21 Şubat 2021 Pazar
JEAN - BAPTISTE DE LAMARCK
Beş yıl sonra bu kuruluş Ulusal Doğa Tarihi Müzesi adıyla yeniden örgütlendiğinde zooloji bölümünün yöneticiliğine atanan Lamarck o tarihten sonra bütün ilgisini zoolojiye yöneltti. Bu bilim dalındaki çalışmalarına 50 yaşından sonra başlamasına ve gözlerinin neredeyse körlük derecesinde bozulmuş olmasına karşın böcekler ile solucanlar konusunda en yetkili kişi olarak tanındı. Ömrünün son yıllarına doğru da omurgasız hayvanlar biyolojisinin en önemli yapıtlarından birini yayımladı.
JEAN PIAGET
Jean Piaget, meslek yaşamının büyük bir bölümünü çocukları dinleyip, gözleyerek ve dünyanın her köşesinden bilim adamlarının aynı konuda hazırladıkları raporları inceleyerek geçirdi. Piaget sonuçta, çocukların yetişkinlerden çok farklı düşündüklerini ortaya koydu.
Kendilerini ancak dile getirebilen binlerce yeniyetmeyle yaptığı görüşmelerden sonra, Piaget söz konusu yaş grubunun dışa vurdukları o şirin, ancak mantığa aykırıymış gibi gelen görüşlerinin ardında kendilerine özgü bir düzen ve mantığı olan düşünce süreçlerinin yatabileceği sonucuna vardı. Einstein bunu, "yalnızca bir dahinin akıl erdirebileceği basitlikte bir buluş" olarak nitelendirdi. Piaget'nin ortaya attığı görüş, zekânın özünde yatan işlevlere yeni bir pencere açtı.
10 yaşında yayımladığı ilk bilimsel raporundan 84 yaşında ölümüne dek uzanan, yaklaşık 75 yıllık yoğun bir araştırma süreci sonunda Piaget gelişimsel ruhbilim, bilişsel kuram ve genetik bilgi kuramı (epistemoloji) adı verilen birçok yeni bilim dalının gelişmesine katkıda bulundu.
Eğitim konusunda düzeltimci biri sayılmasa da, Piaget, günümüzde eğitime yeni bir çehre getirilmesini hedefleyen eylemlerin temelini oluşturan çocuk düşünce biçimini su yüzüne çıkarttı. Çağdaş insanbilimcilerinin ortaya attıkları "soylu yabanıllar" ve "yamyamlar" türü öykülere kıyasla, Piaget, çok farklı bir görüş ortaya attı. Bu açıdan ele alındığında, Piaget'nin çocukların düşünce biçimini ilk kez ciddiye alan bir bilim adamı olduğu söylenebilir.
Çocuklara aynı ilgiyle yaklaşan Amerikalı John Dewey, İtalyan Maria Montessorive Brezilyalı Paulo Freire gibi bilim adamları okullarda hemen bir değişime gidilmesi yönünde çok daha yoğun bir çaba harcamalarına karşın Piaget'nin eğitime katkısı çok daha etkili oldu.
Jean Piaget'nin çocukların bilgiyle doldurulacak boş çuvallar olmayıp bilginin etkin yapıcıları oldukları, sürekli olarak kendilerine özgü kuramlar yaratıp bunları sınadıkları yönündeki görüşü kuşaklar boyunca eğitimciler tarafından saygıyla karşılandı.
Freud ya da B. F. Skinner kadar ünlü olmasa da, ruhbilimine katkısı çok daha uzun ömürlü oldu. Bilgisayarlar ve internet çocuklara giderek çok daha geniş kapsamlı sayısal dünyalara ulaşma olanağı tanırken, Piaget'in öne sürdüğü görüşler çok daha belirgin bir önem kazandı.
Piaget, İsviçre'nin Fransız kesimindeki, şarap ve saatleriyle tanınan Neuchatel Bölgesi'nde yetişti. Babası Ortaçağ bilimleri profesörü, annesi ise katı bir Kalvinist idi.
Küçük yaşta doğa bilimleriyle yakından ilgilenen dahi bir çocuktu. 10 yaşındayken gerçekleştirdiği gözlemler yalnızca üniversite kitaplarında açıklamaları bulunabilecek türde çalışmalardı. Kitaplık görevlisinin kendisine bir çocukmuş gibi davranmasına son vermek amacıyla albinoz serçelerin görüş gücü üzerine kısa bir not yayımladı ve amacına ulaştı.
Doktorasını hayvanbilim konusunda yapan Piaget, herhangi birşeyi kavramanın tek yolunun o şeyin nasıl evrildiğinin anlaşılması olduğunu savunan görüşünü ortaya attı.
II. Dünya Savaşı'ndan sonra Piaget, ruhbilimle ilgilenmeye başladı. Zürih'e giderek Carl Jung'un derslerine katıldı, ardından Paris'e giderek mantık ve ruhsal bozukluklar konusunda eğitim görmeye başladı. Alfred Binet'nin çocuk ruhbilimi laboratuvarında Theodore Simonile birlikte çalışan Piaget, aynı yaştaki Parisli çocukların doğru-yanlış seçenekli zekâ testlerinde benzer yanlışlar yaptıklarının ayırdına vardı.
Onların uslama sürecinden son derece etkilenen bilim adamı çocuğun kafa yapısının özüne inilerek insanın öğrenme sürecinin su yüzüne çıkartılabileceğini öne sürdü. Bu arada İsviçreli bilim adamları, çocukları oynarken inceden inceye gözleyip kullandıkları sözcükleri ve sergiledikleri davranış biçemlerim kaydetmeye başladılar.
Rüzgâr Nasıl Oluşur?
En tanınmış deneylerinden birinde Piaget, çocuklara "Rüzgâr nasıl oluşur" diye soruyor ve karşılıklı konuşma şöyle sürüyordu:
Piaget: Rüzgâr nasıl oluşur?
Julia: Ağaçlar.
P: Nereden biliyorsun?
J: Onları kollarını sallarken gördüm,
P: Bu nasıl rüzgâr oluşturuyor?
J: (Elini yüzünün önünde sallayarak) İşte böyle. Ama onların kolları daha uzun. Hem daha çok ağaç var.
P: Okyanuslardaki rüzgâr nasıl oluşuyor?
J: Karadan oraya esiyor. Yok, yok. Dalgalardan...
Piaget, erişkin ölçütlerine aykırı olmakla birlikte, Julia'nın görüşlerinin "yanlış da sayılamayacağını", bunların oldukça mantıklı ve çocuğun bilgi edinme sürecine uygun olduğunu gördü. Çocuğun bilgisini sınarken "doğru" ya da "yanlış" biçiminde bir ayrıma gidilmesi olayın tam olarak kavranamaması ve çocuğa yeterince saygı gösterilmemesi demekti.
