21 Şubat 2021 Pazar
NICCOLO TARTAGLIA
1534’de profesör ünvanıyla Venedik’e gitti. Ertesi yıl üçüncü derece denklemlerin çözümünü sağlayan bir yöntem bulduğunu açıkladı. Bu çözüm yöntemini ilk bulan matematikçi Skipionlu Ferro’nun öğrencisi Antonio Maria Fiore ile giriştiği bir yarışmaya hazırlanırken kendi yöntemini geliştirmeyi başaran Tartaglia, buluşunu gizli tutmaya karar vermişti. Daha sonra kesinlikle açıklamamak koşuluyla Girolamo Cardano’ya öğretmeye razı oldu.
Cardano’nun sözünü tutmaması ve 1545’te yayımladığı "Büyük Sanat" adlı yapıtında bu yönteme de yer vermesi üzerine Cardano’yu sahtekârlık, yalancılık ve hırsızlıkla suçladı, onu savunan Lodovico Ferrari ile önce yazışma biçiminde, sonra da yetkili bir kurul önünde yarışmayı kabullendi. 1548’de Milano’da yapılan ve Ferrari’nin üstünlüğüyle sonuçlanan yarışmada iki bilim adamı birbirlerine, çeşitli konularda 62 soru yöneltti.
Aritmetik, sayısal hesaplama ve kök bulma tekniklerine, özgün katkılarının yanısıra, Eukleides’in "Elemanlar" ını ve Archimedes’in yapıtlarının bir bölümünü İtalyanca’ya çevirerek klasik matematikçilerin çalışmalarının yaygın olarak tanınmasını başlatan ilk matematikçi olan Tartaglia, Cardano’ya yönelttiği suçlamalarını da içeren "Çeşitli Problem ve Buluşlar" ve daha önce 1537’de yayımladığı "Yeni Bilimler" adlı yapıtlarında "eğik atış" konusunda oldukça ilginç görüşlere de yer vermiş ve serbest düşmeye bırakılan cisimlerin davranışını belirleyen yasaların ortaya çıkarılmasını amaçlayan çabaların öncülüğünü yapmıştı.
Eğik atış yapmakta olan bir cismin yörüngesinin hiçbir bölümünün doğrusal olmayacağını öne sürmüşse de, matematiksel olarak kanıtlayamadığı bu görüşünü bilim dünyasına kabul ettirememişti.
NIELS BOHR
(1885 -1962) Söylentiye göre, Danimarka
halkının övünç duyduğu dört şey vardır: gemi endüstrisi, süt ürünleri, peri
masalları yazarı Hans Christian Andersen, fizik bilgini Niels Bohr. Bohr, hem
bilgin kişiliği, hem insancıl davranışlarıyla, büyük hayaller peşinde koşan
gençlere yetkin bir örnek ve esin kaynağı olan bir öncüydü. O, ne Rutherford
gibi dış görünümüyle ürkütücü ne de Einstein gibi "arabaya tek başına
koşulan at"tı.
Niels, Kopenhag'da görkemli bir konakta dünyaya geldi. Babası üniversitede
fizyoloji profesörüydü. Niels çocukluk yıllarında "hımbıl"
görünümüyle hiç de parlak bir gelecek vaad etmiyordu. ileride seçkin bir
matematikçi olan kardeşi Harald da pek farklı değildi.
İki kardeşin en çok hoşlandıkları şey anneleriyle tramvaya binip kenti
dolaşmaktı. Bir keresinde, boş tramvayda anne can sıkıntısını gidermek için
olmalı, çocuklara masal söyler. Anlamsız bakışları, sarkık yanakları ve açık
ağızlarıyla duran iki oğlanı uzaktan izleyen bir yolcu, "Zavallı kadın, bu
iki şapşala bir şey anlattığını sanıyor!" demekten kendini alamaz. Niels
Bohr'un bir çocukluk anısı bu.
Oysa Niels'in okul yılları son derece parlak geçer. Babasının entellektüel ilgi
alanı genişti: Biri felsefeci, biri dilci ve biri fizikçi üç arkadaşıyla her
Cuma akşamı bir araya gelir, düşün dünyasında olup bitenleri tartışırlardı. İki
oğlan da bir köşede oturup uzun süren tartışmaları sessizce izlerlerdi.
Özellikle Niels'in spekülatif düşünceye yakın bir ilgisi vardı. Nitekim,
üniversitede fiziğin yanısıra ilginç bulduğu felsefe derslerini de kaçırmazdı.
Niels Bohr üniversiteyi üstün başarıyla bitirip; yirmi iki yaşında Danimarka
Bilim Akademisi'nin altın madalya ödülünü alır. Delikanlının sonradan unutulan
bir başarısı da İskandinav dünyasında tanınmış bir futbolcu olmasıydı. Bohr
1911'de doktora çalışmasını tamamlar tamamlamaz J.J. Thomson'la çalışmak üzere
Cambridge-Cavendish Laboratuvarı'na koşar. Ancak genç bilimadamı burada
umduğunu bulamaz. Herşeyden önce, İngilizce bilgisi yetersizdi; çevresiyle
verimli iletişim kuramıyordu.
Sonradan, daha önce Rutherford'un olağanüstü yeteneğini farketmiş olan Thomson,
nedense Danimarkalı gence sıradan biri gözüyle bakıyordu. Tartışmalı bir
toplantıda Bohr'un ileri sürdüğü bir çözümü Thomson irdelemeksizin yanlış diye
geri çevirir; ama daha sonra aynı düşünceyi kendisi dile getirir. Bu olayı
içine sindiremeyen Bohr yeni bir arayış içine girer.
Bu sırada bilim dünyasının parlayan yıldızı Rutherford'dur. Katıldığı bir
konferansında Rutherford'un coşkusu ve atılım gücüyle büyülenen Bohr,
Cavendish'i bırakır, Manchester'de onun ekibine katılır. Rutherford deneyciydi,
Bohr ise kuramsal araştırmaya yönelikti. Ama iki bilimadamı arasında başlayan
ilişki ömür boyu süren dostluğa dönüşür. Öyle ki, Bohr biricik oğluna hocanın
ilk adı "Ernest"i verir. Oysa, bursunun tükenmesi nedeniyle
Manchester'de yalnızca altı ay kalabilmişti.
