik motoruyla döndürülen bir pervane de eklediler. Bütün bunların toplam ağırlığı 300 kiloyu bulmuştu ve bir buçuk beygirlik gücü vardı. Öyle ki bu girişimde de gerekli güdümün elde edilmesi mümkün değildi.

Balonlara güdümlülük verme fikri yavaş yavaş bir efsane olarak görünmeye başlamıştı ki, 1884'te Charles Renard (1847-1905) yaptığı deneyle bunun aksini kanıtlayabildi. Bu havacı 8 beygirgücünde ve 564 kilo gelen bir elektrikli motor koymayı başardı. La France adını verdiği 50 metrelik balonuyla 7.600 km.'lik bir uzaklığı gidip döndü. Deney ispatlayıcıydı ama olağanüstü bir başarı ve gelecek vaat etmeyen bir gösteri gibi görünüyordu. Gerçi motorun gücünü artırabilirlerdi ama güçle birlikte ağırlık da artıyordu.

Patlamalı motorların yaygınlaşması ve gelişmesi yeni ufuklar açtı. 1897'de Alman Woelfert balona, bir Daimler motoru yükledi. Deutschland adını verdiği bu balon 28 m. uzunluğundaydı ve iki pervaneliydi. Ama ne yazık ki havacı, bu hacimdeki bir hidrojen balonunun içinde alev saçan bir patlamalı motor oturtmanın barutla ateşi bir arada bulundurmak demek olduğunu düşünememişti. Öyle ki 14 Haziranda yaptığı deneme faciayla sona erdi.

Balonla patlamalı motoru bağdaştırmayı ilk başaran ünlü Brezilyalı Alberto Santos-Dumont (1873-1932) oldu. Ve 19 Ekim 1901'de "Deutsch" armağanını kazandı. Bu armağanın, Sint-Cloud'dan hareket edip Eyfel'in çevresini dönecek ve hareket noktasına inecek ilk balona verilmesi kararlaştırılmıştı. Santos-Dumont'un balona nasıl hâkim olduğunu görenler şaşmış ve hayran olmuşlardı. Balonda güdüm savaşı kazanılmıştı. Henüz uçak sözü edilmediği ve Ader'in ordunun anlayışsızlığını görüp kabuğuna çekildiği bu dönemde meydan güdümlü balonundu.

Fransa'da ve Almanya'da mucitler ve halk heyecan içindeydi. Cüretli zenginler yarışırcasına mucitleri kışkırtıyorlardı. Zengin Fransız sanayicisi Paul Lebaudy (1858 -1937), 1902'den başlayarak bir seri güdümlü balon yapılması için bir servet harcadı, ama bunların çoğu facialarla son buldu, içlerinde en şanslı olan, Mühendis Julliot'nun yapısı Liberte (1909), 63 m. uzunluğunda 12.50 m. çapındaydı ve 120 beygirlik bir motor ona 40 km.'lik hız vermekteydi.

Almanya'da bu işlerin başında Graf von Zeppelin bulunmaktaydı (1838-1917). Sarsılmaz bir inançla çalışmakta t)tan bu kişiyi halk heyecanıyla ve imparator da lütuflarıyla desteklemekteydiler. Birçok acı tecrübeler geçirdiği ve facialara tanık olduğu halde, bu manevi desteklemeler sayesinde umutsuzluğa düşmedi ve gerçekten dev bir hava filosu meydana getirmeyi başardı. "Zeplinler kafes şeklindeki demir iskeleti! dev iğler olup taşıdıkları hidrojen balonları sayesinde havalanmaktaydılar, ilkinin boyu 128 m. ve hacmi 11.000 metre küptü (1900). Ve iki tane 16 beygirlik motorla işlemekteydi. Sonuncusu (1936) Avrupa ile Amerika arasında ticari bir havacılık hattında çalışıyordu: bunun hacmi 105.000 metre küptü ve motoru da 2.650 beygirgücündeydi. Salonu, yemekhanesi konforlu ve fresklerle süslüydü; ayrıca bir sigara salonuna, duş odasına da sahip olan bu güdümlü balon 50 yolcu taşımaktaydı.

Zeplinler dev araçlardı; sonuncusunun boyu 200 m.'yi buluyordu. Fakat o oranda da tehlikeliydiler; çünkü taşıdıkları hidrojen faciaya sebep olmak için bir kıvılcım bekliyordu. Eninde sonunda güdümlü balon yok olmaya mahkûmdu.

1914'ten başlayarak Graf von Zeppelin, 148 m. uzunluğunda ve 600 beygirgücünde bir motorla işleyecek olanı "Zeppelin IV"ün montajıyla uğraşıyorken uçak deneme safhasından çıkmış, askeri ve sivil alanda parlak bir geleceğe doğru uçmaya başlamıştı bile.

HAVACILIĞIN BEŞİĞİ

Balon, XX. yüzyılın başında en mükemmel durumuna geliyor ve bir yığın mucit güdümlüsünü de imal edebileceklerini ileri sürüyorlarken, "havadan daha ağır" olan bir şeyin ardından koşanlar bulunduğuna herkes şaşıyordu.

Oysa böyle düşünenler yanılıyorlardı; çünkü tabiatta balona benzeyen bir örneğin bulunmamasına karşılık kuşlar, "havadan daha ağır"ın tipik örnekleriydi. Uçurtma çoktan beri biliniyordu. İnsanı taşıyabilmesi için daha büyüğünü imal etmek yeterdi. Bir yığın araştırmacı işte bu mantığı yürütüyor ve bu uğurda kurbanlar veriyorlardı, insan kaslarının uçmak için yeterli güçte olmadığını çabuk anladıklarından tek umutları motora kalmıştı.

Sorunu bilimsel olarak ilk inceleyen İngiliz George Cayley (1773-1857) oldu; hatta vatandaşı William Samuel Henson 1842'de elli metre boyunda tek kanatlı bir uçak bile imal etti. Ama uçuramadı, çünkü ağırlık ve güç sorunu henüz çözümlenmemişti; buharlı makineyle çözümlenecek gibi değildi. Öyle ki, yapılacak bütün denemelerin boşa gitmesi kaçınılmaz bir sonuçtu. Gerçekten de 1895'te İngiliz mühendisi Hiram Maxim (1840-1916) ve büyük Amerikalı fizikçi Samuel Langley'in (1834-1906) 1903'teki denemeleri başarısızlıkla sona erdi.

Buharlı uçan makineyi uçurmayı başaran tek mucit Fransız Clement Ader (1890 ve 1897) oldu. Balonun aracılığı olmaksızın göğe yükselebilen ilk insanın Ader (1841-1925), P.T.T.'de mühendisken mucitlik hevesiyle işinden çıkmıştı. Başarılı oldu ve epey de para kazandı. O zaman kendini rahatça, "havadan daha ağır" sorununu incelemeye verdi. Yaklaşık bir milyon frank harcadı, ama amacına da ulaştı. 9 Ekim 1890'da, pervanesi 20 beygirgücündeki bir makineyle dönen ve ağırlığı beygir başına 15 kg. olan aracı yerden kalktı.

Yedi yıl sonraki başarısı yerden kalkmakla da kalmadı; bir hamle yaparak 300 m. uçtu. Bu başarıyı gerçekleştirdiği aracı; birer ufak buhar makinesiyle dönen, iki pervaneli ve 16 metre boyunda koca bir yarasaydı. Ader makinenin kendisini alıp götürdüğünü, aşağıda yerin hızla gömüldüğünü ve rüzgârın gücüyle, hazırlanan pistin dışına sürüklendiğini görünce soğukkanlılığını kaybetti. Motoru durdurarak kendini inişe koyuverdi. Anlayışla karşılanması gereken böyle bir telâş, buna rağmen aleyhine oldu; çünkü deneyde hazır bulunan Savunma Bakanlığı delegeleri denemeyi yeterli bir başarı saymadılar ve bakanlığın desteğini reddettiler. Çaresiz ve umutsuz kalan Ader havacılığın dikenli yollarından usulca uzaklaştı.

Ader'in başarısızlığı, "havadan daha ağır"ın başarılı sonuca varabilmesi için hafif makinenin yeterlj olmadığını, bu aracı kullanmayı bilmek de gerektiğini ispatlamıştır. Aracın itici bölümünde kusur yoktu; beygir başına 3 kilo gelmekteydi ki, bu gerçekten büyük bir başarıydı. Ancak, resmi deney için sınırlanan alanı geçmiş olsaydı bile pratik bir makine haline gelemeyecekti; aracın itici bölümünü başarıyla meydana getirmişti, ama aerodinamik bölümün sırrını keşfedememişti. Ader'in pilotluğu bilmediği kadar aracı da uçmayı bilmiyordu.

Bütün öncüler gibi Ader de bir makinenin uçabilmesi için kuşa benzemesi gerektiğini düşünmüştü. Buna inanıldığı için de leyleğin, akbabanın uçuşu inceleniyor, kanatları ve bunları nasıl kullandıkları gözlemleniyordu. Ama araştırmacılar tabiatı kılı kılına taklit etmenin söz konusu olamayacağını tahmin edebilmeliydiler. Hayvanların imkânları ayrıdır, insanınki ayrı. Onları inceleme, kopya etmeye varacaksa yararsızdı; tersine bunların işleme mekanizması anlaşıldıktan sonra insanın imkânlarıyla oranlanarak bir sonuca varmak gerekirdi.