Piaget'nin amacı, rüzgarla ilgili sohbetten yola çıkarak, çocukların sözel bir açıklama getirmede erişkinler denli becerikli olamadıklarında başvurdukları yöntemlerle ilgili bir kuram oluşturmaktı.
Çocuğa Nasıl Davranmalı?
Kendisi bir eğitimci değildi ve böylesi durumlarda nasıl bir tavır takınılması gerektiği yönünde asla kurallar koyma yoluna gitmedi. Gelgelelim, çalışmaları büyüklerin çocuğun davranışlarını hemen düzeltme yoluna gitmelerinin son derece yanlış olabileceğini, onlara kendi kuramlarını oluşturma olanağını tanımanın çok daha yararlı olduğunu ortaya koyuyor.
Piaget bu görüşünü belirtirken, "Çocuklar yalnızca kendi keşfettikleri şeyleri gerçek anlamda kavrayabilirler. Onlara bir şeyleri şipşak öğretmeye kalkıştığımızda, bu şeyleri kendilerinin yeniden keşfetmelerini engellemiş oluruz." diyor.
Piaget'in izinden gidenler çocukların, nesnelerin gözden yittiklerinde yok oldukları, ayla güneşin insanı sürekli izlediği, büyük şeylerin yüzdüğü ve küçüklerin dibe çöktüğü türünde ilkel fizik yasalarına sonsuz bir hoşgörüyle yaklaşırlar. Einstein, kendi geliştirdiği görecelik kuramının mantığa aykm gelmesinden olsa gerek, özellikle de Piaget'nin yedi yaşındakilerin daha hızlı gitmenin daha çok zaman aldığı konusunda diretmeleri yönündeki görüşünden çok etkilendi.
Hemen hemen her eğitimci Piaget'nin çocuğun gelişimiyle ilgili olarak öne sürdüğü dört aşamayı (duyumsal devinim, ön-edimsel, somut edimsel ve biçimsel edimsel) ezbere bilse de, onun çok daha önemli görüşleri, belki de eğitimciler tarafından "çok ağdalı" bulunduğu için, pek iyi bilinmez.
Bilgi Kuramı
Piaget asla kendisini bir çocuk ruhbilimcisi olarak görmedi. Onun asıl ilgi alanı, Piaget bu konuya el atıp onu bir bilime dönüştürünceye dek, tıpkı fizik gibi felsefenin bir dalı olarak ele alınan bilgi kuramı idi. Piaget, bilgiye ulaşmanın birden çok yolu olduğunu ve bunların yargılama yoluna gidilmeden bir düşün adamının titizliğiyle incelendiğini öne süren, bir tür göreli bilgi kuramını oluşturdu.
Piaget'den bu yana söz konusu alanın sınırları kadınlara özgü düşünce biçemleri, Afromerkezli düşünce biçemleri, dahası bilgisayara özgü düşünce biçemleri gibi konularla daha da genişledi. Gerçekten de, yapay zekâ ve zekânın bilgi işlem modeli Piaget'e sanıldığından çok daha fazla şey borçludur.
Piaget'nin geliştirdiği kuramın özünde, çocukların bilgiye ulaşma yöntemlerinin derinliklerine inilmesinin genelde bilginin nasıl oluşup geliştiğine ışık tutacağı görüşü yatmaktadır. Bu görüşün gerçekten de bilginin daha iyi kavranmasına neden olup olmadığı ise, Piaget ile ilgili her şey gibi, tartışmalı bir konudur.
Son on yıldır Piaget'nin görüşlerine bilginin beynin içsel bir öğesi olduğu yönünde bir görüşle karşı çıkılıyor. İncelikli deneyler yeni doğan bebeklerin Piaget'nin çocukların oluşturduklarına inandığı bilgilerin bir bölümüne doğuştan sahip olduklarını ortaya koyuyor. Ne var ki, bilişsel kuram alanında Piaget'nin günümüzde de dev konumunu koruduğuna inananlar için, bebeğin doğuşta sahip olduğu bilgi ile erişkinlerin sahip olduğu bilgi arasındaki fark öylesine büyüktür ki, yeni buluşlar bu açığı kapatmak şöyle dursun, olaya daha da gizemli bir boyut kazandırmaktadır.
JOHANN GREGOR MENDEL
(1822-1884) "Bilim adamı"
deyince çoğumuzun gözünde laboratuvarda deneylerine gömülmüş, ak önlüklü,
gözlüklü biri canlanır. Oysa bilimin öncüleri arasında çalışmasını kum üzerinde
(Arşimet), eğik kulede (Galileo), çiftlikte (Newton), doğa araştırma gemisinde
(Darwin), patent bürosunda (Einstein) yapanları biliyoruz. Bilim düşünsel bir
etkinliktir; yeri laboratuvarla değil, zekâ, imgelem ve istenç gücüyle
sınırlıdır. Bunun çarpıcı bir örneğini çalışmalarını aralıksız yirmi yıl
manastır bahçesinde sürdüren keşiş Mendel vermiştir.
Genetik biliminin kurucusu Gregor Mendel, Avusturya imparatorluğuna dahil
Çekoslavakya'da yoksul bir köylü çocuğu olarak dünyaya gelir. O zaman kırsal
kesimde hâlâ bir tür derebeylik düzeni egemendi. Topraksız köylüler için boğaz
tokluğuna ırgatlık dışında fazla bir seçenek yoktu; tek kurtuluş yolu belki de
eğitimdi.
Ne var ki, eğitim de çoğunluk ilkokulla sınırlı kalmaktaydı; daha ilerisi için
halkın parasal gücü yoktu. Herkes gibi Gregor'un da doğuştan alın yazısı babası
gibi rençber olmaktı. Ama hayır, bu çocuk düzenin koyduğu engeli aşacak,
kendine özgü kararlılık içinde yeteneğini ortaya koyacaktı. İlkokuldaki
başarısı göz kamaştırıcıydı. Öğretmenlerinin ısrarı üzerine aile, sonunda
çocuğun orta öğrenimi için izin verir. Gregor, evinden uzakta altı yıl bir yurtta
yetersiz bakım ve beslenme koşullarına göğüs gererek okur; ama, acısını uzun
yıllar çekeceği yorgun, cılız ve sağlıksız bir bedenle mezun olur.