Bohr'un bilimde ilgi odağı atom çekirdeğine ilişkin deney sonuçları değil,
kuramsal bir sorundu: Bir elektrik birimi olan elektronun atom kapsamındaki
davranışının bilinen fizik yasalarına ters düşmesinin nedeni ne olabilirdi?
Normal olarak, pozitif yüklü çekirdeğin çevresinde dönen negatif yüklü
elektronun, devinim sürecinde, elektromanyetik radyasyon salarak enerji
yitirmesi ve çekirdeğe gömülmesi; atomun çökmesi gerekirdi.
Max Planck'ın kara-cisim radyasyon katastrofuna benzer bir katastrof! Planck
karşılaştığı sorunu E = hf denklemiyle açıklamıştı. Bu sorun da belki kuvantum
kavramına başvurularak açıklanabilirdi. Hiç değilse Niels Bohr böyle
düşünmekteydi.
Sorun, "spektrum analizi" ya da "spektroskopi" denen konu
kapsamındaydı. Bohr "çizgi spektrası"na ilişkin bir formülden nedense
habersizdi (Bohr, formülü bir meslekdaşının yardımıyla sonunda öğrenir. Okul
ders kitaplarına bile geçen formülün, Bohr'un gözünden kaçmış olması
ilginçtir).
Bir aritmetik oyununu andıran işlemi 1885'de Balmer adında İsviçreli bir lise
öğretmeni bulmuştu. Buna göre, örneğin, hidrojen spektrumundaki kırmızı
çizginin frekansını saptamak için, 3'ün karesi alınır, l bu sayıya bölünür,
çıkan bölüm 32.903.640.000.000.000 sayısıyla çarpılır. Yeşil çizginin frekansı
için işleme 4, mor çizginin frekansı için 5'le başlanır. Balmer, formülünü
ortaya koyduğunda hidrojen spektrumunda yalnızca üç çizgi biliniyordu. Sonra
bulunan çizgiler için işleme 6, 7, 8, ... sayılarıyla başlanır.
Bohr 1912'de Kopenhag'a döndüğünde çözüm aradığı problemi birlikte getirmişti.
Atomun yapısını açıklamaya çalışan Bohr için Balmer formülü niçin önemliydi?
Yanıt basittir: Bohr, Planck sabiti h'yi kullanarak bu formülle enerji
kuvantalarından oluşan spektrumu açıklayabileceğini görmüştü.
Başka bir deyişle, formülün sağladığı ipucuyla atomların normalde neden enerji
salmadığı, elektronların neden hız kaybedip çekirdeğe gömülmediği açıklık kazanmaktaydı.
Bohr'un o zaman bilinen fizikle bağdaşmaz görünen görüşü başlıca dört nokta
içeriyordu:
(1) Elektron, olası tüm yörüngelerde değil, yalnız enerjisi Planck sabitiyle
bir tam sayının çarpımına orantılı olan yörüngelerde devinir.
(2) Elektron, enerji değişimiyle kuvantum yörüngelerinin birinden öbürüne
geçebilir; ancak çekirdeğe en içteki yörüngeden daha fazla yaklaşamaz.
(3) Bir kuvantum yörüngede devinen elektron bir iç yörüngeye düşmedikçe
radyasyon salmaz. Bu düşüş belli bir miktarda ışık enerjisi üretmekle kalır.
Üretilen enerjinin frekansı iki yörünge arasındaki enerji farkının Planck
sabitine bölünmesine eşittir:
(4) Bir elektronun taşıyabileceği enerjiler sınırlıdır ve bu kesintili enerjiler atomun kesintili çizgi spektrumunda yansır.
Atom yapısının anahtarını, salınan ışığın spektrumunda arayan bu görüşün,
birtakım gözlemlere açıklık getirmekle birlikte, doğruluğu kuşku konusuydu. Bir
kez aynı gözlemler başka hipotezlerle de açıklanabilirdi. Sonra, elektronların
Bohr'un öngördüğü biçimde davrandığını gösteren somut kanıtlar da ortada yoktu
henüz. Kaldı ki, kuvantum yörüngeleri düşüncesi olgusal dayanaktan yoksundu.
Bohr'un hipotezi öncelikle hidrojen spektrumunu açıklamaya yönelikti. Gerçi
olgusal olarak henüz yoklanmamıştı, ama hipotezin Balmer formülünde yer alan
sayının anlamını belirginleştirmesi, geçerliği açısından önemli bir avantaj
sağlamaktaydı. Ayrıca, Bohr'un değişik kuvantum yörüngelerinin enerjilerini
veren formülü, önerdiği atom kuramına istenen belirginliği kazandırır:
(Formülde m elektron kütlesini, e elektrik yükünü, h Planck sabitini göstermektedir. Bu harflerin deneysel olarak saptanan değerleri formülde yerlerine konduğunda, bir saniyedeki titreşimi gösteren sayı, 32.903.640.000.000.000, elde edilmektedir. Barmel'in bulduğu bu sayıya "Rydberg sabiti" de denmektedir).
Bohr oluşturduğu atomun kuvantum kuramını yayımlamadan önce Rutherford'un
incelemesine sunmuştu. Rutherford herşeyde basitliği arayan titiz bir kişiydi.
Bohr'un yazısı karmaşık, uzun ve gereksiz yinelemelerle doluydu. Rutherford
düzeltilmesini gerekli gördüğü noktalara değindikten sonra, "Çalışman
gerçekten ilginç; kuramının atoma ilişkin pek çok probleme çözüm getirici
nitelikte olduğunu söyleyebilirim", diyerek genç bilimadamını yüreklendirmişti.