Bunu böyle anlayıp araştırmalarını bu açıdan yapan ilk bilim adamı Alman Otto Lilienthal (1848-1896) oldu. Kendini bütün kalbiyle ve ruhuyla uçma sorununa verdi; bu sorunun bilgini, yapımcısı, akrobatı, fizyolojisti oldu. Kırk üç yaşında olduğu halde kanatlar takıp her seferinde biraz daha uzun uçuşlar yapmaktaydı. Aracı 4 m. kapsamlı ve 14 metrekare havayı kaplayan bir planördü. Yelkensi aracının ortasında durur, kendini bir tepeden aşağıya atar, havada mümkün olduğu kadar uzağa gidecek şekilde süzülmek için ne manevralar yapılacağını ve yükselen hava akımlarından yararlanma yöntemlerini araştırırdı. Yaptığı iş ölüme kafa tutmak değil, onu yudum yudum yenmekti. Ama hışmına gelmedi de değil; aracı 1896 yılında bir gün havada kırıldı ve Lilienthal hayatını bu serüvende kaybetti. Ama gelecek kuşaklara hazine değerinde bilgiler ve havacılığın doğmasına imkân hazırlayan gözlemler bıraktı. Bu hazineyi Fransız Ferber ve Amerikalı Chanute ve Langley buldular, değerlendirdiler ve yararlandılar.

Amerikalı mühendis Octave Chanute'ün (1832-1910) özelikle kayda değer katkıları oldu. Mouillard'ı tanımış ve Lilienthal'm deneylerini dikkatle izlemişti. Birinin teorik çalışmalarından yararlanıp ötekinin izinden gitmeye karar verdi. Kişisel deneyleri onu, Almanın planöründe değişiklikler yapmaya götürdü: Onun tek katlı kanadının yerine iki katlısını koydu ve bir de stabilizatör, yani doğrultuyu düzeltmeye yarayan bir kuyruk ekledi. Bu aracı sırtına alır ve hava kendisini kaldırsın diye bayır aşağı koşardı. 1897'de bu şekilde 109 m. uçmayı başardı.

Göğün fethi konusunun en ateşli aktüalite olduğu bu dönemde Chanute'ün kendisinin ve Lilienthal'in deneylerini anlatan kitabının yayımlanması kuşkusuz yankılar yaratmıştı ve bir yığın heyecanlı genç, Ader'in deyimiyle "uçucu" olma hevesine kapılmıştı. Bunlardan ikisi, Dayton'da (Ohio) bisiklet satıcılığı yapan otuz iki ve otuz sekiz yaşındaki Wilbur (1867-1912) ve Orville Wright (1871-1948) kardeşler oldu.

Wright kardeşler Chanute'ün deneylerinin izinden gitmek kararında olmakla birlikte apayrı bir yol izlediler. Acele işi bir yana bırakıp ağır ama emin adımlarla gitmeyi bildiler. Önce işi ayrıştırdılar ve güçlükleri tek tek bulup bunları gidermenin yollarını bulmaya çalıştılar. Araştırmalarına, çift kanatlı Chanute planörüyle başladılar (1889). Sonunda havaya daha iyi hâkim olabilmek için arka planda karın üstü yatmanın, stabilizatör kuyruğun yerine bir derinlik dümeni kullanmanın ve dümenin, gözlerinin önünde olması için öne yerleştirmenin daha iyi olacağını gördüler. Bundan başka geriye bir direksiyon dümeni eklediler, taşıma yüzeyini de genişlettiler. Kısacası Wrightlar ilkel uçurtmayı 1902'de, binden fazla deney ve uçmanın verdiği tecrübelerin sonucunda Lilienthal ve Chanute'ünküne kat kat üstün bir planör durumuna getirdiler.

1903'te Wrightlar yerden kesilmek için dıştan yardım almaya son vermeyi düşündüler ve bu amaçla araca bir motor takmaya karar verdiler. Bunun için de 20 beygirlik bir Fransız motoru aldılar. Yeni 'uçak' 17 Aralık 1903'te havalandı. En çok 260 metrelik uçuşlar yapabiliyor ve bu, o zamanlar binlerce kilometre aşan Conste Hation'un yanında hiçten öteye gideceğe benzemiyordu.

Ama bu gibi olumsuz düşünceler şu gerçeğin yanında saçmaydı: Havacılık doğmuştu. Gerekli iki önemli unsurun, hafif motor ve aerodinamik tekniğin, zamanla deneyler ve bilimsel çalışmalar ilerledikçe gelişeceği kesindi.

Wright kardeşler böyle sessiz sessiz çalışırlarken Avrupa da boş durmuyordu. Onun da mucitleri Lilienthal, Ader ve Chanute'un deneylerini, kendilerine özgü dehalarıyla devam ettiriyorlardı, izledikleri yöntem. Amerikalılarınkinden bambaşkaydı. Onların ağır ve emin adımlarla gitmelerine karşı, Avrupalılar çılgın bir cüretle ve "ya batar ya da çıkar" zihniyetiyle ilerlemekteydiler. Yüce olmasına yüce bir yöntemdi bu, ama hem insanca, hem paraca pahalıya mal oluyordu. Yüzbaşı Fernand Ferber (1862-1909), Mühendis Robert Esnault-Pelteri, Gabriel Voisin, ve Louis Breguet gibi teknisyenlerden başka bir yığın spor meraklısı ve çılgın amatör de işin peşindeydiler. Teknisyen, sanatçı, salon adamı olsun hepside Cyrano'nun ülkesine yaraşır zarif bir gözü peklik gösteriyordu ve halkın kulağı onlardaydı. Santos-Dumont, Henri Ferman, Louis Bleriot halkın heyecanını uyandırıyorlardı. Peki ya bilim? Bilim bu ampirik ve tehlikeli denemeler safhasını izleyecekti.

Bilindiği gibi, Wright kardeşler buluşlarını 1908'de Fransa'da açığa vurdular, ama o zaman Fransız uzmanlar onlara ulaşmış hatta geçmiş bulunuyorlardı. İlk uçak motorları hizmete girmişti bile; bunlar Leon Levavasseur'un (1863 -1922) V motorlu Antoinette ve Laurent Seguin'in ünlü rotatif Gnöme'uydu. Birkaç ay önce de teknisyen Paul Cornu'nün yaptığı ilk helikopter ve Breguet ile Fizyolojisi Charles Richet'nin ortak yapımları Gyroplane'ı (jiroplan) havalanmış bulunuyordu. Bunları da çok geçmeden 1910'da Marsilyalı mühendis Henri Fabre'ın hydravion'u (deniz uçağı) izleyecekti.

ATOM BOMBASI

Atom bombasını ilk kez yapmayı başaran ABD, ilk atom bombasını 16 Temmuz 1945'te New Jersey eyaletindeki Alamogordo hava üssünde patlattı. Bu patlamada inanılmaz derecede kuvvetli bir ışık16 km uzaklardaki dağları bile aydınlattı. Ateşten bir top 12,000 metreye yükseldi.

İkinci Dünya Savaşı'nda, savaş amacıyla kullanılan ilk atom bombası, 6 Ağustos 1945'te Japonya'da Hiroşima şehrine atıldı. Patlamada 66,000 kişi öldü, 69,000 kişi de yaralandı. Üç gün sonra Nagasaki'ye atılan atom bombası ise 37,000 kişiyi öldürdü, 40,000 kişiyi yaraladı.

Atom bombası patlatılınca, bir sarsma dalgası meydana gelir. Bu dalganın hızı ses hızından yüksektir. Atom bombası, genel olarak bu sarsma dalgasının etkisini artırmak için yerden yüksekte patlatılır. Bu dalga yere çarptıktan sonra yeniden yukarı doğru sıçrar. böylece aşağı doğru inip çıkan yeni sarsma dalgalarının oluşmasına yol açar.

Diğer yandan bombanın patladığı yerdeki hava ısınır; büyük bir hızla genişleyerek bir boşluk meydana getirir. Bu boşluğu doldurmak için hücum eden soğuk hava, şiddetli bir kasırgaya yol açar. Böylece atom bombası, iki yönden yakıcı, yıkıcı bir kuvvetle binaları devirir, canlıları öldürür.

ATEŞLİ TULUMBALAR

İngiltere'deki kömür madenlerinde durum gittikçe daha tehlikeli bir hal alıyordu. Sürekli artan kömür talebi, kuyuların daha çok derinleştirilmesini gerektiriyor, dolan suları boşaltmak gittikçe güçleşiyordu. Britanya ekonomisinin en önemli sorunu durumuna gelen suları boşaltma işi için bütün mühendisler seferber olmuşlardı.

XVII. yüzyılın sonlarında bu mühendislerden biri, Thomas Savery (1650-1715), bilim yayınlarına göz gezdirirken Hook'un, Papin'in makinesinden söz eden bir yazısına rastladı. Savery, Hook'un eleştirmelerine rağmen, icadın işe yarar olabileceğini tahmin etti. Bunun için de, ne gibi yenilikler getirilmesi gerektiğini tasarlayarak hemen işe koyuldu.

Savery, pratik bir buhar makinesinin ihtira beratını, (patent) 1698'de aldıktan sonra makineyi önce kralın, ertesi yıl da Royal Society önünde denedi. Papin'in makinesine, musluğa bağlı boruyla, istenildiği anda eksilen suyun yenilenebileceği büyük bir kazan eklemişti. Burada kaynatılan su, ani bir soğuk su akımıyla sıvılaştırılıyor, böylece borunun içinde boşluk meydana geliyor, sonra dışarı atılacak su bu boşluğa doğru akıyordu. Bundan sonra kazan yeniden ısıtılıyor ve işlem tekrarlanıyordu.

Papin'in makinesindeki gibi piston yoktu ve mekanizması da daha sadeydi. Ağır işlemekle birlikte (dakikada dört darbe), hiç değilse düzgün çalışıyordu. Ancak, iki büyük sakıncası vardı. Önce çok masraflıydı (75 lire suyu bir metre kaldırmak için 16 kilo kömür yakmak gerekiyordu), sonra, tulumba ne kadar yüksekse, buhar basıncının da o oranda yüksek olması gerekiyordu. Oysa basınç 8-10 atmosferi bulduğunda ısı öylesine yükseliyordu ki, lehimler eriyor, yarattığı gücün etkisiyle kazan patlıyordu.