Mendel daha öğrencilik yıllarında bilimin büyüsüne kendini kaptırmış; özellikle
botanik yoğun ilgi alam olmuştu. Fakat yüksek öğrenim onun için ulaşılması güç
bir hayâldi. Burs olanağı yoktu; kız kardeşinin bağışladığı çeyizi de yeterli
olmaktan uzaktı. Mendel için bir tek yol vardı: Bir katolik manastırına girmek.
Avusturya'da botanik müzesi, bahçe bitkileri ve zengin kitaplığıyla ünlü Brünn
Manastırı Mendel için "ideal" bir öğrenim merkeziydi.
Yirmibeş yaşında "papaz" unvanını alan Mendel'in asıl özlemi hiç
değilse bir ortaokulda öğretmen olmak, araştırmaları için daha elverişli bir
ortam bulmaktı. Bu amaçla girdiği sınavda yeterli görülmez. Üniversite
öğreniminden yoksun kalmış olması önemli bir handikaptı. Genç papaz umudunu
yitirmemiştir.
Viyana Üniversitesi'nde dört sömestr fizik ve doğal tarih öğrenimi gördükten
sonra şansını yeniden dener. Ama yine başarılı görülmez. Sınav kurulu
önyargılıdır; kendine özgü değişik bir tutum sergileyen genci anlamaktan uzak
kalır. Adayın özellikle evrim ve kalıtıma ilişkin görüşleri bağışlanır gibi
değildi. Mendel için artık manastıra çekilip araştırmalarını bahçe bitkileri
üzerinde sürdürmekten başka çare kalmamıştı.
Canlılarda özelliklerin kuşaktan kuşağa geçişi, Mendel'in sürgit ilgi odağını
oluşturan konuydu. Herkes yeni doğan bir yavrunun atalarının özelliklerini
taşıdığını biliyordu. Dahası, kimi yavrunun daha çok anaya, kimi yavrunun da
daha çok babaya çektiği gözden kaçmıyordu. Ancak bilinen bu olayların
"bilimsel" diyebileceğimiz bir açıklaması yoktu ortada.
Mendel bezelyeler üzerindeki deneylerine öyle bir açıklama bulmak için
koyulmuştu. Çalışmasını, bu amaçla seçtiği 22 çeşit bezelyenin boylu-bodur,
sarı-yeşil, yuvarlak-buruşuk,... gibi 7 çift karşıt özellikleri üzerinde
yoğunlaştırır.
Örneğin, boylu ve bodur çeşitlerim çapraz döllediğinde ilk kuşak melez ürünün
tümüyle boylu olduğunu saptar. Melez ürünü kendi içinde dölleyerek elde ettiği
ikinci kuşak ürünün büyük bir bölümünün boylu, küçük bir bölümünün ise bodur
olduğu görülür (aşağıdaki şekile bakınız!). Mendel iki çeşit arasındaki oranı
hesaplar: 1064 bitkinin yaklaşık 3/4'ü boylu, 1/4'ü bodurdur. Örneklem
büyüklüğünden kaynaklanan olası hatayı göz önüne alan Mendel, oranı 3:1 olarak
belirler (Boylu faktörü B, Bodur faktörü b ile gösterilmiştir).
Şekilde belirlenen durumun iyi anlaşılması için birkaç noktanın açıklık kazanması gerekir:
(1) Döllenmede boylu ve bodur bezelyelerin hangisinin dişi, hangisinin erkek olduğu, sonucu etkilememektedir. Başka bir deyişle özelliğin belirlenmesinde boylu erkek, bodur dişi çift ile bodur erkek, boylu dişi çifti eşdeğerdir.
(2) Dişi ya da erkek her canlı her özellik için biri başat, diğeri çekinik iki faktör taşır. Bezelye örneğinde, ilk kuşaktaki Bb melezinde ortaya çıkan B başattır, gizli kalan b çekiniktir.
(3) Dişi ve erkekte her üreme hücresi faktörlerden yalnızca birini taşır; öyle ki, her yavru iki faktörle dünyaya gelir. Kuramın bu temel ilkesine "Mendel'in ayırım yasası" denmiştir.
(4) İlk kuşaktaki melez (Bb) yavruların tümüyle boylu olması, faktörlerin döllenmede kaynaşmadığı, başat ya da çekinik her faktörün bireysel kimliğini koruduğunu gösterir. Nitekim ikinci kuşakta faktörlerin BB, Bb, bB ve bb olarak çıktığını görüyoruz.
"Mendel'in bağımsız çeşitler" diye bilinen bu yasası yavruların kimi kez ana ve babaya değil, geçmişteki atalarına benzeme olayım da açıklamaktadır. Şöyle ki, kuşaktan kuşağa gizil kalan çekinik faktörlerin birbiriyle birleşip ortaya çıkma olanağı vardır. Aynı şekilde yavrunun ana babadan birine daha çok benzemesi de başat ve çekinik faktörlerle açıklanan bir olaydır (Bağımsız çeşitler yasasını kısaca şöyle dile getirebiliriz: Döllenmede iki cinsiyetin her birinden gelen tek faktörler birbiriyle bağımsız ve rastgele birleşirler).
Mendel başka bitkiler üzerinde yaptığı deneylerden de aynı sonucu almıştır. Daha sonra, biyologların böcek, balık, kuş ve memeliler üzerinde yürüttükleri deneyler de onun genetik teorisini doğrulamıştır.
Mendel teorisi, evrim kuramının başlangıçta açıklamasız bıraktığı kimi önemli noktalara da ışık tutmuştur. Evrimi doğal seleksiyonla açıklayan Darwin de herkes gibi ana-baba özelliklerinin yavruda bir tür kaynaştığını varsayıyordu. Oysa bu doğru olsaydı, doğal seleksiyonla üstünlük kazanan özelliklerin kuşaklar boyu zayıflama sürecine girmesi gerekirdi.
Örneğin, çok hızlı koşan bireyle koşma hızı normal bireyin çiftleşmesinden doğan bireyin (yavru) koşma hızı ikisi arasında olacak, sonraki kuşaklarda fark daha da azalarak kaybolmaya yüz tutacaktır. Darwin de bunun böyle olmadığının farkındaydı. Kaynaşma varsayımı ne kimi yavruların ana babadan yalnızca birine benzemesi olayıyla, ne de ara sıra görüldüğü gibi, beklenmedik bir özellikle dünyaya gelme olayıyla bağdaşmaktaydı. Özelliklerin önceki kuşak veya kuşaklardan olduğu gibi ve ayrı birimler olarak yavruya geçtiği düşüncesi, Mendel kuramının getirdiği bir açıklamadır.