Bohr'un kuramı 1913'de ingiltere'de yayımlanır. Ne var ki, bilimadamlarının bir
bölümünün tepkisi olumsuzdur: onlara göre, ortaya konan, bir kuram olmaktan çok
rakamlarla oluşturulan bir düzenlemeydi. Oysa, başta Einstein olmak üzere kimi
bilimadamları, çalışmanın büyük bir buluş olduğunu farketmişlerdi. Kuramın,
spektroskopi biliminin atomik temelini kurduğu çok geçmeden anlaşılır. Bir
yandan da kuramı doğrulayan deneysel kanıtlar birikmeye başlar.
Kopenhag Teorik Fizik Enstitüsü başkanlığına getirilen Bohr 1922'de Nobel
Ödülü'nü alır. Artık kısaca "Bohr Enstitüsü" diye anılmaya başlayan
Enstitü'ye dünyanın pek çok ülkesinden genç fizikçilerin akım başlar (Bunlar
arasında Heisenberg, Pauli, Gamov, Landau gibi sonradan ün kazanan genç araştırmacılar
da vardı). Kısa sürede dünyanın en canlı bilim merkezine dönüşen Enstitü bir
grup üstün yetenekli genç için bulunmaz bir eğitim ortamı olmuştu.
Bohr hem bilgin kişiliği, hem insancıl davranışlarıyla büyük hayaller peşinde
koşan bu gençlere yetkin bir örnek, esin kaynağı bir öncüydü. O, ne Rutherford
gibi dış görünümüyle sarsıcı, ne de Einstein gibi "arabaya tek başına
koşulan at"tı.
Bohr çalışma yaşamında sergilediği istenç gücünün yanısıra neşe ve mizahıyla
gönülleri fethetmesini biliyordu. Bir keresinde tartıştıkları bir teori
üzerindeki sözlerini şöyle bağlamıştı: "Bu teorinin çılgınca bir şey
olduğunu biliyoruz. Ama ayrıldığımız nokta, teorinin, doğru olması için
yeterince çılgınca olup olmadığıdır."
Danimarka baştacı ettiği bu insanla ne denli övünse yeridir.
ÖMER HAYYAM
(18 Mayıs 1048 - 4 Aralık 1131) İranlı şâir, filozof, matematikçi ve astronom.
Asıl
adı Gıyaseddin Eb'ul Feth Ömer İbni İbrahim el-Hayyam’dır.
Hayyam, Nişabur doğumludur. Yaşadığı dönemin ünlü veziri Nizamül-Mülk ve Hasan Sabbah ile
aynı medresede zamanın ünlü alimi
Muvaffakeddin Abdüllatif ibn el Lübad'dan eğitim görmüş ve hayatı boyunca her
ikisi ile de ilişkisini kesmemiştir. Bazı kaynaklar; Hasan Sabbah'ın Rey kentinden olduğu Nizamül-Mülk'ün de yaşça
Ömer Hayyam ve Hasan Sabbah'tan büyük
olduğunu ve böylece aynı medresede eğitim görmediklerini belirtmektedir. Yine
de Ömer Hayyam, Hasan Sabbah ve Nizamül-Mülk'ün ilişki içinde olduklarını inkar etmemektedir. (Kaynak: Semerkant-Amin Maalouf Amin
Maalouf'un bu kitabında Hasan Sabbah ve Nizamül-Mülk ile Ömer Hayyam'ın
ilişkisini ve hikâyelerini kurgulamış olabileceği de düşünülmelidir. Hayyam'ın
kendi dilinden yazılı böyle bir açıklaması yoktur.)
Ömer
Hayyam, birçok bilim insanınca Bâtınî ve Mu'tezile anlayışlarına
dâhil görülür. Evreni anlamak için, içinde
yetiştiği İslam kültüründeki hâkim
anlayıştan ayrılmış, kendi içinde yaptığı akıl yürütmeleri eşine az rastlanır
bir edebi başarı ile dörtlükler halinde dışa aktarmıştır.
Hayyam
aynı zamanda çok iyi bir matematikçiydi. Üçüncü
dereceden bilinmeyen denklemlerle ilgili yazdığı bir eserinde bilinmeyen
rakamın yerine Arapçada "şey" anlamına gelen kelimeyi kullanmıştır.
Daha sonra bu eseri diğer dillere çevrilirken İspanyolcaya "Xay"
olarak geçmiştir. Bu kelime ilk harfine indirgenerek bilinmeyen rakamın simgesi
"x" olarak kullanılmaya başlamıştır. Binom açılımını ilk kullanan bilim insanıdır. Hayyam, genelde şiirlerindeki eğlence
düşkünlüğünün belirgin olmasından dolayı rubaileri ile
ünlenmiştir.
Geçmişte
yaşamış birçok ünlünün aksine Ömer Hayyam'ın doğum tarihi günü gününe
bilinmektedir. Bunun sebebi, Ömer Hayyam'ın birçok konuda olduğu gibi takvim
konusunda da uzman olması ve kendi doğum tarihini araştırıp tam olarak
bulmasıdır.
Rubailerinde;
dünya, var oluş, Allah, devlet ve toplumsal örgütlenme biçimleri gibi hayata ve
insana ilişkin konularda özgürce ve sınır tanımaz bir şekilde akıl yürüttüğü
görülmektedir. Akıl yürütürken ne içinde yaşadığı toplumun ne de daha öncesi
zamanlarda yaşamış toplumların kabul ettiği hiçbir kurala bağlı kalmamış, kendinden
önce yaşayanların insan aklına koymuş olduğu sınırları kabullenmemiş, bir
anlamda dünyayı, insanı, var oluşu kendi aklıyla baştan tanımlamış; bu nedenle
de çağını aşarak "evrenselliğe" ulaşmıştır. Ancak unutmamak gerekir
ki Hayyam'ın yaşadığı dönem, kendisi gibi çağları aşan ve tarihin gördüğü en
büyük düşünürlerden birini yaratacak sosyo-kültürel altyapıya sahipti. Kendi
tarihinin belki de en aydınlık dönemlerini yaşayan İslam dünyasında felsefenin
hak ettiği ilgiyi gördüğü, Selçuklu saraylarında
ise sentez bir Orta Doğu kültürü (Türk-Hint-Arap-Çin-Bizans) oluşmaya başladığı
bir dönemde yaşayan düşünür, böylece nispeten yansız ve bilimsel bir öğrenim
görmüş, felsefeyi günah saymayan bir toplum içinde özgürce felsefe ile
ilgilenebilmiştir.
