Adım Melike.
33 yaşındayım. Sürprizler, sırlar ve maceralarla dolu bir annelik serüvenim
var. Sizlerle bütün bunları paylaşmak istiyorum. Çünkü yaşadığım olaylar
sırasında akıttığım her damla gözyaşı, hissettiğim her acı aslında bir sevgiyi
besledi. Ve bu sevginin anılarının benimle birlikte mezara gitmesine gönlüm
razı değil. Sizinle bu sevginin öğretilerini paylaşmak istiyorum. Ben mutlu bir
down sendromlu annesiyim. Hem de seçilmiş ve de gönüllü bir anne. Annenin
seçilmişi-seçilmemişi, gönüllüsü-gönülsüzü olur mu demeyin. Bazen hiçbir şey
sizin planladığınız gibi seyretmez. Her an üzerinizde gezinen o güç hayatınızı
bile bile ters yüz eder ve size acıların da mutlulukların da her zaman yerli
yerinde durmadığını öğretir. Bazen sevgiler acıya, acılar sevgiye dönüşüverir
gözlerinizin önünde. Ama bunu ruhunuz bile duymaz. Fark ettirmez o an size bunu. Siz sadece yaşadıklarınızla olgunlaşmayı öğrenirsiniz. Bundan tam 15 yıl
önceydi.
Mahallede
birlikte büyüdüğümüz komşumuzun oğluyla dillere destan bir aşk evliliği yaptık.
Adı Kartal’dı. Kartal ile O, Hukuk fakültesi son sınıfta okurken evlendik.
Neden beklemedik okulu bitirip mesleğe atılmasını bilmiyorum. Dedim ya aşk
evliliği idi. Ailelerden de itiraz eden olmadı. Hukuk fakültesine devam
zorunluluğu olmadığından Kartal gündüzleri cüz’i bir maaşla bir avukatlık
bürosunda çalışıyor, geceleri dersleriyle ilgileniyordu. Buna rağmen başarılı
bir öğrenci idi. Benim de terziliğim vardı biraz. Dışarıya dikiş dikerek evin
ihtiyaçları için gerekli olan harcamalara yardım ediyordum. Mutluyduk. Çok
mutlu.
Bir yıl sonra Kartal’ın okulu bitti. Hakimlik sınavlarına çalışıyordu bu kez.
Büyük bir azimle gecesi gündüzü çalışmakla geçiyordu. Derken sınav günü geldi
çattı. Sınavın sonucunu beklerken ikimiz de son derece heyecanlıydık. Bir ay
sonra sonuçlar belli olduğu gün O bana hakimlik sınavını kazandığını müjdeledi,
ben de ona bir bebek beklediğimi. Her şey öyle güzel, öyle yolunda gidiyordu
ki, bazen korkutuyordu beni üst üste yaşanan bu sevinçler. Kartal’ın tayini
Doğu illerinden birinin bir ilçesine çıkmıştı. Kızım Sevda orada dünyaya geldi.
Adını babası koydu. Sevda iki yaşına geldiğinde bir gece Kartal, alıştığımızın
dışında geç bir saatte geldi eve. Huzursuzdu. Her halinden anlaşılıyordu bu.
Önce konuşmak istemedi. Sonra ısrarlarıma dayanamayıp anlattı. Bir aşiretin
mal-mülk davası ile ilgili vereceği karara müdahaleler oluyormuş. Rüşvet teklif
etmişler. Ama O, bunu kabul edecek adam değildi. “Ne olursa olsun kararım
adaletten yana olacak” demişti ertesi gün evden çıkarken. Aynı gün bu davanın
taraflarından biri konuşmak için bir yerde buluşmalarını teklif etmiş. Bunu
daha sonra iş arkadaşlarının birinden öğrendik. Konuşmak için gittiği o yerde
vurdular Kartal’ı.
Çok zor alıştık yokluğuna. Duyduğu her araba sesine “baba” diyerek koşuyordu
Sevda akşamları. O öldükten kısa bir süre sonra soruşturma başladı. Dosya hala
kapanmış değil. İhtimal dahilindeki karar, faili meçhul cinayet imiş.
O gittikten 15 gün sonra ikinci bebeğime hamile olduğumu öğrendim. Söze
başlarken bahsettiğim olaylı annelik serüvenim bu bebeğimle birlikte başladı.
Bebeğim doğana kadar yani dokuz ay boyunca psikolojik tedavi gördüm. Daha sonra
ağır depresyonlar geçirdim. Hatta ilk aylarda yirmi gün kadar hastanede yattım.