Mendel, kuramını 1865'te bilim çevrelerine sunmuştu. Ancak Mendel hayatta iken ilgi çekmeyen kuramın önemi, otuz beş yıl sonra kavranır. Hugo de Vries ve Weismann gibi bilim adamlarının çalışmaları olmasaydı Mendel'in devrimsel atılımı belki de daha uzun süre gün ışığına çıkmayacaktı.
Genetik teorisi, evrim kuramına yeni bir boyut kazandırmakla kalmamış, günümüzde olumlu olumsuz çokça sözü edilen "genetik mühendisliği" denen bir çalışmaya da yol açmıştır.
JOHANNES KEPLER
(1571-1630) Newton, "Daha ileriyi görebildiysem, bunu
omuzlarından baktığım devlere borçluyum," demişti. Bu devlerden biri
Galileo ise diğeri Kepler'dir.
Kepler'e gelinceye dek Copernicus sistemine dayanaksız bir hipotez, ya da, işe
yarar matematiksel bir araç gözüyle bakılıyordu. Kepler, sistemin kimi
düzeltmelerle bilimsel doğruluğunu kanıtlamakla kalmadı, astronomiye mekanik
bir kimlik kazandırdı.
Gençlik coşkusuyla işe koyulduğunda amacı mistik inancı doğrultusunda,
"göksel alemin müzikal uyumunu" geometrik olarak belirlemekti;
çalışmasını noktaladığında, astronomi matematiksel düzenlemenin ötesinde
fiziksel bir gerçeklik kazanmıştı. Ders kitaplarında daha çok üç yasasıyla bilinen
Kepler, uzay fiziğinde sonraki kimi önemli buluşların ipuçlarını da ortaya
koymuştu. Bunların başında eylemsizlik ilkesiyle çekim kavramı gösterilebilir.
Johannes Kepler güney Almanya'da Weil kentinde dünyaya geldi. Dört yaşında
geçirdiği ağır çiçek hastalığı görme duyumunu zayıflatmış, ellerinde sakatlığa
yol açmıştı. Macera arayan sarhoş bir baba ile akıl dengesi bozuk bir annenin
çocuğu olmasına karşın, Kepler'in öğrencilik yılları parlak geçer. Ruhsal
güvensizlik içinde büyüyen Kepler, önce teolojiye yönelir; ancak üniversite
öğreniminde bilim ve matematiğin büyüleyici etkisinde kalır; sonunda Copernicus
sistemini benimsemekle kalmaz, sistemin doğruluğunu ispatlamak tutkusu içine
girer.
Daha yirmi üç yaşında iken Graz Üniversitesi'nin çağrısını kabul ederek astronomi
profesörü, ardından kraliyet matematikçisi görevlerini yüklenir. Ne var ki,
rahat bir çalışma ortamı bulduğu Graz'da kalması fazla sürmez; dinsel çekişmede
yenik düşen protestan azınlıkla birlikte kenti terk etmek zorunda kalır.
Kepler işsiz kalmıştır, ama bu ona meslek yaşamının belki de en büyük şans
kapısını açar: ötedenberi çalışmalarına hayranlık duyduğu Danimarka'lı ünlü
astronom Tycho Brahe'nin asistanı olur. Gerçi kişilik yönünden ustası ile uyum
kurması kolay olmayacaktı; üstelik Tycho tanrısal düzene aykırı saydığı
güneş-merkezli sisteme karşıydı. Ona göre gezegenler güneşin, güneş de dünyanın
çevresinde dönmekteydi. Ne ki, çok geçmeden usta yaşamını yitirir (1601);
gözlemeviyle birlikte yılların yoğun emeğiyle toplanmış son derece güvenilir
gözlem ve ölçme verilerine Kepler sahip çıkar.
Kepler'in resmi görevi astroloji almanakları hazırlamaktı. Zaten yetersiz olan
maaşı çoğu kez ödenmiyordu bile. Soyluların yıldız falına bakarak geçimini
sağlıyordu. Astronomlar için ek kazanç kaynağı gözüyle bakıp bir bakıma
küçümsediği astrolojiye inanmadığı da kolayca söylenemez.
Yukarda da belirttiğimiz gibi, Kepler'in amacı "göksel mimarlık"
dediği düzende aradığı matematik uyumu kurmaktı. Graz'dan ayrılmadan önce
yayımlanan Göksel Gizem adlı kitabında, gezegenlerin devinimlerini geometrik
çizgi ve eğrilerle belirleme yoluna gitmiş, o zaman bilinen altı gezegene ait
yörüngelerin, belli bir sıra içinde içice yerleştirilen beş düzgün geometrik
nesnenin oluşturduğu altı aralığa denk düştüğünü ispata çalışmıştı
("Yetkin nesne" denen bu çok yüzlü cisimler şunlardır:
(1) dört eşkenar üçgen yüzlü (piramit),
(2) altı kare yüzlü (küp),
(3) sekiz eşkenar üçgen yüzlü,
(4) oniki eşkenar beşgen yüzlü,
(5) yirmi eşkenar üçgen yüzlü.
Bilindiği gibi iki boyutlu düzlemde istenilen sayıda çokgen şekil çizilebilir;
oysa üç boyutlu uzayda yalnızca sıraladığımız bu beş çok yüzlü düzgün nesne
oluşturulabilir). Antik çağdan beri bilinen bu beş nesnenin gizemli bir
niteliği olduğu inancı pek de yersiz değildi. Gerçekten, yetkin simetrik olan
bu nesnelerin her biri tüm köşelerinin dokunduğu bir küre içine
yerleştirilebilir. Aynı şekilde, her biri tüm yüzlerinin orta noktasına dokunan
bir daireyi çevreleyebilir.
Örneğin, Satürn yörüngesini içeren küreye bir küp yerleştirilecek olsa
Jüpiter'in küresi bu küpün içine; ya da, Jüpiter'in küresine bir piramit (dört
eşkenar üçgen yüzlü nesne) yerleştirilecek olsa Mars'ın küresi bu piramitin
içine tıpatıp uyacaktır. Aynı düzenleme geriye kalan gezegen yörüngeleriyle çok
yüzlü düzgün nesnelerle de gerçekleşmektedir. Kepler en büyük coşkusunu bu
düzenlemeye yönelik araştırmasında yaşamıştır.
Düzgün geometrik nesnelerle gezegen yörüngeleri arasında varsayılan ilişki
olgusal temelden yoksundu kuşkusuz; ama, gezegenlere ait yörünge büyüklükleri
arasında bir tür korelasyon olduğu düşüncesinde bir gerçek payı vardı. Nitekim
Kepler'in yirmi yıl sonra formüle ettiği üçüncü yasası bu düşünceden
kaynaklanmıştır.