Savery, patlamayı güven altına almak ve kazandaki basıncı kontrol edebilmek için Denis Papin'in 17 yıl önce Londra'dayken icat ettiği aygıtı kullanmayı düşünememişti. Fransız bilgini 1681'de, en sert etleri bile kısa zamanda pişirmeye yarayacak bir tencere icat etmişti. Bu, aslında, bugün kullandığımız "düdüklü tencere"nin ta kendisiydi. İçindeki basıncı bilmek için bir supap yerleştirmiş, basıncı bir ağırlıkla dengelemişti. Bu gerçek bir "güvenlik supabı"ydı ve kapsamı tencerenin yararını çok aşıyordu.

Burada Papin ve Savery'nin amaçlarının ayrı olduğuna işaret etmemiz yerinde olur. Savery bir teknisyendi ve maden ocaklarındaki suların boşaltılması gibi somut bir soruna eğilmişti. Bunu çözümleyince, daha öteye gitmek aklından geçmiyordu. Papin, onun tersine, bir bilgindi. Huygens'in kendisine aktardığı pratik sorun, (Seine'in sularını Versay sarayının parklarına kadar yükseltmek) onun için bir hareket noktası olmuş, dehası gittikçe genişleyen bir alanda icatlara yönelmişti. Kısacası, Savery ile Papin arasında, yarar gözeten bir uygulamacıyla bir anda dünyayı sarsabilecek bir bilim adamının bütün özellikleri vardı.

1707'de altmışına varmış, hayal kırıklığına uğramış, bezgin ve kırgın bir insan olan Denis Papin, eski sorunu, Savery'nin eserinin ışığında çözümlemeye koyuldu. O sırada Savery'nin makinesi madenlerdeki suları boşaltmakta kullanılıyordu; ama suyu dışarı atacağına hidrolik bir çarkın kanatlarının üstüne akıtıyordu. Papin'in meydana getirdiği gülünç makine karmaşık ruhunun bir aynasıydı sanki Bir tek güç kullanacağına (sözgelişi bir buhar), buhar, hava basıncı ve ağırlıktan yararlanıyordu.

Bilgin, yine de bunu bir gemiye monte edip küreklerini çektirmeyi başardı. Gemi, Fulda üzerinde Cassel'de gerçekten işledi, ama bir defaya mahsus, göstermelikti bu. Papin, kararsız kişiliğine kapılıp Londra'ya yerleşmek üzere Almanya'dan ayrıldı. Weser'deki takacılar, kendi kendine giden bu gemiyi öfkelerinden paramparça ettiler. Parasız kalan zavallı Fransız da yoksulluk ve unutmuşluk içinde yaşlanmaya boyun eğmek zorunda kaldı. Ne zaman öldüğü bile tam olarak bilinmeyecek kadar unutuldu...

Savery'nin makinesi suyu 17.50 metre yüksekliğe çıkardığı ve son derece ekonomik işlediği halde, maden işletmecileri tarafından beğenilmemişti. Çünkü madenler çok derin kazıldığından her 17.50 metreye bir makine yerleştirmek gerekiyordu. Ayrıca bunların işletilmesi göze alınamayacak kadar büyük masraflara yol açacaktı.

Dartmouth'da (Devonshire) işleyen bu tür bir makine Thomas Newcomen (1663-1729) adlı bir çilingirin dikkatini çekti. Tasarılarını kendisine yakınlık gösteren büyük fizikçi Robert Hook'a açarak ondan kendisine öğüt vermesini diledi.

Günümüzde, basit bir çilingirin ünlü fizikçilerden birine baş vurması ve onun tarafından da ciddiye alınması pek olağan değildir. O zamanlarda böyle şeylere hiç kimse şaşmazdı. Bir icadın, bilginden çok, usta ve zeki bir işçinin eseri olabileceği akla yakın görülüyordu. Bilim ve tekniğin işbirliği yeni yeni kurulmaktaydı ve Kolomb'un yumurtası hikâyesi her gün tekrarlanıp duruyordu. Öte yandan, bilim adamları da kendilerine fazlaca güvenen bilgiçler olmasa gerekti; hatta tarihçilerin, kişiliğini alabildiğine kötüledikleri Hook bile...

Böylece Newcomen, Newton'un eşiti büyük bilgine danışmaktan çekinmedi. Sonra da arkadaşı camcı John Cawley ile birlikte, Savery'nin ateşli tulumbasının neden bunca güçsüz ve masraflı işlediği konusunda kafa patlatmaya başladılar. İlk kusuru, buhar basıncının yetersiz olmasındandı. Basıncı artırmak için ısıyı yükseltmek, kazanın patlamasını önlemek için de daha kalın imal etmek gerekiyordu. Ancak, bu kalın kazan daha geç soğuyacak, yani tulumba daha ağır işleyecek dolayısıyla verim düşecekti. Makine de bu yüzden masraflıydı zaten. Isıtmak için bir yığın kömür yaktıktan sonra soğutmak için çırpınmak, olur iş değildi doğrusu.

Newcomen, Papin'in ve Savery'nin makinelerini inceledikten sonra, ikisi ortasını buldu. İkincinin kazanını, .birincinin de pistonlu silindirini aldı. Hem kazan, hem de tulumba gövdesi olarak tek bir kap kullanacağına, iki ayrı kaptan yararlanmayı düşündü. Böylece, soğutmaya ihtiyaç kalmayacağından kazanı gereğince kalın imal edilebilecek; doğrudan doğruya ısıtılmayacağına göre silindirin de soğutulması kolay olacaktı.

Newcomen'in projesi 1705'te gün ışığına çıktı. Makine şöyle işliyordu: Kazanda oluşan buhar, bir silindire giderek pistonu kaldırıyor; piston dibine kadar iyice itildikten sonra soğuk su veriliyor; buhar sıvılaşınca silindirde hava boşluğu elde ediliyor; o zaman hava basıncı bütün gücüyle etki yaparak pistonu aşağıya itiyordu. Sonra silindire yeniden buhar gönderiliyor işlem böylece sürüp gidiyordu. Piston sürekli olarak inip kalkacağından, bunu bir çubukla, işletilecek tulumbaya bağlamak yeterliydi.

Savery gibi Newcomen de makinesini yalnız tulumbalarda kullanmayı düşünmekte, bunun suyu yükseğe çıkarmaktan başka bir şeye elverişli olabileceğini aklının ucundan geçirmemekteydi. Her ikisinin de tek kaygısı, suyu 10.33 metreden yukarıya çıkarmaktı. Newcomen'in makinesi, tam anlamıyla bir buhar makinesi değildi. Çünkü bunda itici güç buhar değil, hava basıncıydı. Ancak bu nokta kullananları ilgilendirmiyordu. Bu makine Savery'ninkinden daha güçlü, daha az masraflıydı ya, onlar için de önemli olan buydu. Önceleri dakikada altı iniş-çıkış yaparken sonra bu on ikiye yükseltildi ve gücü de 100 beygiri buldu.

Makinenin ilk alıcısı Wolferhamptonlu bir kömür madeninin sahibiydi. Makine büyük bir başarıyla görevinin üstesinden gelince, öteki maden şirketleri de art arda satiri almaya başladılar. Geliştirilmeye son derece elverişli oluşu makinenin satışını artırıyordu.

Gerçekten, 1713'te 'prototipi' son derece ilkel olmakla birlikte hızla gelişti; yüzyılın ortalarına doğru enikonu mükemmel bir araç haline geldi. Bu gelişmelerden ilki musluklarda oldu. Üç musluktan biri silindire buhar yolluyor, ikincisi soğuk su akıtıyor, üçüncüsü de suları boşaltıyordu. Muslukların elle işlemesi bir sakıncaydı elbet, çünkü bir işçinin yalnız bu işle sürekli uğraşması gerekiyordu. Ancak otomatikleştirme işini Newcomen mi, yoksa, Potter adlı bir işçi mi gerçekleştirdi, bilemiyoruz. 1713'te bu musluklar bir sicimle makinenin düzgün hareketini sağlayacak 'denge düzenleyicisi'ne (balansiye) bağlanarak işletilmeye başlandı. 1718'de Beighton adlı bir teknisyen bu ipi söküp yerine, ince bir çubuk yerleştirdi. Böylece makine kendi kendine işler duruma geldi.

Bundan sonra, kazanın geliştirilmesi işi ele alındı. Alman Jacob Leupold (1674-1727), basıncı artırmayı (1725) ve İngiliz James Brindley de (1716-1772), kazanın beslenmesini düzenli hale sokmayı başardılar/İngiliz John Smeaton (1724-1792), buharın kaybolmasını önlemek için silindirin ve pistonun daha iyi perdahlanmasını sağladı. Kısacası, yaratılmasından bu yana yarım yüzyıl geçmeden Newcomen'in makinesi bütün Avrupa'yı fethetti. Fransa'da ilk olarak 1732'de maden ocaklarındaki suların boşaltılmasında kullanıldı. Hollanda'da denizden kazanılan yerlerde aynı amaca hizmet etti. Bazı ülkelerde de şehirlere su verme ya da toprakları sulama işine yarıyordu, İngiltere'de yüzlercesi işlemekteydi. Bunlar, koca bir bina büyüklüğünde dev makinelerdi. Ağır ağır gidip gelen hantal sarkacın çevresine bir yığın seyirci toplanıyordu.

Newcomen'in makinesi son 1934'te hizmetten çekildi. 1787'de yapılmış olan bu saygıdeğer kalıntı halen Barnsley (Yorkshire) adlı İngiliz köyünde bulunmaktadır. Sarkacı 7, silindiri de 3.30 metre yüksekliğindedir.