Hayyam,
aynı zamanda dünya bilim tarihi için de önemli bir yerdedir. Günümüzde
kullanılan Miladi ve Hicri Takvimlerden çok daha hassas olan Celali Takvimi'ni
hazırlamıştır. Okullarda Pascal üçgeni Fransız
matematikçi Blaise Pascal'ın soyadıyla olarak öğretilen matematik kavramı
aslında Ömer Hayyam tarafından oluşturulmuştur. Matematik, astronomi
konularında dünyanın önde gelen bilim insanlarındandır. Birçok bilimsel
çalışması olduğu bilinmektedir.
Pek
çok rubai ünü sebebiyle Hayyam'ın rubailerine karıştırılmıştır, bilinen
kadarıyla rubailerinin sayısı 158'dir. Fakat kendisine mâl edilenler binin
üzerindedir.
Ayrıca
Ömer Hayyam için tarihteki ilk bilinen savaş karşıtı eylemci yakıştırması da
yapılmaktadır.
Rubailerinin
Türkçeye çevirisi birçok farklı çevirmen tarafından yapılmışsa da rubaileri
Türk halkına sevdiren çeviri Sabahattin
Eyüboğlu tarafından yapılmıştır.
Hayyam'ın
eserlerinden 18 tanesinin adı bilinmektedir, çeşitli bilim dallarında birçok
eser yazmıştır.
1. Ziyc-i
Melikşahi. (Astronomi ve takvime dair, Melikşah'a ithaf edilmiştir)
2. Kitabün fi'l
Burhan ül Sıhhat-ı Turuk ül Hind. (Geometriye dair)
3. Risaletün fi
Berahin İl Cebr ve Mukabele. (Cebir ve denklemlere dair)
4. Müşkilat'ül
Hisab. (Aritmetiğe dair)
5. İlm-i Külliyat
(Genel prensiplere dair)
6. Nevruzname
(Takvim ve yılbaşı tespitine dair)
7. Risaletün fil
İhtiyal li Marifet. (Altın ve gümüşten yapılmış bir cisimde altın ve gümüş
miktarının bilinmesine dair. Almanya Gotha kütüphanesinde bir nüshası
mevcuttur.)
8. Risaletün fi
Şerhi ma Eşkele min Musaderat (Öklid'in bir probleminin çözülmesi metoduna
dair, Hollanda Leiden kütüphanesinde bir nüshası vardır. F. Woepcke Fransızcaya
çevirmiştir.)
9. Risaletün fi
Vücud (Felsefede ontoloji bahsine dair. Britanya kütüphanesinde bir nüshası
mevcuttur.)
10. Muhtasarun
fi't Tabiiyat (Fizik ilimine dair.)
11. Risaletün fi'l
Kevn vet Teklif (Felsefeye dair).
12. Levazim'ül
Emkine (Meskûn yerlerin iklimi ve hava değişikliklerine dair)
13. Fil Cevab
Selaseti Mesâil ve fi Keşfil Hicab (Üç meseleye cevap ve alemde zıtlığın
zorunlu olduğuna dair)
14. Mizan'ül Hikem
(Pırlantalı eşyaların taşlarını çıkarmadan kıymetini bulmanın yöntemine dair)
15. Abdurrahman'el
Neseviye Cevab (Hak Teâlâ'nın alemleri yaratmasının ve insanları ibadetle
yükümlü kılmasının hikmetine dair)
16. Nizamülmülk
(Arkadaşı olan vezirin biyografisi)
17. Eş'arı bil
Arabiyye (Arapça rubaileri)
18. Fil Mutayat (İlim prensipleri)
ROBERT BOSCH
Alman
sanayici Bosch motorlu araçlar için elektrik donanımı üreten dünya çapında
başta gelen firmayı küçük bir tesisatçı dükkanından başlayarak kurdu. 20.
yüzyılın başında hemen hemen her otomobile takılan manyetoyu geliştirerek dünya
çapında ünlendi.
Bosch Schwaebische Alp dağlarında bir köy olan Albeck'de bir çiftçi ailesinin
oniki çocuğunun onbirincisi olarak dünyaya geldi. Ailesinin başlıca gelir
kaynağını, arabacıların geceledikleri ve atlarını değiştirdikleri bir han
oluşturuyordu.
Tren hattı döşendiğinde ailece Ulm'e taşındılar. Bosch ince tesviyecilik
dalındaki çıraklığını tamamladıktan sonra ülkesinden ayrıldı. 1884'te ABD'ye
giderek burada Thomas Alva Edison ile birlikte çalıştı ve ardından da
İngiltere'ye gitti.
Ondan iki yıl sonra da 10.000 marklık bir sermaye ile Stuttgart'ta bir tesisat,
ince tesviyecilik ve elektroteknik şirketi kurdu. 1887'de bir arkadaşının
kızkardeşi olan Anna Kayser ile evlenerek iki çocuk sahibi oldu.
Bosch, bir makinacı kalfa ve bir çırak çocukla birlikte her türlü elektrik
tesisatı onarıyor ve telefon, ev telgrafı ve paratoner (yıldırımsavar) gibi
aygıtları monte ediyordu.
1887'de gazlı motorlar için ürettiği manyetoyu izleyen yıllarda giderek
geliştirdi. Elde ettiği başarılar yüzünden tesisatçı firmasının kapasitesini
gözünde büyüttü. Yeni makine alımı için fazla yatırım yaptı ve 1890'da parasal
sıkıntıya düştü. Ancak 1897'de ekonomik sıkıntısını atlatabildi.
Kendisi tarafından üretilen manyeto artık bir motorlu araca, bir Dioa-Bouton Üç
Tekerleklisine takılabildi. Bosch bundan beş yıl sonra kesin başarıya ulaştı.
Proje mühendisi Gotdob Honold bujilerle bir yüksek gerilim manyetosu
geliştirdi. Bir aygıt ateşleme hızı ve dakiklik açısından tüm rakip firmaların
ürünlerinden üstündü.