Tycho'nun gözlemevine yerleşen kepler, gençliğinin çoğu akıl-dışı
saplantılarından tümüyle kurtulmazsa da, giderek daha olgun, olgusal verilere
daha bağlı bir kimlik kazanır. Tycho'nun ona verdiği görev gezegen
yörüngelerini belirlemeye yönelikti; incelemeye koyulduğu ilk yörünge de
beklentiye en çok aykırı düşen Mars'ın gözlemlenen yörüngesiydi.
Kepler, yoğun bir uğraşa karşın yıllarca, gözlem verileriyle uyum kurmaya
çalıştığı çembersel yörünge arasındaki farkı gideremedi. Bu demekti ki,
çembersel yörünge beklentisinde bir yanlışlık olmalıydı. Ne var ki, göksel
düzeyde yetkinlik arayışı içinde olan Kepler bu olasılığı bir türlü içine
sindiremiyordu. Çembersel olmayan bir yörünge (ki, Kepler için bu bir
"pislik"ti) nasıl düşünülebilirdi? Ama olgular da bir yana
itilemezdi!
Bu tür açmazların etkisinde Kepler zamanla astronomide geometrik uyum
arayışından fiziksel etki arayışına girer. Copernicus için güneşin merkez
konumu salt matematiksel bir belirlemeydi; oysa Kepler buna fiziksel bir
gerçeklik tanıma gereğini duymaya başlar. Tüm gezegen yörünge düzlemlerinin
güneşin merkezinden geçmesi olayı, bu yönelişi doğrulayıcı nitelikteydi.
Mars'ın yörüngesi üzerindeki çalışması bir olguyu daha gün ışığına çıkarmıştı:
gezegenin yörüngesi üzerindeki hızının değişik noktalarda değişik olduğu
gerçeği.
Öyle ki, gezegenin güneşe yaklaştığında hızı artmakta, uzaklaştığında hızı
azalmaktaydı. Kepler bu ilişkiyi ikinci yasasında şöyle dile getirir: güneş ile
gezegen arasındaki yarıçap vektörü yörünge düzleminde eşit zamanlarda eşit
alanlar süpürür. Yaptığı tüm ölçmelerin doğruladığı bu ilişki de çembersel
yörünge beklentisiyle bağdaşmamaktaydı.
Kepler ister istemez başka bir yörünge biçimine yönelmek zorundaydı. Gözlemler
yörüngenin elips biçiminde olduğunu ortaya koyuyordu. Mars'ın yörüngesine
ilişkin bu buluşunu Kepler daha sonra birinci yasası olarak tüm gezegenler için
genelleme yoluna gider: Her gezegen, bir odağında güneşin yer aldığı bir elips
çizerek devinir.
Kepler ilk iki yasasını, 1609'da yayımlanan Yeni Astronomi adlı kitabında
ortaya koymuştu. Üçüncü yasasını aradan dokuz yıl geçtikten sonra oluşturur:
Bir gezegenin yörüngesini tamamlamada geçirdiği sürenin karesi, güneşe olan
ortalama uzaklığının küpüyle orantılıdır. Buna göre, gezegenin periyodik
süresini T ile, yörüngesinin ortalama yarı çapım r ile gösterirsek, (r küp bölü T kare) oranı tüm
gezegenler için aynıdır. "Harmonik yasa" diye bilinen bu ilişki,
yörüngelerini tamamlama süresi bakımından gezegenlerin mukayesesine olanak
vermektedir.
Daha da önemlisi, ilişkinin ilerde Newton'un formüle ettiği yerçekimi yasasına
sağladığı ipucudur. Oysa Kepler bu son buluşuna, gençlik yıllarından beri
arayışı içinde olduğu "küreler uyumunun" formülü gözüyle bakıyordu.
Uyumsuz bir evrenin onun için bir anlamı yoktu. Güneş gezegenleri yönetme
gücüne sahipse, göksel devinimlerin (r küp bölü T kare) formülünde
dile gelen türden bir ilişki içermesi gerekirdi.
Kepler'in gerçeği bulma yolunda verdiği çabanın bir benzerini bilim tarihinde
göstermek güçtür. Şu sözlerinde derin araştırma tutkusu az da olsa
yansımaktadır: "Çalışmamın karmaşık görünen sonuçlarını izlemede
zorlanıyorsanız, bana kızmayınız; çektiğim sıkıntılar için bana acıyınız.
Sunduğum her sonuca yüzlerce kez yinelediğim sınama ve hesaplamalarla ulaştım.
Sadece Mars'ın yörüngesini belirlemem beş yılımı aldı."
Copernicus gibi Kepler de Pythagoras'dan kaynaklanan sayı mistisizminin
etkisindeydi. Evrenin geometrik bir düzenlemeyle kurulduğu inancını hiç bir
zaman yitirmedi. Onun gözünde güneş tanrısal bir güçtü. Güneş sisteminde
yalnızca altı gezegenin bulunmasına (Uranüs, Neptün ve Plüton henüz
bilinmiyordu) koşut olarak geometride yalnızca beş düzgün çok yüzlü nesneye
olanak olması rastlantı değil, merak konusu bir gizemdi. Astronominin temelini
oluşturan üç yasası bu gizemin büyüsünde ömür boyu sürdürdüğü çalışmanın bir
bakıma yan ürünüdür.
Kepler'in kendisi gibi dönemin bilim çevrelerinin de (bu arada Galileo'nun) bu
yasaları yeterince önemsediği söylenemez. Newton'un bir başarısı da, Kepler'in
kitaplarında adeta gömülü kalan bu yasaların gerçek önemini kavramış olmasıdır.
Kepler asıl hayal ettiği şeyi (göksel kürelerin müzikal uyumunu) belki
gerçekleştiremedi; ama gerçekleştirdiği şey ona bilim tarihinde
"Astronominin Prensi" unvanını kazandırmaya yetti.
JOHN DALTON
(1766 -1844) İnsanoğlu maddenin temel
parçacık fikrine çok eskiden ulaşmıştı. Antik Yunan düşünürleri için toprak,
hava, su ve ateş tüm diğer maddeleri oluşturan asal nesnelerdi. Aristoteles
bunlara "yetkin göksel nesne" dediği bir beşincisini eklemişti. Atom
kavramım ilk kez ortaya atan Democritus ise bir parçacığın belli bir küçüklükle
sınırlı kaldığı, daha fazla bölünmeye elvermediği savındaydı. Ona göre, tüm
maddeleri oluşturan atomlar tek türden nesnelerdi. Maddelerin görünürdeki farklılığı
atomların sadece değişik düzenlenmelerinden ileri gelmekteydi.