1951'de, Büyük Britanya festivalinde işletilmesi kolay olmadı. Piston bazen inadı tutup yükselmiyor, bazen inmeyi unutuyor, bazen de yorgunluktan poflaya tıslaya duruveriyordu. Bunu da 147 yıllık hizmetten sonra hoş görmek gerekir. En iyi işlediği günlerde, makine, her iniş-çıkışında 227 'litre suyu 40 metre yükseğe çıkartmaktaydı.


İCATLAR ve KEŞİFLER

Ateşli Tulumbalar

Atom Bombası

Balon

Barometre ve Atmosfer Basıncı

Barut

Basım ve Kağıt

Bomba

Buharlı Araba

Buharlı Gemi

Buharlı Makine

Bumerang

Chappe Telgrafı

Çelik

Çömlekçilik Ve Madenler

Daktilo

Demir

Deniz Taşıtlarının İcadı

Dokuma ve Kumaş

Gemi Pervanesi

Güneşte Kararan Gözlükler

Hava Yastıkları

Havagazı

Kauçuk

Kibrit

Kimyasal Gübre

Konserve

Lokomotif

Madenkömürü

Mekanik Saat

Mikrodalga Fırın

Morse Telgrafı

Mürekkep

Pusula

Radyografi ve Radyoskopi

Sabun

Silah Susturucuları

Sismograf

Sodyum Karbonat

Suyun Kontrol Edilmesi

Sülfürik Asit

Şeker Pancarının Hikayesi

Takvim

Tekerlek

Telefon

Teleskop

Termometre

Termos

Trafik Işıkları

Yalan Makinesi

Yelkenli

 

13 Şubat 2014 Perşembe

ERGENLİK SORUNLARINA KARŞI HANGİ DİLİ KULLANMALIYIZ

Ergenlik döneminde başarılması gereken gelişim görevleri:  
1) Cinsel rolü kabullenme, ona göre davranışlar geliştirme
2) Duygusal bağımsızlığını kazanma , kendi başına karar verebilme
3) Arkadaşlık yeteneklerini geliştirebilmesi
4) Çatışan değerleri uzlaştırma
5) Meslek seçimini yapabilme
6) Öz kimliğine ulaşabilme ve bunu kabullenme

Ergenliğin ilk yıllarında birey ne çocuktur ne de gençtir. Ergenliğin ilk yıllarında kişi çelişkili tutarsız davranışlar ortaya koyarken  ergenliğin son yıllarında  daha tutarlı ve belirgin davranış örüntüleri geliştirmeye başlamıştır. Eğer bir kimse bebeklik çağından başlayarak ergenlik yıllarına kadar getirdiği kişilik yapısında temel güven duygusu yerine suçluluk, başarı yerine yetersizlik duygusuyla yoğrulmuş bir benlik geliştirdiyse bu yapı ergenlik çağının doğal bunalımları sırasında onu çok fazla zorlayacaktır.
Ergenliğin ilk yıllarında anne ve babaların çocukları hakkında genellikle şöyle konuştukları görülmüştür. Asi ve hırçın, evde huysuz, durgun, dalgın, sorumsuz, kendi başına buyruk, alıngan, karamsar  vs. 
Bu olumsuz davranışlar benlik yapısının bir zorlama karşısında bulunduğunu göstermektedir.
Bu zorlanmaların daha çok bağımsızlığa duyulan gereksinmenin artışından ve cinsel uyanıştan kaynaklandığı söylenebilir.
Vücut enerjisinin büyük bir kısmını cinsel büyüme ve olgunlaşmaya sarf ettiğinden ergenin dengeli beslenmesi gerekir. Ergende açlık dürtüleri sık hissedildiğinden bunu bastırmak için abur cubur yeme eğilimi artmaktadır.  Bazı çocuklarda ergenliğin ilk yıllarında yüz ve bedenin bazı kısımlarının simetrisini kaybetme görünümünün geçici  olacağı konusunda çocukların kaygısı giderilmelidir.
Ergenlik yıllarında görülen ve çocukların çok şikayet ettikleri terlemelerin sağlıksızlık işareti olmadığının ama beden temizliği yönünden özen ve itina isteyen bir durum olduğu konusunda onlar bilinçlendirilmelidir. Bazı ergenlerin gelişen bedenlerinin utanç veya psikolojik rahatsızlık duymaları mümkündür. Bunun sonucu onlarda sakarlık artmakta, kambur oturma, kartal yürüme gibi  alışkanlıkları gelişmektedir.

Kimlik duygusu genç yetişkinlik yıllarında şu gelişim görevlerinin etkisi altında bireyde yerleşme olanağı bulabilmektedir:
1) Aileden bağımsız olma duygusunun yerleşmesi
2) Duygusal çelişkileri kabul edebilmeyi öğrenme
3) Otorite ile ilgili ilişkileri düzenleyebilme
4) Cinsellikle ilgili psikolojik olgunlaşmaya ulaşma
5) Kendini güvende hissetme
Topluma  ters düştüğü halde ona yabancılaşmayan yada topluma baş kaldıran gençler alkol ve uyuşturucu madde alışkanlığı içinde ya güçsüz benliğinin kendine verdiği acıyı unutmaya çalışmakta yada aşırı bireyselleşme çabası içine düşmektedirler.

Bedensel gelişmede değişiklikler:  
Boy uzaması, ağırlığın artması, yüzde sivilcelerin olması, hormonların yoğun çalışmasına bağlı olarak sık terleme, keskin koku, ses değişmesi. Kızlarda melodili bir hal alır. Erkeklerde ses çatallaşır.

ERGENİN KİŞİLİK GELİŞİMİ
Bağımsızlık arayışı içindedir.  Grubun beğenisini kazanmak önemlidir. Kimlik arayışı içindedir. İlgi çekmek ister.
Duygusal Gelişimi: Bencildir hem de fedakardır. Bir lidere körü körüne boyun eğerken diğer yandan yetişkinlere isyan eder. Karşı cins tarafından beğenilmek ister.

ERGENLİK  DÖNEMİNDE KARŞILAŞILABİLECEK SORUNLAR
Ergenlerin en hassas olduğu nokta güç kullanarak hükmedilmeye çalışılmasıdır. Ergen anne ve babalarından büyüdüğünü kabul etmelerini ve bu konuda tutarlı davranmalarını bekler. Böyle durumlarda ergen kendini anlaşılmamış ve engellenmiş hisseder. Bu dönem yoğun bir eleştirme, inceleme, karşılaştırma dönemidir. Kardeşler arası çatışma yaşar. Kardeşlerinden kendilerini anlamalarını büyüdüklerini fark ederek saygı göstermelerini beklerler.  Anne babalar ergenlik döneminde çocuklarının kendilerinden uzaklaştıklarını hissederler ve üzülürler.  Aslında ebeveynlerine her zamankinden daha fazla bağlıdır.
Başarı ergenlik döneminde düşebilir. Nedeni  dağılan bilgiyi toparlayamamak , ders çalışmak için gerekli motivasyonu sağlayamamaktır. Sürekli hayal kurmaktan, kendilerini verememekten şikayet ederler. Ancak nedenini anlayamazlar. Ergenler ilgi odağı olmaktan hoşlanırlar. Ergenler heyecanlı ve acelecidirler.  Öğretmenlerde kişilik ve bilgi birikimine dikkat ederler.

SEN İLETİLERİ :
İnsanlar sen iletilerinden hoşlanmazlar. Bunlar ilişkiye zarar verir . Bunun üç nedeni vardır.
1) İnsanlar  neyi yapıp neyi yapmamaları gerektiğinin söylenmesinden hoşlanmazlar.
2) Ben iletileri yardım çağrılarıdır. Bu ilişkilere sıcak tepkiler verirler. Newyork‘ta yapılan bir araştırmada telefon konuşmalarında en çok geçen kelime ben olarak tespit edilmiş. 500  konuşmada 3990 defa ben kelimesi geçmiş, çünkü herkes ben diyor. Herhalde bu kadar ben’in bizimle ilgilenmesini bekleyemeyiz. Öğretmenler istenmedik davranışlarını düzeltmek için sıklıkla neden dikkat etmiyorsun gibi sen dili kullanırlar.
3) Sen dili doğrudan  suçlayıcı ve olumsuz olarak yargılayan bir ifadeyi içerdiği için mesajı alan kişi savunucu bir tutuma girer. Ben dilinde öğrenci doğrudan kendi kişiliğine yönelik olumsuzlukla karşı karşıya kalmadığı için öğretmen ile öğrenci arasındaki iletişim bozulmaz.
Her çocuk dinlenilmek, anlaşılmak ve kabul edilmek ister. Genelde bastırıcı ve güce dayanan yöntemler genci baş kaldırmaya ve karşılık vermeye kışkırtır. Hangi öğretmen eşini ve arkadaşını disiplin altına almaktan söz edebilir. Güç yada otorite er yada geç ilişkileri bitirir.
Yüzleşme  Sonuçları:
-Değişmeye karşı direnme olur
-Savunmaya iter.
-Benlik saygısını azaltır.
-Kızgınlığı artırır.
–İçine kapanmasına neden olur.
Sen iletileri geçicidir. Kesin çözüm olmaz. Öğretmenler bu iletilerle öğrencilere kendi sorunlarının çözümünü verirler.
Örnek:
Sınıfta otorite bende.
Sen değişeceksin çünkü ben öyle istiyorum.
Öğrencilerin kendi sorunlarını çözme sorumluluğu kendilerine verilirse sorumluluk duyguları gelişecek ve kendilerine güvenleri artacaktır.
Ben iletileri davranışını değiştirmesi için sorumluluğu doğrudan öğrencide bırakır. Sonuçta öğrenci kendi seçtiği ve kendi kararıyla belirlediği bir davranışla tepki vermeye yönelir.