Ayrıca hızlı çalışan benzinli motorların geliştirilmesi üzerinde etken oldu.
Aradan çok geçmeden Bosch hemen hemen bütün büyük otomobil firmalarından
sipariş almaya başladı.
Yeni yüzyıla girdikten birkaç ay sonra, bu arada 45 kişi çalıştıran Bosch,
Stuttgart'a taşındı. Elektroteknik fabrikasını plânlarken ABD'de edindiği
deneyimlerden yararlandı.
Modera iş bölümünü göz önünde tutarak imalathanelerini donattı. Sık sık
"Kızıl Bosch" olarak nitelendirilen sanayici, Almanya genelinde ancak
1918'de kabul edilen 8 saatlik iş gününü 1906'da uygulayarak sosyal tutumunu
kanıtladı.
1910'da fabrikasında çalışanlara Cumartesileri öğleden sonra izin verdi. Diğer
işletmelerin çoğunda o tarihte haftada altı tam gün çalışılıyordu. Şirketi
1913'te 7 haftalık bir işçi mücadelesine sahne olunca, Bosch işverenler
birliğine katıldı. O tarihe kadar bu örgüte üye olmayı reddetmişti.
Birinci Dünya Savaşı patlak vermeden önce Bosch ürünlerinin % 90'ını dış
ülkelere satıyordu. Şirketi, motorlu taşıtlar için buji, ışık makinesi, akü,
starter, far vb. parçalardan oluşan ilk standart elektrikli donanımı sunuyordu.
İngiltere, Fransa ve ABD'de kendi şirketleri ve temsilcilikleri bulunmaktaydı.
Her ne kadar savaş başladığında dış ülkelerden sağladığı kazanç elden gittiyse
de, savaş için yaptığı üretim bunu kat kat çıkartıyordu. Bosch bu kazancının
büyük bir bölümünü Neckar kanalının inşası için kurulan bir vakfa devretti.
1916'da firmasını anonim şirkete çevirdi.
Her zaman teknikteki yenilikleri göz önünde bulunduran Bosch, Birinci Dünya
Savaşı sona erdikten sonra araştırmaya büyük paralar ayırdı ve işletmesini
giderek büyüttü.
Özel hayatında 20'li yıllarda kaderin birkaç sillesine katlanmak zorunda kaldı.
Oğlu mültipl skleroz hastalığından öldüğü gibi, çocuğunun ölümünü
kabullenemeyen karısı da geçirdiği ağır depresyonlar yüzünden hastanelerde
bakılmak zorunda kaldı. Bosch 1926'de boşandı ve bir yıl sonra Margarete Woerz
ile evlenerek bir kız çocuk sahibi oldu.
Yine 1927'de çalışanlara şirkette uzun yıllar çalıştıktan sonra,
emekliliklerinde parasal destek sağlayan Bosch Yardımı adı altında toplumsal
bir kuruluşu hayata geçirdi. Ne var ki, 30'lı yılların başındaki dünya ekonomik
buhranı 1937'den beri Robert Bosch GmbH adını taşıyan bu kuruluşu da etkiledi.
Satışlar hissedilir derecede gerilerken çalışanların kimisine yol vermek
gerekti.
Bosch' un fabrikaları İkinci Dünya Savaşı'nda geniş çapta yıkıldılarsa da
kendisi buna tanık olmadı. Şirketin kurucusu 1942 yılinda 80 yaşında
Stuttgart'ta hayata veda etti. Fabrikaları yeniden inşa edildikten sonra üretim
yelpazesine buzdolapları ve diğer elektrikli ev aletleri eklendi.
ROBERT BOYLE
Boyle, pek çok maddenin, kendi içinde değişmeyen birtakım basit elementlerin bileşiği olduğu düşüncesini işleyerek yüzyılların öğretisi simyayı geçersiz kılar. Simyacılar, özellikle Ortaçağ boyunca, "iksir" denen gizemli bir sıvıyla yaşamı ölümsüzleştirme, bayağı madenleri altına dönüştürme yolunda yoğun uğraş içindeydiler. Onlara göre, bir madde nitelik bakımından istenen başka bir maddeye çevrilebilirdi.
Boyle'un yaşadığı dönemde elementlerin sayısı bilinmiyordu, kuşkusuz. Ama Boyle ilk kez, en az iki elementi içinde taşımayan her maddenin bir element sayılabileceği savını ileri sürmekteydi; öyle ki kimyacı, inceleme konusu her maddenin kimliğini, elementlere çözümleme yöntemiyle belirleyebilirdi.
Onun buna koşut bir savı da, element ya da bileşik olsun her saf maddenin kimliğini koruduğuydu: Herhangi bir örneklemin değişik görünmesi temsil ettiği maddenin değiştiğini değil, olsa olsa yabancı bir madde ile katıştığını gösterirdi.
Boyle'un, kimyasal çözümleme yöntemini sağlam bir temele oturttuğu söylenebilir; ama onun ilgi alanı kimya ile sınırlı değildi. Elektrik konusundaki çalışmaları da, bir başlangıç olarak, umut verici bir düzeyde idi. Pozitif ve negatif elektrik yükü ayırımını ona borçluyuz. Ayrıca, sesin tersine ışık gibi elektrik çekiminin de bir boşluktan geçebileceğini ilk gösteren odur.
Deneysel çalışmalarıyla kısa zamanda tanınan Boyle'un bilimdeki en büyük atılımı hava basıncı üzerindeki çalışması ve bu basınca ilişkin "Boyle Yasası" diye bilinen ilişkiyi bulmasıdır. Daha sonra matematiksel olarak dile getirilen bu ilişki, gazların basınç altında nasıl davrandığını açığa vurmaktadır.
İrlanda kökenli Robert Boyle bilimsel yaşamını öğrenim gördüğü İngiltere'de sürdürür. Zengin ve kültür düzeyi yüksek bir ailenin tüm olanaklarıyla büyüyen Robert daha küçük yaşında Latince, Yunanca ve Fransızca öğrenmişti. Onbir yaşına geldiğinde Avrupa'nın başlıca bilim ve kültür merkezlerini gezme ve tanıma olanağı bulur.