Ondokuzuncu yüzyıla gelinceye dek bu düşüncede belli bir ilerleme gözlenmez.
İlk kez John Dalton modern atom teorisine yol açan bir atılım içine girer.
Atom, molekül, element ve bileşiklere ilişkin kimya alanında günümüze değin
süren başlıca gelişmelerin bu atılımdan kaynaklandığı söylenebilir.
Atom kavramına bilimsel kimlik kazandıran Dalton kimdi?
John Dalton, İngiltere'de geçimini el dokumacılığıyla sağlayan yoksul bir
köylünün çocuğu olarak dünyaya gelir. Küçük yaşında dinin yanı sıra matematik,
fen ve gramer derslerine de programında yer veren bir tarikat okulunda
öğrenimine başlar. Özellikle matematikte sergilediği üstün yetenek ona yerel
çevrede ün kazandırır.
Oniki yaşına geldiğinde, kendi okulunu açmak için yetkililerden izin alır.
Aralıksız onbeş yıl sürdürdüğü öğretmenliği döneminde genç adam yüzlerce köy
çocuğunu eğitmekle kalmaz, matematik ve bilime olan merak ve tutkusu
doğrultusunda kendini de yetiştirir. Onun ömür boyu süren bir yan tutkusu da
hava değişimleri üzerindeki gözlemleriydi. Çeşitli yörelerden topladığı hava
örneklerini konu alan çözümlemeleri, havanın hep aynı kompozisyonda olduğunu
gösteriyordu.
Dalton'un anlamadığı bir nokta vardı: Gazlar neden tekdüze bir karışım
sergiliyordu? Karışımda, örneğin, karbondioksit gibi ağır bir gazın dibe
çökmesi niçin gerçekleşmiyordu? Sonra, gazların karışımı yalnızca esinti veya
termal akımlara mı bağlıydı, yoksa başka etkenler de var mıydı?
Dalton iyi bir deneyci değildi ama, sorusuna yanıt arayışında laboratuvara
girmekten kaçınamazdı. Deneyi basitti: Ağır gazla dolu bir şişeyi masa üzerine
yerleştirir, üstüne ağızları birleşecek şekilde hafif gazla dolu bir şişeyi baş
aşağı kor. Beklenenin tersine, ağır gaz alt şişede, hafif gaz üst şişede
kalmaz; iki gaz çok geçmeden tam bir karışım içine girer.
Dalton bu olguyu, sonradan "basınçların tikel teorisi" diye bilinen
bir önermeyle açıklar. Buna göre, bir gazın parçacıkları başka bir gazın
parçacıklarına değil, kendi türünden parçacıklara geri itici davranır. Bu
açıklama, Dalton'u geçerliği bugün de kabul edilen bir varsayıma götürür: Her
gaz kütlesi, biribirine uzak aralıklarda devinen parçacıklardan oluşmuştur.
Bu çalışmalarıyla bilim çevrelerinde adı duyulmaya başlayan Dalton, 1793'te
Manchester Üniversitesi'ne öğretim görevlisi olarak çağrılır. Üniversitede
matematik ve fen dersleri veren genç bilim adamı, meteorolojik gözlemlerini
yayınlaması üzerine, Manchester Yazım ve Bilim Akademisi'ne üye seçilir.
Elli yıl süren üyelik döneminde Dalton, Akademiye yüzden fazla bildiri sunar,
bilimsel konferanslarda aktif rol alır. Katıldığı son toplantılardan birinde
övgü yağmuruna tutulduğunda, "Beni yaptıklarımda başarılı buluyorsanız,
beğeninizi büyük ölçüde her zaman dikkat ve özenle sürdürdüğüm çabaya
borçluyum," diyerek gençlere bir mesaj ulaştırmak ister (yaklaşık yüzyıl
sonra Thomas Edison da kendi başarısını benzer sözcüklerle dile getirmişti:
"Deha' dediğimiz şeyin yüzde birini esine, yüzde doksan dokuzunu alın
terine borçluyuz").
Dalton'u maddenin atom teorisine yönelten gereksinme atmosfer olaylarına
ilişkin açıklama arayışından doğmuştu. Daha önce İrlandalı bilim adamı Robert
Boyle de hava kompozisyonu ve hava basıncı üzerinde yoğun araştırmalarda
bulunmuştu. Havanın bir kaç değişik gazdan oluştuğu buluşu Boyle'a aittir.
Aradan geçen zaman içinde Cavendish, Lavoisier, Priestley gibi seçkin bilim
adamları da havanın kompozisyonunda oksijen, nitrojen, karbondioksit ve su
buharının yer aldığını saptamışlardı. Ama bunlardan hiçbirinin atom teorisinin
sağladığı açıklamaya yöneldiğini görmüyoruz.
Dalton bir bakıma kimyayı ve kimyasal çözümlemeyi tanımlayan ilk kişidir. Ona
göre, kimyanın başlıca işlevi maddesel parçacıkları biribirinden ayırmak ya da
biribiriyle birleştirmektir. Onun sözünü ettiği bu parçacıklar maddenin, o
zaman bölünmez, parçalanmaz sayılan en ufak öğeleri, yani atomlardı.
Bilindiği üzere, kimya sanayiinde bir bileşiğin istenen miktarda üretimi için
her bileşen maddeden ne kadar gerekli olduğunu belirlemek önemlidir. Dalton'a
gelinceye dek bu belirleme "el yordamı" dediğimiz sınama-yanılma
yöntemine dayanıyordu.
Dalton bu işlemin daha güvenilir bir yöntemle yapılmasını sağlamak için bir
atomik ağırlıklar tablosu hazırlar. Deneylerinde, bileşen maddelerin
ağırlıkları arasında küçük tam sayılarla belirlenebilen basit ilişkilerin
olduğunu görmüştü. Gerçi belli bir bileşim için aynı bileşenlerin daima aynı
oranda işleme girdiği, öteden beri biliniyordu.
Dalton bir adım daha ileri giderek, aynı iki madde birden fazla şekilde
birleştirildiğinde, ortaya çıkan değişik sonuçların da biribirleriyle basit
sayılarla ifade edilebilen ilişkiler içinde olduğunu gösterir. Örneğin,
bataklık gazında bulunan hidrojen, etilen gazında bulunan hidrojenden iki kat
daha fazladır. Başka bir örnek: Dört kurşun oksit'te bulunan oksijen miktarı 1,
2, 3, 4 gibi basit orantılar içindedir.