DİNLEME:
Duygular dosttur.  Kişiyi etkin bir şekilde dinleyip, duygularının ötesine geçirip, alttaki sorunlarına ulaştıracağız.  Dıştaki duyguları soyduktan sonra problemin kaynağına ineceğiz. (soğan gibi)
İnsan sinirlenince bilinmesini ister. Ör: İnsan sinirlenince o anda, “tüm dikkatini bana ver,  kendimi  ne kadar kötü hissetmeme neden olduğunu bilmeni istiyorum” duygusunu iletmek ister. Bizde onu dinleyeceğiz .  onu dinleyip duygularının dağılmasını bekleyeceğiz.
Kızgınlık ikincil bir duygudur. Her zaman başka duyguların sonucunda oluşur.
Ör: Bahçede dolaşırken çocuklardan birinin attığı taş başını sıyırıp geçer.  Burada ilk duygu korkudur. Ama sonra kızgınlık duygusu oluşur. Kızgınlık dile getirilince etkisini yitirir.
İnsanlar dakikada 600 kelimelik bir konuşma hızını rahatlıkla anlayabilecek kapasiteye sahiptir. Normal konuşma hızının dakikada ancak 100 ile 140 kelime arasında olmasıdır. 460 kelimelik bir zaman süresinde zihin boş kalıyor. Bu zamanı insan kafası kendinde var olan malzemeyle doldurur. Kendisi için önemli sorunlara dönerler. Değer verme için otoritenin olmaması gerekir.
Öğrenci müdürün odasına girer. Arada ki  fiziksel mesafe 8-9 metre. Öğretmenin yanına gider, mesafe 3-4 metre. Bu mesafe arkadaşlarının yanında yarım metreye iner. Bu  mesafeyi etkileyen otoritedir. Otoriteye boyun eğenler yaşamları boyunca çocuk kalır. Kendi gereksinimlerini göz ardı ederler. Çatışmaktan kaçınırlar.

DEĞER VERME:
Beraber olduğumuz insanlar bizim ne kadar bilgili olduğumuza bakmazlar, onlara ne kadar değer verdiğimize bakarlar. İnsanlara değer verilince mana kazanırlar. Öğrenciler öğretmenlerin söylediği, yaptığı, giydiği her şeyle ilgilenirler. Öğretmenler, öğrencilerin önünde adeta podyumda gibidirler.
*** Cemil bey yaşlı bir tarih öğretmenidir. Her gün aynı dersi anlatmaktan bıkmıştır. Öğrencilerle anlaşırlar. Haftada bir saat ders anlatacak diğer saatler de sınıfa bir teybi  gönderecektir. Öğrenciler uslu  bir şekilde teybe konan dersi dinleyecek ve not tutacaktır. Birkaç hafta böyle devam eder. Bir gün Cemil bey kuşkulanır ve sınıfı kontrole  gider. Kulağını kapıya dayar dinler. Hayret sınıfta kimse yoktur. Kapıyı açınca gördüğü manzara müthiştir. Sınıfta tek bir örenci yoktur. Herkes sırasına bir teybi koymuş hocanın koyduğu teybinden okunan dersi kaydetmektedir.
Onlara ne kadar değer verirsek o kadar değer alırız.

YANLIŞ DAVRANIŞLARI DÜZELTME:
Hatalıyı değil hatayı eleştireceğiz, kusuru kişiye söylersek kişi alınır. Bu hataya başkaları da düşebilir. Toplum içinde söylersek hem kişi alınmaz hem de herkes aynı hataya düşmez. Cezalandırma yaparken dikkat etmek gerekir.  Cezayı kişiye değil istenilmeyen davranışa vermeliyiz. Umursamama gibi bir ceza kesinlikle verilmemelidir.
*** Evde çok sevilen bir fare vardır. Deney yapılarak fareyi kimsenin umursamamasını istiyorlar. Fare dikkat çekmek için evde devamlı dolaşır. Kimse dikkate almaz. Fare kenarı çekilir midesine asit salgılamaya başlar ve midesi delinerek ölür. Yani kendini öldürür. En çok 14 yaşlarda suç işlenir.
YETENEK:
İnsanlarda bir takım vasıflar vardır bu vasıflar bir çok insanda bastırılmış olarak kalmaktadır. Şartlar ve olaylar bu vasıfları harekete  geçirir. Her insanın kapasitesi farklıdır.
*** Adamın biri bilmediği  bir  otele gitmek ister. Yürürken karşıdan bir adam gelir. Ona sorar şuradaki  falan  otele gitmek istiyorum. Kaç dakikada gidebilirim. Karşıdan gelen adam hiç cevap vermemiş. Otele giden adam cevap gelmeyince yoluna devam etmiş. Birden arkasından bir ses işitmiş yarım saate ancak varırsın.
-Peki az önce niye cevap vermedin.
-Senin nasıl yürüdüğünü bilmiyordum ki hızlımı yürüyorsun yavaş mı.

İnsanların kapasitelerine göre davranmalıyız.
BAŞARI:
Başarının artırılması için eğitim ortamının olması gerekir. Çocuğun yaşamını kolaylaştıran her şey onun bir şeyler öğrenmesini sağlar. Lavabo musluğuna yetişemeyen çocuk diş fırçalamayı, askısı olmayan çocuk askılarını asamaz. Kendi boyuna göre ayarlanmış  askı, çocuğun çok şeyi kendi başına yapmasına ve öğrenmesine olanak sağlar. Çocukların dinleyerek değil, yaparak öğrenmeyi yeğlediklerini unutmayan ana-babalar, çok iyi öğretici olurlar.

HAZIRLAYAN: Hakan BEKTAŞ

ERGENLİK DÖNEMİ (12-17 YAŞ)

Kimliğe Karşı Kimlik Bocalaması
Ergenlik dönemi çocukluktan yetişkinliğe doğru bir geçiş dönemi olarak kabul edilmektedir. İlköğretimin ikinci dönemi-ortaöğretim yılları arasına denk gelen ergenlik dönemi sırasında, organizmada gerçekleşen fizyolojik ve biyolojik değişiklikler, bu çağa bir çocuk olarak giren bireyi, dönemin sonunda genç bir yetişkin biçimine dönüştürür. Kuşkusuz küçük çocuğu, genç bir yetişkin yapan değişiklikler sadece fizyolojik yada biyolojik etkenlere bağlı değildir. Bilişsel (zihinsel) yapıdaki gelişme, zihinsel yetilerin olgunlaşması, dış dünyayı algılama ve kavramada değişikliklere yol açar. Öte yandan çocuğun çevresindeki kişilerin çocuktan beklentilerinde gözlenmeye başlayan değişiklikler, üstlenilen sosyal rollerde de değişikliklere neden olmaya başlar.

Özet olarak bu dönemde hem çocuğun kendisini ve dünyayı algılayışı, hem de diğer insanların çocuğu algılayışı eskisi gibi değildir. Eskiden hep “çocuk” olarak algılanırken, şimdi kimi zaman “çocuk”, kimi zaman da “yetişkin” olarak nitelendirilmektedir. Tüm bu etkenler çocuğu, bir kimlik aramaya doğru iter ve sonuçta çocuk ergenlik döneminden ya “kimliğini kazanmış” olarak ya da “kimlik karmaşası” ile çıkar.

Erikson “kimlik kazanma”yı “kimliğe yönelik olumlu bir duyum” olarak tanımlamakta ve psiko-sosyal olarak, kişinin kendisini iyi hissetmesi ile açıklamaktadır. Başka bir anlatımla kimliğini bulmuş kişinin kendisine, kendi bedenine, nerede olduğuna ilişkin bir güven duygusu vardır ve buna bağlı olarak da kendisini iyi hisseder.

Ergenlik döneminde kimlik arayışı başlamasına rağmen, dönemin sonunda mutlaka kimlik duygusunun kazanılmış olması da gerekmez. Bazı durumlarda kimliğin kazanılması sonraki gelişim dönemlerine ertelenmiş olabilir. Her ergen bu dönemde belirli ölçülerde kimlik bocalaması yaşamakta, ancak bazı ergenlerde bocalamanın şiddeti daha fazla olmaktadır.

Kimlik bocalamasına yol açan etkenler 3 grupta toplanabilir:
  1. Düşünce sistemindeki değişiklikler
  2. Cinsel rollerdeki değişmeler
  3. Meslek seçimine yönelme

Düşünce sistemindeki değişikler: Ergenlik çağıyla birlikte, ergende fiziksel açıdan olduğu kadar bilişsel açıdan ortaya çıkan değişiklikler de dikkati çekmeye başlar. Piaget’nin görüşüne göre bilişsel gelişim birbirlerinden niteliksel farklılıklar gösteren dönemlerle hiyerarşik bir sıra izleyen bir süreç içinde kendini gösterir. Bilişsel gelişimde en son ulaşılan dönem “soyut işlemler” dönemidir ve bireylerin bu döneme erişme yaşları, ergenlik çağına girdiği dönemle çakışır. Bu döneme kadar olaylar arası ilişkiler ve neden-sonuç bağlantılarını, ancak somut işlemler çerçevesinde kavrayan ve düz bir mantıkla bilişsel işlemler yapan çocuklar, bir olaya bakış açılarının farklı olabileceğini anlamaya, problemlerin değişik biçimlerde çözümlenebileceğini görmeye, analiz, sentez, transfer, genelleme gibi üst düzeydeki bilişsel işlemleri yapabilmeye başlarlar.

Ancak soyut işlemler dönemine ergenlerin hepsinin aynı anda girmedikleri gibi, bir bilişsel gelişim döneminden ötekine geçiş de aniden değil, belirli bir süreç içinde gerçekleşir. Bu geçiş süreci içerisindeki ergenler ise, çevrelerinde olup bitenlere ilişkin fikir yürütürlerken, “ergenlik dönemi tarzı” denilebilecek bir mantık işletmektedirler. Bu mantık işletme tarzının bir özelliği “işlem öncesi” bilişsel gelişim düzeyinin bir özelliği olan “ben-merkezci” düşüncenin yeniden ortaya çıkmasıdır. Ergen için önemli olanın kendi düşünceleri ve kendisinin dünyayı algılayış biçimi olması da, bu düşünce tarzının bir ürünü olarak ortaya çıkar. Ergen bu dönemde kendi kendisini çok eleştirir, kendisini çok eleştirdiği için de, herkes tarafından eleştirildiğini sanır. Sanki, herkesin dikkati onun üzerindedir, herkes onun dış görünüşüne çok önem vermektedir.