Ondört yaşında İtalya'ya gider. Canlı ve renkli yaşamıyla bir çok yönden göz kamaştıran bu Akdeniz ülkesinde gezip tozup eğleneceğine, Galileo'nun çalışmalarını incelemeye koyulur. Sonunda öylesine büyülenir ki, İngiltere'ye döndüğünde yaşam planı çizilmiş, hedefi belirlenmiştir, artık! Delikanlı için bundan böyle yaşam bilime verildiği ölçüde anlamlıdır.
İlk işi, Oxford Üniversitesi'nde kimi seçkin öğrencileri çevresinde toplayarak "Görünmez Kolej" dediği bir dernek oluşturmak olur. Derneğin amacı, deneysel bilim etkinliklerini teşvik etmek, bilimsel yönteme tartışarak açıklık getirmekti. Görünmez Kolej çok geçmeden saygınlık kazanır, 1660'da kralın onayı ile belli sayıda seçkin bilim adamına üyelik olanağı tanıyan "Royal Society" adı altında kurumsallaşır.
Boyle'un yetiştiği dönemde tartışılan konuların başında hava basıncı geliyordu. Onyedinci yüzyıl başlarında kullanılmaya başlanan su çekme pompası bir sorun ortaya koymuştu: Suyun kuyudan yaklaşık 10 m'den daha yukarı çekilmesi neden olanaksızdı? Galileo bile bu soruya doğru bir yanıt verememişti. Soruna aranan açıklamayı Galileo'nun öğrencisi Torricelli getirir.
Torricelli analojiden yararlanarak havanın da su gibi içindeki nesneler üzerinde basınç etkisi olabileceği düşüncesinden yola çıkar. "Hava Denizi" denen bu hipotezin 10 m'lik su sütunuyla yoklanması pratik olarak kolay değildi. Torricelli deneysel yoklamasını içi cıva dolu l m'lik bir tüple gerçekleştirir.
Deney basittir: Tüp, açık ucu parmakla kapatılarak ters çevrilip, üstü açık, cıva dolu bir çanağa daldırılınca cıva sütununun tüpün kapalı üst ucunda bir boşluk bırakarak 76.2 cm düzeyine düştüğü görülür (Bilindiği gibi cıva sudan ondört kat daha ağırdır). Torricelli cıvanın bu düzeyde kalmasını, çanak üzerindeki hava basıncı ile açıklar. Bu açıklama daha sonra Fransa'da Blaise Pascal, Almanya'da Otto von Guericke tarafından değişik deneylerle doğrulanır.
Bu deneyleri duyan Boyle de "Hava Denizi" hipotezini deneysel olarak yoklamaya koyulur. O cıva tüpünü üstü açık cıva dolu çanağa değil, havası boşaltılmış kapalı bir kaptaki cıvaya daldırır. Hava basıncı desteğinden yoksun cıva sütunu tümüyle çöker; ancak kaba yeniden hava verildiğinde cıva sütununun yükselerek 76.2 cm'lik düzeyi bulduğu görülür.
Royal Society'nin kurucusu Boyle kendi adıyla anılan bilim yasasıyla da ünlüdür. Bu yasa yukarıda da belirttiğimiz gibi bir gazın oylumu ile üzerindeki basıncın ilişkisini dile getirmektedir. Şöyle ki, sıcaklık sabit tutulduğunda, bir gazın oylumu üzerindeki basınçla ters orantılıdır (Matematiksel olarak: V= sabit bir sayı X 1/P, ya da, PV= sabit bir sayı. V oylumu, P basıncı simgelemektedir).
Buna göre, örneğin, bir gazın üzerindeki basınç iki katına çıkarıldığında oylumu yarıya inmekte, tersine, basınç yarıya indirildiğinde oylumu iki katına çıkmaktadır. Gazların pek çoğu bu ilişkiyi tam, küçük bir bölümü ise yaklaşık olarak yansıtmaktadır.
Gazların fiziksel teorisinin gelişmesinde önemli bir adım olan Boyle Yasası, gazların kimyasal yapısını anlamaya da yol açmıştır. Özellikle, molekül ve atomların saptanmasında, bunların oluşturduğu bileşiklerin incelenmesinde yasanın oynadığı rolün önemi yadsınamaz.
Boyle'un çalışması izlenerek, sıcaklık değişikliğinin basınç ve oylum üzerindeki etkisi de incelenmiştir. Onsekizinci yüzyıl sonlarına doğru, biribirinden bağımsız olarak iki Fransız bilim adamı (Jacques Charles ile Gay-Lussac), ısıtılan bir gazda basıncın sabit tutulması isteniyorsa, sıcaklığın artışı ile orantılı olarak oylumun artışına olanak verilmesi gerektiğini belirler.
"Charles Yasası" diye bilinen bu ilişki, "Sabit basınç altında bir gazın oylumu, mutlak sıcaklığıyla doğru orantılıdır" diye dile getirilebilir: V = sabit bir sayı X T. (T sıcaklığı, V oylumu simgelemektedir.) Boyle gibi Charles da yasasını deneysel olarak ortaya koymuştu. İki yasanın da matematiksel olarak temellendirilmesi ondokuzuncu yüzyılda oluşturulan gazların kinetik teorisini bekler.
Francis Bacon'u izleyen Boyle da, uygarlığın geleceği bakımından bilime büyük umutla bağlanmıştı. Yaşadığı dönemi bilime yönlendirme yolundaki çabasının anlamını yansıtan şu sözleri ilginçtir:
İnsanlığın gönenç ve mutluluğu, doğa bilginlerinin düşün yaşamımıza getirdiği yeni anlayışla koşut gidecektir.
İçine doğduğu dünya büyücülüğün, falcılığın, batıl inançların kol gezdiği bir dünyaydı. Bıraktığı dünya, olgusal deneye, ussal ve eleştirel düşünmeye, doğal güçleri anlama ve denetlemeye yönelen bir dünya olmuştu. Öldüğünde çağdaşları onu, "Gerçeği Soluyan Robert Boyle" diye anmışlardı.