Bu basit tam sayılar, Dalton'u maddesel nesnelerin "atom" denen
sayılabilir ama bölünmez birimlerden oluştuğu düşüncesine götürmüştü. Her
elementin değişik bir atomu olduğu, kimyasal bileşimlerin değişik atomların
katılımıyla gerçekleştiği, bu katılımda atomların herhangi bir değişikliğe
uğramadığı gibi noktaları içeren Dalton'un atom teorisi modern kimyanın temel
taşı sayılsa yeridir.
Dalton bu kadarla kalmaz, kimi değişik atomların göreceli ağırlıklarım da
belirler. En hafif madde olarak bilinen hidrojenin atomik ağırlığını
"l" diye belirler. Ardından, suyun ayrıştırılmasıyla ortaya çıkan her
parça hidrojene karşılık sekiz parça oksijen olacağını söyleyerek, oksijen
atomlarının hidrojen atomlarından sekiz kat daha ağır olduğunu ileri sürer. Bu
yanlıştı kuşkusuz.
Dalton suyun H2O değil, HO olduğunu sanıyordu (Biz şimdi oksijenin
atomik ağırlığının hidrojeninkinin sekiz değil 16 katı olduğunu biliyoruz.) Ama
bu yanlışlık onun düşünce düzeyindeki büyük atılımın önemini azaltmaz elbette.
Unutulmamalıdır ki, atomların nasıl bir araya gelip şimdi "molekül"
dediğimiz bileşik atomlar oluşturduğunu gösteren kimyasal simgeler dizgesinde
de ilk adımı ona borçluyuz.
Dalton kimi kişilik özellikleriyle de sıra dışı bir kişiydi. Yaşam boyu bekar
kalmasına karşın, karşı cinse ilgisiz değildi. 1809'da Londra'yı ziyaretinde
kardeşine yazdığı mektuptan şu satırları okuyoruz: "Bond Street
defilelerini kaçırmıyorum. Beni sergilenen giysilerden çok güzellerin yüzleri
çekiyor. Bazıları öylesine dar giysilerle çıkıyorlar ki, vücut çizgileri tüm
incelikleriyle ortaya dökülüyor. Bazıları da geniş şal veya pelerinleriyle
adeta uçuşarak yürüyorlar. Nasıl oluyor bilmiyorum ama güzel kadın ne giyerse
giysin fark etmiyor: Giyim kuşam başka, güzellik başka!"
Büyük kent yaşamının ilginçliği onun için gelip geçiciydi. Mektubunda
büyüleyici bulduğu Londra'dan şöyle söz eder: "Gerçekten görkemli bir yer,
ama ben bu görkemi bir kez seyretmekle yetineceğim. Kendini düşün yaşamına
vermiş biri için yaşanılacak belki de en son yer burası. Görülmeye değer, ama
işte o kadar!"
Renk körlüğü tıp dilinde "daltonizm" diye geçer. Dalton renk körüydü,
zamanının bir bölümünü bu hastalığı incelemekle geçirmişti. Bir ödül töreninde
kralın önüne çıkacaktı. Renkli diz bağı, tokalı ayakkabı, elinde kılıç protokol
gereğiydi. Oysa bağlı olduğu Quaker tarikatı buna izin vermiyordu. Dalton,
çözümü bir süre önce Oxford Üniversitesi'nce kendisine giydirilen onur
cübbesine bürünmekte buldu. Cübbenin yakasının kırmızı olması başka bir sorun
olabilirdi; ancak, Dalton için yaka kırmızı değil yeşildi.
Dalton'un çalışmalarıyla kimyanın matematiksel bir nitelik kazandığı, bir
bakıma fizikle birleştiği söylenebilir. Maddenin elektriksel olduğu düşüncesini
de ona borçluyuz. Çağımızda atom enerjisine ilişkin buluşların kökeninde
Dalton'un payı büyüktür. Dalton, kendi gününde olduğu gibi günümüzde de süren
etkisiyle bilim dünyasında saygın konumunu korumaktadır.
KARL PEARSON
Karl Pearson (1857-1936), modern
istatistiğin kurucularından biri olarak kabul edilen İngiliz bilim adamıdır.
1857 yılında doğan Pearson, Londra College Üniversitesi, Cambridge ve Gresham
College’de uygulamalı matematik ve mekanik profesörlüğü yaptı. 1892’de ilk
önemli eserlerinden olan "The Grammar of Sciences" (Bilimler Grameri)
adlı kitabını yayınladı.
1890’lı yıllardan itibaren matematik ve istatistiğin biyolojiye uygulanması ile
ilgilendi ve bu konuya ilişkin çalışmalarını "Mathematical Contributions
to the Theory of Evolution" (Evrim Teorisine Matematik Katkılar) adı
altında topladığı çok sayıda makale aracılığıyla açıkladı.
1902 yılında Cambridge’de kurmuş olduğu "Biometrica" adlı dergi,
günümüzde de istatistik teori ve uygulamalarında dünyada en ileri gelen
dergilerdendir. 1907’de Francis Galton Laboratuvarı'nın yönetimini üstlenen
Pearson, istatistik alanında kendi adını taşıyan birçok metot geliştirmiştir.
Bölünmelerin asimetrilerinin derecesini ölçmede kullanılan Pearson asimetri
katsayıları ve matematik ile istatistikte kullanılan Pearson kanunları, bu
metotlardan bazılarıdır.
Gözlem sonucu elde edilen fiili frekanslar ile bir hipoteze göre varolması
beklenen frekanslar arasındaki farkların bölünmesinin ki-kare bölünmesine
uyduğunu ve dolayısıyla bu farkların anlamlılığının test edilmesinde ki-kare
bölünmesinden yararlanılabileceğini ortaya koymasından ötürü bu yaklaşım da
Pearson’un adını taşımaktadır. 1936 yılında ölen bu bilim adamının 100’den
fazla eseri bulunmaktadır.
KNIDOSLU EUDOXOS
Eudoxos döneminin en büyük matematikçisidir; oranlara ilişkin araştırmaları vardır. Daha önce Kreneli Theodoros ve Atinalı Theaitetos tarafından irrasyonel kavramına ulaşılmıştı. Bunların yanında diğer Pythagorasçılar da, uzunluklarla sayılar arasında bir koşutluk kuruyor ve uzunluklar arasındaki oranların, tam sayılar arasındaki oranlarla ifade edilebileceğini söylüyorlardı. Kuşkusuz bunun tersi de doğruydu.