Ergenin ben-merkezci düşünce biçiminin diğer bir özelliği de, kendi düşüncesinin, kendi inançlarının en doğru, en orijinal olduğunu sanmasıdır. Anlaşılabileceği gibi ergen bir çelişkiler dünyasında yaşamaktadır. Bir yandan, çevresindekilerin kendisine ilişkin düşüncelerine çok önem verirken, bir yandan da kendisini “herkesten daha akıllı” olarak görmektedir. Bu düşünce tarzı, ergen yetişkinliğe doğru ilerleyip kendine uygun bir kimlik geliştirdikçe azalmaya başlar.

Kimliğini kazanması, bir yetişkin olabilmesi için ergenin başlangıçta bir yetişkin modele ihtiyacı vardır. Çevresinde güvendiği, sevdiği, kendisini yargılamadığına, olduğu gibi kabul ettiğine inandığı bir yetişkin bulunduğunda, önceleri ona benzemek, onun gibi olmak ister. Ancak, anne-baba, öğretmen gibi yakın çevresindeki yetişkinler tarafından sürekli eleştiriliyor, davranışları yargılanıyorsa, büyüklerin “kendisini anlamadığına” olan inancı pekişerek onlardan uzaklaşır. Kendisini aralarında rahat edebileceği, anlayış ve hoşgörü bulabileceği en yakın gruba yönelir. Çevremizde gözleyerek yada kitle iletişim araçları yoluyla sık sık tanık olduğumuz gibi çetelerin içine giren, ailesi ile ilişkisini koparan gençler, kimlik bulma krizinde başarılı olamayanlara örnek olarak verilebilir. Ergen, eğer kendisine yakınlık gösteren hiç kimse bulamazsa, bu defa tek başına kalıp içine kapanarak, patolojik davranış örüntüleri geliştirmeye başlayabilir.

Görüldüğü gibi ergenler, kendilerini olduğu gibi yargılamadan kabul eden, sevgi, saygı gösteren, güven ve destek veren özdeşim modelleri ile karşılaşma şansına sahip olurlarsa, sağlıklı bir kimlik geliştirebilirler. Aksi halde kimlik arayışı ya da kimlik karmaşası uzun yıllar boyu devam eder.

Cinsel rollerdeki değişmeler: Ergenlik dönemine gelindiğinde, fiziksel olarak bedende erkek ve dişi özelliklerinin belirginleşmesi ile birlikte, kadın ya da erkek cinsel rollerinin benimsenerek, kimliğe dahil edilmesi işlemi hızlanır.

Hızla değişen sosyo-ekonomik koşullar, geleneksel cinsel rollerdeki değişiklikleri de beraberinde getirmişlerdir. Bir elli yıl geriye gittiğimizde toplumumuzda kadın ve erkek rollerinin çok daha belirgin olduğunu görebiliriz. O dönemlerde kız çocukları genellikle okullarını bitirince evlenirler, anne ve ev kadını olurlardı. Meslek sahibi kadın sayısı günümüze oranla çok daha sınırlı idi. Erkek çocukları ise okullarını bitirince bir meslek ya da iş sahibi olurlar, evlerinin ekonomik sorumluluğunu yüklenirlerdi. 1950’li yıllarda A.B.D.’de yapılan bir araştırma, ergenlik dönemindeki erkek çocukların kimlik duygusunu kazanmada kızlara oranla daha iyi durumda olduklarını göstermiştir. Erkekler gelecekteki eğitimleri ve işlerine yönelik planlar yapmış görünmektedirler. Kızlarda ise bir rol karmaşası ve kararsızlık gözlenmekteydi. Kızların çoğu gelecekle ilgili planlarının belirsiz olduğunu ve gelecekteki yaşamlarının, gelecekteki eşlerine bağlı olarak şekilleneceğini ifade etmekteydiler. Kız çocuklarının kimlikleri ancak evlendikten sonra belirleniyordu. Ancak, kimlik algısında cinsiyete bağlı olarak ortaya çıkan bu farklılık doğal kabul ediliyor ve ergenlerde büyük bir çatışmaya yol açmıyordu.

Günümüze gelindiğinde ise cinsiyet rollerine yönelik kalıp yargılar oldukça değişmiş durumdadır. Kadınlar iş ve meslek yaşamında yüklendikleri sorumluluklarla, geleneksel olarak erkeklere has olduğu düşünülen rolleri de üstlenmeye, erkekler ise ev işlerinde ve çocuk bakımında sorumlulukları eşleriyle paylaşmaya başladılar. Dolayısıyla kadın ve erkek rolleri arasındaki farklıklar günümüzde gittikçe azalıyor gibi görünmektedir.

Bireyin geliştireceği cinsiyet rolleri, içinde yaşadığı toplum ve ailesi tarafından benimsenmektedir. Yapılan araştırmalar kadın yada erkek cinsiyetine ait olarak kabul edilen ve çoğunluk tarafından benimsenen cinsiyet rolleri ile ilgili kalıp yargıların bulunduğunu göstermektedir.

Kadınlara has olduğu düşünülen özellikler; duygusallık, sadakat, yumuşaklık, fedakarlık, şefkatli olmak, konuşkanlık, aileye yönelik olmak, boyun eğmek, titizlik, sıcak insan olmak.

Erkeklere has olduğu düşünülen özellikler; soğukkanlılık, sertlik, bağımsızlık, hırslı olmak, geniş ilgileri olmak, gerçekçilik, atılganlık, kendine güven, saldırganlık, etrafına hükmetmek, üstünlük duygusu, katılık.

Bu kalıp yargılar cinsiyet rolünün kazanılmasında da etkili olmakta, bireyler kendi cinsiyetlerine ilişkin kalıp yargılara uygun davranma eğilimi göstermektedirler. Günümüzde gençler arasında cinsiyet rollerine yönelik kalıp yargıların yaygın olduğu görülmektedir. Bu duruma bağlı olarak ergenler, cinsiyetler arasında bir farklılık olmadığını düşünmelerine karşın, kendi cinslerine has olan özelliklerden sıyrılamamışlardır. Bu ikilem de ergenleri, eskiye oranla cinsiyet rollerine uygun davranışları benimsemede güçlüğe, dolayısıyla kimlik kazanmada daha çok bocalamaya itmiş görünmektedir.

Ergenlere, kimlik bocalamasının üstesinden gelebilmeleri için, kalıp yargılardan etkilenmeden kendi yetenek ve ilgilerine uygun davranış özelliklerini benimsemelerinde yardımcı olunabilir. Kadın ve erkek cinsiyet rollerine ilişkin görüşler iki grupta toplanabilir. Bu görüşlerden birisi, kadın ve erkek cinsiyet rollerinin tek boyutlu olduğunu, yani bireyin sadece kadın veya sadece erkek cinsiyet rollerine sahip olabileceğini savunmaktadır. Diğer görüş ise kadın ve erkek cinsiyet rollerinin iki ayrı boyutta olduğunu ve bir bireyin değişik ölçülerde kadınsı ve erkeksi özelliklere aynı anda sahip olabileceğini savunmaktadır. Kendi cinsiyetini reddetmeden, her iki cinsiyetin özelliklerini potansiyelleri ölçüsünde güvenli bir biçimde taşıyan bireylere “androjen birey” adı verilmektedir. Androjen tipler kendi cinsel kimliğine ilişkin bir rol karmaşasına düşmeden, her iki cinse ait işleri de yapabilir. Örneğin bir kadın taksi şoförü olabilirken, bir erkek de ev işlerinde sorumluluklar yüklenir. Androjen kişilik hakkında araştırmalar yapan Bem(1977), androjen bireylerin kendilerine daha güvenli ve özsaygılarının daha yüksek kişiler olduğunu savunmaktadır.

Androjen davranışlar ana-babalar ve öğretmenler tarafından teşvik edilecek olursa, ergenlerin nasıl bir cinsiyet rolü edineceklerine ilişkin bocalamaları azalacaktır. Böylece de kız öğrencilerin eğitim ve mesleklerinde ilerleme için daha güdülenmiş, erkek öğrencilerin ise kendilerinin ve başkalarının duygularına karşı daha açık, insanlara karşı daha yumuşak ve sevecen olmalarına da yardımcı olunabilir.

Meslek seçimine yönelme: Kişinin seçtiği meslek, yaşam biçiminin nasıl olacağının da önemli belirleyicilerinden biridir. Harcanacak zaman ve para, yükselme şansı, nerede ve nasıl bir yaşam sürüleceği gibi etkenler kişinin meslek seçimini büyük ölçüde etkiler. Erikson’a göre meslek seçimini etkileyen başka bir önemli faktör de, kimlik duygusudur. Kişinin hangi işte başarılı olabileceğine ilişkin algısı da meslek seçimi üzerinde önemli bir rol oynar.

Gençlerin meslek seçimine doğru yönelmeleri lise yıllarına, yani ergenlik dönemine rastlamaktadır. Meslek seçiminin yaklaşması, kimlik duygusunu da tehdit etmeye başlar. Tüm yaşamı etkileyebilecek önemli bir karar vermenin gerginliği, verilen kararın uygunluk derecesine yönelik kuşkular ergeni bir bocalama ve kimlik karmaşası içine sokar ve her ergen bu karmaşayı değişik ölçülerde yaşar.