ROBERT FULTON
Hikâye
basit bir şekilde başlıyor; Pennsylvania'da (A.B.D.), 1765'te İrlandalı yoksul
bir göçmen ailesinin bir oğlu doğuyor: Robert Fulton... Üç yaşındayken babasını
kaybettiği ve annenin bakımına kaldığı için çok geçmeden köy okulundan ayrılıp
çalışma hayatına atılmak zorunda kalıyordu. Ama bu gencin resme büyük yeteneği
ve özellikle eşine az rastlanır bir iradesi, çalışma gücü vardı. Yaptığı
portreler sahiplerine tıpatıp benziyor ve genç adam tutkusunun ardından taşralı
müşterilerini bir yana koyup şansını denemek üzere Washington'a gidiyor.
Şansının yardımını da görmüyor değil. Günün birinde genç ulusun değerli kişisi
Benjamin Franklin'in karşısında buluyor kendini. Delikanlı portreye çalışırken,
tutkularını bu değerli kişiye açma fırsatını buluyor: Yeteneklerini Avrupa'da
sanatın vatanında geliştirebilir, Franklin acaba kendini orada ün yapmış bir
kişiye, sözgelişi Benjamin West'e tavsiye edemez miydi?
Bir süre sonra onu Londra'da görüyoruz. Perukalı, soylu kişilerin portrelerini
yapıyor ve tablolarını Royal Academy'de sergiliyordu. Yaşı daha yirmi altı ve
kaderi birden değişiveriyor. Stanhope'nin portresini yaparken ünlü mucit onu,
sanatını bir yana koyup kendini tekniğe vermesini sağlayacak kadar etkiliyor.
Fulton, Stanhope'nin icadının bir püf noktası olduğunu düşünmektedir. Genç
Amerikalı paleti, fırçayı bir yana atıp ünlü teknikçinin açtığı yeni ufuklara
doğru koşuyor: Watt makinesi, buharlı gemi...
Kalbi sonsuz bir heyecanla çarpıyor. Bu defa West'in şaşkınlık dolu bakışları
karşısında cetveli alıp bundan böyle ölçekli resimler yapmaya koyuluyor.
Kaleminden sırasıyla siper kazma makinesi, mermer kesme cilalama makinesi,
kenevir ipliği tezgâhı, kanallar için dip tarama gemisi, bir su arkı ve bir
köprü tasarısı çıkıyor. 1796'da da ırmak gemiciliğinin geliştirilmesi üzerine
bir makale yayımlıyor.
Bu verimlilik İngilizleri şaşırtıyor. Ressam Fulton'u beğenirken Teknisyen
Fulton'un karşısında güvensizlik duyuyorlar. Wattların, Murdockların,
Arkwrightların ülkesinde, onun vatandaşlarına bir şeyler öğretebileceğin!
sanmak ne görülmemiş cüret! Bu soğuk karşılanma Fulton'u hayal kırıklığına uğratıyor
ve Fransızlar belki daha anlayışlı olurlar umuduyla Manş'ı geçiyor.
Primum vivere... Önce karın doymalı. Fırçalarını yeniden eline alıyor ve tabiat
manzaraları çizmeye koyuluyor. Parisliler onu iyi karşılıyorlar. Sanatı
sayesinde Fulton, Laplace, Monge gibi çağın bilim adamlarıyla tanışma imkânını
buluyor.
Yıl 1800; Fransa ile İngiltere arasında siyasal gerginlikler baş gösteriyor.
Birinci konsül Manş’ın ötesine geçmek istiyor, ama İngiliz donanmasından
korkuyor. Ne var ki, öte yandan Fulton bu donanmayı yok etme imkânlarını
getirmiş: Denizaltı ve torpil.
İyice belirtelim; söz konusu sadece bir proje ya da bir model değildir.
Fulton'un denizaltısı suyun üstünde yelkenlerle, altındaysa elle işletilen bir
manivela aracılığıyla ilerleyen 6.40 m. uzunluğunda bir gemiydi. Balastların
içine su doldurmak yoluyla dibe iniyor ve basılmış hava taşıyan bir depo,
tayfalara 6 saat yetecek kadar hava sağlıyordu. Gerçekten Fulton'un 1801'de
Brest'te 7.60 metreye dalan "Neutitis" adlı denizaltısı tam altı saat
suyun dibinde kaldı. Torpil de bu deneyler sırasında ortaya çıkmıştı. Araç
patlayıcı maddeyle dolu bir keseden ibaret olup askerin kendi elleriyle gidip
düşman gemisine saplaması gerekiyordu. Bu sakıncaya rağmen deney yine de büyük
bir heyecan yarattı.
Napolyon da başta olmak üzere resmi makamların kafasızlığına insan bir kere
daha şaşmadan edemez. Kim bilir, belki de Fulton'un elinden tutsalar, onu
destekleselerdi yine onun sayesinde İngiliz donanmasını çok zayıflatmayı
başarabilirlerdi. İngiltere istilâya uğradı mı, kuşkusuz tarihin akışı
değişirdi. Londra Hükümeti bu tehlikeyi sezerek gemi komutanlarını bir
denizaltı saldırısına karşı hazır bulunmaları için uyardı. Ayrıca, Fulton'a da
projesini satın almayı teklif etti.
Büyük Amerikalı, icadının kapsamını Napolyon'un takdir edemediğini sezerek
Jouffroy ve Stanhope'nin hayali olan buharlı gemiyi ele almıştı. Fransızın
olumlu çalışmalarından ve vatandaşı Fitch'in aldığı sonuçlardan haberi vardı.
Bunlardaki kusurları buldu ve giderebileceğine inandı. Dostlarından birinin,
Robert Livingstone'un mali yardımları sayesinde 1803'te ilk buharlı gemisini
inşa etti. Bu araç tahtadan yapılmış olup 20-30 m. uzunluğunda, 3.20 m.
genişliğindeydi. Çift etkili bir Watt makinesi 3.65 m. çapındaki çarkı
çeviriyordu. 9 Ağustos günü, akşam saat altıda buharlı gemi Seine ırmağında
saatte 4,7 km. hızla dolaştı.