Ancak yeni keşfedilmiş olan bir uzunluk veya buna karşılık gelen sayı (*2), bir tam sayı değildi ve tam sayıların oranı ile ifade edilemiyordu; bu durum, felsefelerini tam sayılar üzerine kuran Pythagorasçıları son derece rahatsız etmişti; ya aritmetikle geometri arasındaki koşutluğu reddedecekler veya irrasyonel sayıların varlığını kabul edeceklerdi. Doğru olan yapıldı ve sayı kavramı irrasyonel sayıları da içine alacak şekilde genişletildi. Bu işlem aslen bir Pythagorasçı olan Eudoxos tarafından gerçekleştirildi. Eudoxos, daha sonra Eukleides'in Elementler adlı yapıtının V. ve VI. Kitap'larında işlenecek olan genel oranlar kuramı ile sayı kavramına yeni bir içerik kazandırdı.
Bir doğrunun orta orana göre bölünmesine Altın Oran veya Kutsal Oran denir; Yunanlılar, Eudoxos'un bulmuş olduğu altın oranın bir güzelliği ve kutsallığı olduğuna inanırlardı. İrrasyonellerin anlamlandırılması kadar güç olan diğer bir sorun da eğrilerle sınırlanmış olan alanların veya hacimlerin bulunması sorunuydu. Eudoxos, bu sorunu çözmek için, günümüzde tüketme yöntemi denilen yöntemi geliştirmişti.
Bu yöntemle, bilinen bir büyüklüğün, mesela bir doğrunun uzunluğunun, bir bilinmeyenin, mesela bir eğrinin niteliklerine iyice yaklaşıncaya kadar kendi içinde nasıl bölünebileceğini göstermişti. Archimedes'e göre, Eudoxos, piramitlerin ve konilerin hacimlerinin, sırasıyla eşit tabanlı ve eşit yükseklikli prizmaların ve silindirlerin hacimlerinin üçte birine eşit olduğunu kanıtlamak için bu yöntemden yararlanmıştı.
Ayrıca Eudoxos, dairelerin alanlarının, çaplarının karesiyle orantılı olduğunu da göstermişti; uygulamış olduğu yöntem bir bakıma, bir dairenin alanını bulmak için, bu dairenin içine çok sayıda çokgen yerleştirme işlemine benziyordu. Eğrilerle sınırlandırılmış geometrik biçimlerin alanlarının ve hacimlerinin hesaplanmasını olanaklı kılan ve daha sonra Eukleides'in Elementler'inin VII. Kitab'ında derinlemesine geliştirilen bu tüketme yöntemi, integral hesabının temeli olarak kabul edilmektedir.
Eudoxos, kurmuş olduğu ortak merkezli küreler sistemi ile bilimsel astronominin öncülüğünü yapmıştır. Uzun bir süre Mısır'da kalmış olduğu için Mısır astronomisinin inceliklerini, buradayken öğrenmiş olduğu düşünülebilir. Mezopotamya bölgesine ve İran'a gitmemiştir; ancak çeşitli milletlerden insanların toplanmış olduğu Knidos'ta Asya bilimine de âşina olması olanaklıdır.
Mısır'dayken Heliopolis rahiplerinden bilgiler edinmiş ve Heliopolis ile Cercesura arasında bulunan bir gözlemevinde gözlemler yapmıştır. Augustus döneminde bu gözlemevinin etkinliklerini sürdürmekte olduğu bilinmektedir. Eudoxos'un da Knidos'ta bir gözlemevi kurduğu ve burada gözlemler yaptığı söylenmektedir. Hiparkos'un ona atfettiği Ayna ve Phaenomena adlı yapıtlarında bu gözlemleri toplamıştır.
Ortak merkezli küreler sistemi astronomiye yeni bir ruh getirmiş ve ilk defa bu kuram yoluyla, bir gökcisminin belirli bir süre sonra nerede bulunacağını matematiksel olarak belirlemek olanaklı olmuştur. Aslında düzgün bir biçimde devinen yıldızların konumlarını önceden belirlemek oldukça kolaydır, ama gezegenler için aynı şey söylenemez; çünkü onların görünürdeki devinimleri oldukça şaşırtıcıdır; belirli bir doğrultuda giderken, bir ara durur ve daha sonra geriye dönerler ve periyotlarını tamamladıklarında sekizi andırır bir eğri çizerler. Bu eğriyi hippopede - yani atkösteği - olarak adlandırmış olan Eudoxos'a göre, gezegenlerin böyle bir yörüngede dolanıyormuş gibi görünmelerini sağlamak için dairesel hareketleri birleştiren geometrik ve kinematik bir modelden yararlanmak gerekir; böylece "görüntüyü kurtarmak" mümkün olabilecektir.
Eudoxos'un çözümü son derece ilginçtir. Bir kürenin üzerinde bulunan bir gezegen, bu kürenin eksenlerinden birisi üzerinde dolanırken, merkezdeki Yer'in çevresinde dairesel yörüngeler çizer. Şayet kürenin ekseni, başka bir eksen çevresinde dönmekte olan ikinci bir küreye bağlıysa, çizeceği yörünge, bir daire değil, bu iki kürenin devinimlerinin bir bileşkesi olacaktır; küreleri arttırmak suretiyle oluşan bileşke devinimleri, gezegenlerin gökyüzündeki devinimleriyle uylaştırmak olanaklıdır. Nitekim Eudoxos bu amaçla ortak merkezli kürelerin sayısını 27'ye çıkarmıştır.
Böylece ilk defa gökyüzü görünümleri, matematiksel bir modelle anlamlandırılmış oluyordu. Gerçi ortak merkezli küreler sistemi, çok karmaşıktı ve uygulamada oldukça başarısızdı, ama sonuçta görünümleri anlamlandırmaya yönelik kuramsal bir girişimdi ve yaklaşık da olsa görüntüyü kurtarmayı başarmıştı. Sistem, bir süre sonra bu yönüyle, diğer bilimlere de iyi bir örnek oluşturacaktı.
YATMA ZAMANI
GEREKLİ OLANLAR: Oyuncak hayvan Oyuncağı içine alacak büyüklükte karton kutu Eski havlu, eski kumaş parçaları, pamuk Çocuğunuz uy...
-
Türk milletinin bugün ve gelecekte tam bağımsızlığa, huzur ve refaha sahip olması, devlet yönetiminin millet egemenliği esasına dayandırılma...
-
14. Yüzyıl Başlarında Anadolu ve Avrupa’nın Genel Durumu 1243 yılında Kösedağ Savaşı’nı kaybeden Türkiye Selçuklularının merkezi otorites...
-
KARADENİZ BÖLGESİ A. BÖLGENİN GENEL COĞRAFİ ÖZELLİKLERİ Türkiye’nin kuzeyinde yer alan bölge, ismini Karadeniz’den alır. Doğuda Gürc...