Günümüzde gençlerin bir mesleğe doğru yönelirken yaşadıkları bocalama, geçmişe oranla çok daha artmış görünmektedir. Teknolojik ilerlemeye bağlı olarak iş ve meslek kollarının sayısındaki hızlı artışa karşılık, bir mesleğe yönelmek için gerekli para ve emek miktarındaki artışlar da gençleri gitgide daha çok zorlamaktadır. Diğer yandan, seçilebilecek meslek sayısındaki artış, gençlerin, değişik mesleklerin gerektirdiği yetenek ve becerilerle, kendi ilgi ve becerilerinin ne kadar çakıştığı konusunda bilgi sahibi olmalarını güçleştirmektedir. Kendilerine uygun bir meslek seçimi için, ortaöğretim yıllarında yeterli yardım alamayacak olurlarsa, öğrencilerin çoğu kendilerine uygun olsun ya da olmasın, popüler olarak kabul edilen bir mesleğe doğru yönelmek istemektedirler. Bir meslek için karar verdikten sonra da sorun bitmemektedir. Üniversite seçme sınavlarında başarılı olamamak korkusu, sınavı kazanırsa yükseköğretimi yürütüp yürütemeyeceği gibi kaygılar öğrenciyi daha çok bocalamaya itmektedir.

Bocalama, kimlik duygusunu da tehdit etmeye başlar. “Ben kimim?, Nasıl biri olmalıyım?, İşim ne olmalı?” türünden sorulardan, kısaca kimlik karmaşasından kurtulmak için bazı gençler bir “askıya alma-erteleme” dönemine girerler ve meslek seçimi gibi önemli kararlar bir süre için ertelenebilir. Gençler kendilerine bir yol çizmeden, eğitimlerini bir süre için yarım bırakıp, geçici işlerde çalışabilirler.

Sonuç olarak, ergene kendini tanıması, ilgi ve yeteneklerini keşfetmesi, kendine uygun mesleğe yönelmesinde yapılan rehberlik ve bunun yanı sıra ergenin kuşku ve korkularına duyarlı, anlayışlı bir yetişkin tutumu, mesleki karar verilirken geçirilen karmaşanın süresini azaltacaktır. Böylece, kimlik duygusunun gelişimi önemli bir engelle karşılaşmadan devam edecektir.

Görüldüğü gibi özellikle düşünce sistemi ve cinsel rollerdeki değişmeler ile meslek seçiminin beraberinde getirdiği güçlükler ergeni bir kimlik karmaşası içine sokmaktadır. Kimlik karmaşası, kimi gençler için “olumsuz” bir kimlik bulma ile de sonuçlanabilmektedir. Özellikle genç, çevresindeki anne-baba, öğretmen gibi kişilerin kendisine yönelik beklentilerini karşılayamayınca, onların isteklerine bir tepki olarak, beklenenin tam tersine olumsuz bir kimlik geliştirebilmektedir. Örneğin, sınıfın en başarılısı olması istenen, aldığı düşük bir notun ailesi tarafından hiçbir zaman hoş görülmediği bir lise öğrencisi, aslında yükseköğretim yapmayı düşündüğü halde liseyi yarıda bırakabilmekte; her zaman düzenli olması, davranışlarının kontrollü olması için zorlanan bir başkası da ailesinden uzaklaşıp, gençlik çetelerine katılabilmektedir. Gazete haberlerine dikkat edilecek olursa, kendini baskı altında hissettiği için özgür olmak, gönlünce yaşamak için evlerinden kaçtıklarını ifade eden gençlerin büyük bir çoğunlunun, ergenlik döneminde olduğu görülebilir.

Erikson’un özdeşim kurma ve kimlik karmaşası üzerine görüşleri, ergen davranışını anlamamızı kolaylaştırmaktadır. Özellikle lise öğrencilerinin bir bölümü karar vermenin bunaltısı, cinsel rollere yönelik karmaşa, hatta psiko-sosyal bir erteleme süreci yüzünden derslere ilgilerini kaybedebilirler. Öğrenciye yakın anlayışlı bir öğretmen tutumu ve okul-aile işbirliği ile gence verilen psikolojik destek ve rehberlik, bu dönemde olumsuz bir kimliğe yönelmeyi önleyecektir.


Kaynak: GELİŞİM VE ÖĞRENME (12. Baskı)
Prof.Dr. Münire Erden
Doç Dr. Yasemin Akman


GENÇLİK ÇAĞININ RUHSAL ÖZELLİKLERİ

ERGENLİK DÖNEMİNİN ZORLUKLARIYLA BAŞA ÇIKABİLMEK İÇİN ANNE-BABALAR OLARAK BİLMEMİZ GEREKENLER

Sizlerle paylaşmak istediğim bu yazıyı Prof. Dr. Atalay Yörükoğlu’nun “Çocuk Ruh Sağlığı” adlı kitabından aldım. Ergenlik dönemi oldukça zor geçen bir dönemdir. Zorluklarla başa çıkabilmek için bir takım şeyleri bilmemiz gerekir. Bunun için de en başta bu çağın genel özelliklerini bilmek gerekiyor. Hangimiz bunlara benzer duygular yaşamadık sevgili anne babalar. Bu dönemde çocuğunuzun size ve anlayışınıza onun size söylediğinin aksine çok fazla ihtiyacı var.  Faydalı olması dileğiyle…


GENÇLİK ÇAĞININ RUHSAL ÖZELLİKLERİ

Çocuklukla erişkinlik arasında, gençlik yada delikanlılık adı verilen uzun bir dönem yer alır. 12 yaşından 21 yaşına dek uzanan bu çağ, ruhsal alanda önemli değişikliklerin belirdiği, hızlı bir büyüme ve olgunlaşma çağıdır. Batı dillerinde “Adolescence” diye bilinen bu dönemin söz anlamı da büyümedir.

Ortaokul (ilköğretimin ikinci kademesi) yıllarına denk düşen ilk gençlik yada yeni yetmelik yaşlarında, cinsel uyanışla birlikte yeni ruhsal özellikler ve davranışlar kendini gösterir. Dengeli ve uyumlu ilkokul çocuğu gider, yerine oldukça tedirgin, güç beğenen ve çabuk tepki gösteren bir genç gelir. duyguları hızlı inişler ve çıkışlar gösterir. Çabuk sevinir, çabuk üzülür. Çabuk sinirlenir, olur olmaz şeyi sorun yapar. Tepkileri önceden kestirilemez olur. Derslere ilgisi azalmış, çalışma düzeni bozulmuştur. İstekleri artmıştır. Kendisine tanınan hakları yetersiz bulur. Evdeki kuralların çokluğundan ve sıkılığından yakınır. Anababanın kurallarına birden tepki gösterir, ters yanıtlar verir. Sürekli bir gidiş geliş içindedir. Evde pek durmak istemez, dönüş saatine aldırmaz, yemeğe geç kalır. Dağınık ve savruk olur. Sık sık bir şey devirip kırar (Sayın Yörükoğlu bu dönemde fiziksel gelişime bağlı olarak yaşanan “sakarlık”tan bahsediyor). Oburlaşır, girip çıkıp bir şeyler atıştırır.

İlgileri artmış, gelgeç hevesleri çoğalmıştır. Gürültülü müziğe bayılır. Süse ve giyime düşkünlük gösterir. Genç kız, ayna karşısında saatler geçirir. Bir sivilceyle gün boyu uğraşır, kaygılanır. Genç erkek, boyasız ayakkabısına bakmaz ama saçını uzatır, günün modasına göre kestirmekte direnir. Zayıflık, şişmanlık, uzun boy, kısa boy, yüz çizgilerinin düzgün olup olmayışı sorun olmaya başlar. Gizliliğe önem verir. Genç odasına kapanır, kapısını kilitli tutmak ister. Duvarlara renkli resimler ve film oyuncularının resimlerini asar. Arkadaşları ile gizli konuşmaları ve fısıldaşmaları olur. Kardeşlerini yanına sokmaz, tersleyip uzaklaştırır. Uzun uzun düşler kurar. Günce tutmaya başlar. Şiir, öykü yazmaya özenir. Kendinden habersiz, mektuplarının ve yazdıklarının okunmasına büyük tepki gösterir.

Toplumsal olaylara ve politikaya ilgi artar. Kulaktan dolma yada ödünç alınmış görüşler savunur, büyüklerle tartışmaya girişir. Bunu yaparken anababasına aykırı gelen düşünceler ileri sürer. Anababasını eleştirmek fırsatını kaçırmaz. Öğütleriyle davranışları arasındaki aykırılığı yüzlerine vurur. Anababaya ters gelen davranışları sürdürmekten özel bir tat alır gibidir. Onların seçtiklerini giymez. Aykırı renkler seçer. “Okuyup da ne olacak?” der. Genç, istemekle yıldız futbolcu olunamayacağını bilir, ama anababasının tepkisini sınamaktan da kendini alamaz. Başka bir deyişle,  karşı çıkmış olmak için karşı çıkar. Bunun en belirgin örneğini şu öyküde bulabiliriz: Gencin biri bir gömlekçiye gider ve kendine bir gömlek seçer. Parasını öder. Tam çıkarken satıcıya sorar: “Annem babam beğenirse geri getirebilir miyim?”