O yıllarda Auxiron ve Fitch ölmüşlerdi. Jouffroy markisi de sürgünde
bulunuyordu. Ne var ki Fulton da halkın güvensizliğini yenmekte ötekilerden
daha başarılı olamadı. Onlarca icadı eğlenceli bir oyuncaktı, o kadar. Gelecek
nasıl olsa yelkenindi. Napolyon belki de donanmasına beklenmedik bir güç
verecek olan bu deneylerin sürdürülmesini destekleyecek sabrı gösteremedi.
Fulton'un değeri yalnız, Watt'ınkine eşit diyebileceğimiz bir yaratma dehasına
sahip oluşunda değildir. Aynı zamanda kötü şansına eşsiz bir kararlılıkla karşı
gelmesini bilmiş, yoluna dikilen önyargılar, çıkarlar, kayıtsızlıklar ve kötü
niyetli kimselerle, görülmemiş bir inat ve azimle savaşmıştır.
Fransa ve İngiltere değerini takdir edemediler, öyle mi? 1806'da vatanına
dönüyor. Ona olan güvenini kaybetmeyen dostu Livingstone'un sayesinde New
York'ta Charles Brown' un tersanesinde bu defa gerçek bir buharlı yolcu gemisi
inşa etmeye koyuluyor. Ve 10 Ağustos 1807'de "Clermont" Hudson'un
sularına indiriliyor.
Clermont 40 m. uzunluğunda 3.60 m. genişliğinde ve sualtı derinliği 2 m.'yi
bulan bir tekneydi. 4.60 m. çapındaki iki çarkını iki silindirli, güçlü bir
Watt makinesi çeviriyordu. Vapur, gazetelerin günlerden beri alay konusu
ettikleri "bu Fulton delisi"ni görmeye gelen kalabalığın önünde demir
aldı. Ama gemi rıhtımdan ayrılıp yelken açmadan ve öteki teknelerin arasından,
dümencisine uysalca uyarak geçip uzaklaşınca, bütün bu alayların sonu geldi.
Rıhtımı önce bir sessizlik, sonra da çılgın alkışlar kapladı. Fulton zaferi
kazanmıştı.
Clermont, Hudson üzerinde, New York-Albany (260 km. uzaklıkta) arasında düzenli
seferler yapmaya başlayacağı 7 Ağustos gününde bu 260 km.'lik yolu 32 saatte
aldı. iyiden iyiye ağız değiştiren gazetelerin, yeni icadı hararetle övmelerine
rağmen vapura tek yolcu bile binmeye cesaret edememişti. Dönüşte ise yalnız bir
yolcu bindi ve Fulton adamın altı dolarını büyük bir heyecanla aldı. Zaferi,
çetin bir mücadelenin meyvesi olmuştu, ama kesindi. Kısa zamanda araçların
sayısı artmaya başladı. 1811'de Clermont'a üç kardeş daha ekledi ve
Fulton-Livingstone Firması başarılara doğru hızla ilerlemeye başladı.
ROBERT KOCH
İlk, orta öğrenimini başarıyla tamamladıktan sonra Tıp Fakültesine yazıldı. Ciddiliği ve çalışmasıyla dikkati çekiyor, eğlenceye hiç zaman ayırmayarak durmadan okuyor ve sistemli bir şekilde araştırıyordu. 1862’de Tıp Fakültesini başarıyla bitirerek Hamburg Hastanesi doktor yardımcılıklarından birine atandı.
Sabırlı, çalışkan bir kişi olan Doktor Koch, çevresindeki insanların kendisine üstün bir değer verdiklerini görüyor ve bu saygıyı kötüye kullanmayarak tükenmez bir çabayla araştırmalarına devam ediyordu. İnsanların hastalıkların pençesine düşmelerinden, birden bire sararıp solarak mum gibi eriyip gitmelerinden hayrete düşüyor, bunun nedenlerini öğrenmek istiyordu.
Bu soruların cevaplarının laboratuarındaki mikroskopta gizli olduğunu biliyordu. 1880 yılında Berlin Sağlık Kurulu’na atandı. Bu atama onun araştırmalarını genişletmesine yaradı. Gerçekten de işe başladıktan iki yıl sonra verem hastalığıyla ilgili ilk önemli araştırması yayınlandı.
1882 yılında bir gece hasta bir akciğer parçacığının dokuları içinde boyama usulüyle kahverengine boyanmış bir çok canlının kıpırdadığını gördü. İşte bunlar insanların bela olan verem hastalığının mikrobuydu.
Bu önemli buluş bütün dünya bili alanında büyük bir ilgiyle karşılandı ve büyük yankılar uyandırdı. Bu arada bir çok bilgin ve doktorla birlikte Hindistan, Afrika ve Japonya’ya geziye çıkan Koch, uyku hastalığı, malarya, tifüs gibi hastalıklar üzerinde incelemeler yaptı. Kolera hastalığını meydana getiren vibrion basilini buldu. Bütün bu keşiflerinden ötürü de 1905 Nobel ödülünü kazandı.
Yaşadığı sürece tıp konusundaki araştırmalarıyla insanlığa hizmet eden, bir çok eser yayımlayan Dr. Koch, 67 yaşındayken 1910 yılında kalp yetmezliğinden öldü.
YATMA ZAMANI
GEREKLİ OLANLAR: Oyuncak hayvan Oyuncağı içine alacak büyüklükte karton kutu Eski havlu, eski kumaş parçaları, pamuk Çocuğunuz uy...
-
Türk milletinin bugün ve gelecekte tam bağımsızlığa, huzur ve refaha sahip olması, devlet yönetiminin millet egemenliği esasına dayandırılma...
-
14. Yüzyıl Başlarında Anadolu ve Avrupa’nın Genel Durumu 1243 yılında Kösedağ Savaşı’nı kaybeden Türkiye Selçuklularının merkezi otorites...
-
KARADENİZ BÖLGESİ A. BÖLGENİN GENEL COĞRAFİ ÖZELLİKLERİ Türkiye’nin kuzeyinde yer alan bölge, ismini Karadeniz’den alır. Doğuda Gürc...