Kısacası ilk gençlik ve gençlik çağı çok fırtınalı bir dönemdir. Bu dönemde genç kendi kendisiyle ve çevresiyle sürekli bir savaş içinde görünür. Ruhbilim açısından, bu çelişkili duyuş ve davranış özellikleri bu dönem için olağan sayılır. Ancak kimi gençte bu dönem daha gürültülü geçer. Kimi gençte de az bir çalkantı ile atlatılır. Gençlerdeki bu coşkuyu, tedirginliği ve tutarsız davranışı en iyi tanımlayan terimi Türkçe’de buluyoruz: Delikanlılık. Anadolu’da yalnız erkekler için değil, kızlar için de “Delikanlı kız” deyimi kullanılır.
Şimdiye dek sayılan belirtiler, bu çağdaki gencin bocalamalar, çelişkiler ve bunalımlar içinde olduğunu göstermeye yeter sanırız. Gencin içine düştüğü bu ruhsal çalkantının bir nedeni, bir anlamı vardır. Hızlı beden gelişmesiyle birlikte gelen cinsel uyanış, genci hazırlıksız yakalamakta ve bunaltmaktadır. Genç birden bastıran bunca değişikliğe kendini uyduracak gücü kendinde bulamamaktadır. Çünkü, doğanın bir oyunuyla, bedensel büyüme hızlanmakta, ruhsal olgunlaşma ise geri kalmaktadır. Dengesi bozulan genç bu yeni duruma alışmaya çabalamaktadır. Tepkilerindeki iniş çıkışlar, davranışlarındaki tutarsızlıklar, duygulardaki değişkenlik hep bu uyum çabasıyla açıklanabilir. Başka bir deyişle, genç, içten gelen saldırganlık ve cinsel dürtülerin baskısı altında bunalmakta, kendisi için yeni ve yabancı olan bu duyguları bir düzene sokmaya çalışmaktadır. Tıpkı toy bir sürücü gibi arabasını doğru yolda tutmaya çabalamakta ama sağa sola yalpa yapmadan yol alamamaktadır.

Genç, bir yandan büyümek için sabırsızlanmakta, öte yandan çocuksu davranışlardan sıyrılamamaktadır. Ergenlik belirtilerini yaşıtlarından çok önce gösteren gençlerde bu bocalama daha da belirgindir: Yetişkin boyutlarına ulaşmış bir gövdede çocuk kişiliği vardır. Dün seksek oynayan bir kız çocuğu, ilk aybaşını gördü diye kendini bir günde yetişkin gibi davranmaya zorlayamaz. Bu çelişkiyi kendi içinde duyan genç, anababasının çelişkili tutumlarıyla büsbütün bocalar. Anne kızını sokakta oynatmak istemez, “Artık genç kız oldun!” der. Kardeşine sataşan ağabeye, baba: “Utanmıyor musun, koskoca adam oldun!” der. Öte yandan, “Daha o kadar büyümedin” diye tek başına veya arkadaşlarıyla maça göndermez.

Bu çağ gencin yeni arayışlar içinde olduğu bir çağdır. Genç her şeyden önce kendini aramaktadır. “Ben kimim? Neyim? Ne olacağım? Toplumdaki yerim neresi?” sorularını bilinçli ve bilinçsiz olarak kendi kendine sorar. Kendi kişiliğine çeki düzen vermeye çalışır. Sanki bütün çocukluk dönemlerini yeniden yaşar bu dönemde. Kendi kimliğine kavuşabilmesi için, genç, önce anababa etkisinden sıyrılmaya çalışır. Onun gözünde artık anababası hiç yanılmaz, hep haklı kişiler değillerdir. Onları eleştirici bir gözle yeniden değerlendirmeye girişir. Dolaylı ve açık olarak eleştirir. Beğenileriyle alay eder. Düşüncelerini eskimiş bulur. İnançlarını kuşkuyla karşılar. Sanki anababadan öğrenecek bir şeyi kalmamıştır. Öğütleri batar, uyarıları onu kızdırır. Bunları yaparken, genç hiç kuşkusuz çok aşırıya gider. Kişiliği olduğuna kendini inandırmak için işe yadsımakla başlar. Bu gerçeği gülmece yazarı Mark Twain çok iyi dile getirmiş: “On beş yaşındayken babamı çok bilgisiz sanırdım. Yirmi beşime geldiğimde babamın geçen on yılda ne çok şey öğrendiğini görerek şaştım.” Kuşkusuz babası tüm bildiklerini on yıl içinde öğrenmedi. Ama genç olgunlaştı, duruldu. Babasını daha gerçekçi olarak değerlendirmeye başladı. Altı yaşındayken çocuk, babayı en güçlü, en çok bilen, hiç yanılmaz kişi olarak tanır. Neredeyse Tanrı’laştırır. On altı yaşında onu tahtından indirir, “Bizim ihtiyar” diye küçümser. Yirmi altı yaşında da M. Twain’in gördüğü gibi görmeye başlar.

Gençlik çağı bağımsızlık çağıdır. Topluma karışma çağıdır. Genç evden kopar, çevreye yönelir. Gerçekten bu çağda evde oturmak, gence işkence gibi gelir. spora ilgi artar. Gelişen kaslarını çalıştırmak, içte biriken ve taşan gücünü boşaltmak için en uygun uğraştır spor. Sporun bir alanında kazanacağı başarı kendine güvenini artırır. Daha da önemlisi toplu sporlar, gence, yaşıtlarıyla kaynaşma ortamı sağlar. Kendisini arkadaşlarıyla karşılaştırır. Onların da bağımsızlık çabasında oluşları, başkaldırışları, sorunlarının benzer oluşu, kümeleşmeye yol açar. Anababasından değişik olma eğilimi onu bir bakıma boşlukta bırakmıştır. Bu boşluğu yeni yakınlıklar ve ilişkiler kurarak doldurmak ister. Yaşıtlarının davranış, giyim kuşam beğenilerini benimser. Onlar gibi argo konuşur. Kendine sırdaş ve dert ortağı seçer. Arkadaş kümesi içinde bağlılığa dayanışmaya önem verir. Genç kümede kalmak için kendini arkadaşlarının etkisine bırakır. Onlardan ayrı düşmeye korkar gibidir. Kendini benimsetmek için, arada, kendine aykırı gelen davranışlara bile katılır. Örneğin topluca meyve çalmak gibi, tanımadığı gençlerle kavgaya tutuşmak gibi. Evde arkadaşlarının eleştirilmesini tepkiyle karşılar. Onlara söz söyletmez. Anababa ise gencin kötü arkadaşlara uyup baştan çıkacağından korkar. Sıkı denetleme ve kimi arkadaşlıklarını yasaklama yoluna giderler. Bu ise genci daha çok sokağa iter.

Evde ana ve babasıyla çatışması çok olan bir gencin, arkadaşlara kendini tümden kaptırması olasılığı daha yüksektir. Kendini bulma çabasında olan güvensiz ve yetersiz bir genç, daha atılgan ve becerikli yaşıtlarının egemenliği altına girebilir. Bu nedenle gencin yoldan sapması kötü arkadaşa uyma sonucu ortaya çıkmaz. Tersine, ana babasından yeterli destek bulamayan genç, olumsuz arkadaşlıklara yönelir. Ancak anababanın denetlemesi ve uyarısı gereklidir. En sağlıklı gençler bile ara sıra yoldan çıkma eğilimi gösterebilir. Ana ve babasıyla ilişkileri sağlıklı gelişen bir genç, kendini bir süre kaptırsa bile, geri dönüş yapmasını bilir.

Gençlik dönemi hayranlıkların ve tutkunlukların bol olduğu bir dönemdir. Gençler bir yandan anababa etkisinden sıyrılırken, öte yandan kendilerine yeni örnekler seçerler. Bir öğretmen, bir sporcu, bir şarkıcı, genç bir siyasal önder, onların benzemek istedikleri kişiler olur. Genç hayran olduğu bu kişilere her yönden benzemek ister. Yeteneklerinden kusurlarına değin her şeyini körü körüne beğenir. Bir süre sonra kendine yeni bir örnek seçer, onunla özdeşim kurar. Sürekli değişen hayranlıklar gencin ilerde ne olmak istediğiyle ilgilidir. Bir kişilik, bir amaç, bir ülkü geliştirirken, yoluna çıkan başarılı ve örnek insanlardan kendi benliğine bir şeyler katmaktadır. Bu denemeleri yapan genç, kendine uyacak giysiyi buluncaya dek giysi değiştiren bir insana benzetilebilir.


Kuşkusuz, gençlik çağında ortaya çıkan değişikliklerin tümü olumsuz değildir. Ruhsal alanda yaşanan çalkantı yanında, gençte pek çok olumlu gelişme gözlenir. Bir kez, gencin düşünme  yeteneğinde önemli bir sıçrama olur. Soyut kavramları daha iyi anlar ve kullanır. İlgi alanı genişler ve çeşitlilik kazanır. İlerde seçeceği meslekle ilgili konulara eğilir. Bir şeyler yapmak, başarılı olmak eğilimi çok güçlenmiştir. Eski yeteneklerinden kimisi sivrilir ve öne geçer. Toplumsal olaylara ilgi duyar. Politika ve ülke yönetimi konularında görüşler ileri sürer. Başlangıçta derme çatma olan görüşleri, okuyup tartıştıkça oluşup gelişir. Kendini ve başkalarını gözlem yeteneği güçlenmiştir. Hiçbir şeyi beğenmez tutumu, giderek yerinde eleştirilere ve yorumlara dönüşür. Coşkuludur. Duygu ve düşüncelerini inançla savunur. Haksızlıklara karşı acımasız bir tutum takınır. Yaşanan gerçeklere pek aldırmadan, toplum düzeni birden değişsin, eşitsizlikler birden ortadan kalksın ister. Genç, sağ yada sol bir siyasal akımın etkisinde kalsa da bu amacı değişmez. Hakça bir düzenden, doğruluktan yanadır. Gençlerde bu eğilim o denli güçlüdür ki, bu amaca ulaşmak için kolay çözümlere bel bağlar, yalancı önderlerin ardından gidebilirler. Amaç uğruna, kendilerine de başkalarına da kötülüğü dokunan eylemlere araç olabilirler.

YATMA ZAMANI

GEREKLİ OLANLAR: Oyuncak hayvan Oyuncağı içine alacak büyüklükte karton kutu Eski havlu, eski kumaş parçaları, pamuk Çocuğunuz uy...