Hamile olduğum için ilaç da kullanamıyordum. Tedavi sadece terapi ile sınırlı
kalıyordu. Benim için hayat bitmiş, saatler durmuştu sanki. Beni hayata
bağlayan tek şey kızım Sevda idi. Ben hastanedeyken O’na babaannesi baktı. Hastaneden
çıktıktan sonra evimizi memleketimiz olan şehrimize taşıdık. Ev kendimizindi.
Maaşımızın bağlanması da uzun sürmemişti. Maddi olarak hiçbir sıkıntımız yoktu.
Fakat doğum yaklaşmasına rağmen ruhsal olarak kendimi hiç iyi hissetmiyordum.
Doktorlar doğumdan sonra ilaç kullanabileceğimi, kısa sürede iyileşebileceğimi
söylüyorlardı. O aylarda bu söylenenlerin benim için hiçbir değeri yoktu.
Evimizde kızımla birlikte yaşamaya, normal hayatımızı devam ettirmeye
çalışıyorduk. Sevda’nın yaşadığım sıkıntılardan en az etkilenmesi için elimden
geleni yapıyordum. Başarılı da oldum galiba. O, babasının uzun bir yolculuğa
çıktığını, uzun bir süre babasını göremeyeceğini biliyordu sadece.
Bu arada kızımın üç yaşına girdiği günün bir ikindi vakti doğum saati gelip çatmıştı.
Kızımla bu bebeğimin doğum günleri aynı olacaktı. 15 Aralık. Hemen anneme haber
verdim. Annem yarım saat sonra evde idi. Tüm hazırlıklarımızı yapıp, kızımı da
babaannesine bıraktıktan sonra hastaneye doğru yola koyulduk. Yolda bebeğin
cinsiyetini bu güne kadar neden merak edip öğrenmediğimi düşündüm. Bunun benim
için ne önemi ne de heyecanı vardı. Hemen hastanenin ikinci katına çıktık.
Her doğumun bir anısı vardır. Benim ise hatırladığım tek şey kalp
sancılarımdır. Paravanın arka tarafında benimle o anda ve daha sonra aynı acıyı paylaşacağını
henüz bilmediğim o bayan vardı. Bir saat sonra ikimiz de aynı odaya alınmıştık.
Benim bir kızım daha olmuştu. O’nun ise bir oğlu. Sabaha kadar uyuyamamıştım.
Ne düşünmüştüm, ne acılar çekmiştim hiçbirini hatırlamıyorum. Hatırladığım tek
şey o bayanın oğlu olduğuna sevindiğimdir. Annelerini ziyarete gelen boy boy
dört kız çocuğunun güzelliğini ise hiç unutamadım.
Öğleden sonra yeni doğmuş tüm bebekler genel sağlık kontrolünden geçmek için
“yeni doğan ünitesi”ne götürüldüler. Yanımda annem kalıyordu. Yaklaşık bir saat
sonra bebeğimi geri getirdiler. Pratisyen doktorlardan biri annemi koridora
çağırdı. Biraz sonra annem saklamaya çalışıp başaramadığı gözyaşlarıyla odaya
girdi. Kalbim yerinden çıkacaktı sanki. “ Ne oldu?” dedim. “Bebek” dedi, “Down
sendromluymuş.” Annem Sağlık Meslek Lisesi mezunudur. Bekarken bir süre ebelik
yapmış. Olayı teferruatıyla biliyor. Fakat ben o güne kadar adını sadece bir
yerlerde okumuş veya duymuş olduğum bu hastalıkla şimdi yüz yüzeydim. Bebeğimi
kucağıma aldım ve sımsıkı sarıldım. Kendimden hiç beklemediğim bir sabır ve
soğukkanlılık sarmıştı tüm bedenimi. Sınandığımı düşündüm. Lakin her şeye
rağmen kabullenmek çok güçtü. Bebeğimdeki bu rahatsızlığın sebebini kendimce
hamileliğimde çektiğim sıkıntılarıma bağlarken, doktorlar buna katılmıyor,
dünyada doğan her yüz çocuktan birinin down-sendromlu olarak dünyaya geldiğini
söylüyorlardı. Gerekli ilgi ve alaka gösterilirse ileride kendi işlerini
kendisi yapan bir birey olabileceğini öğütlüyorlardı. Bebeğimi, daha doğrusu
rahatsızlığını kayıtlara geçirmek için bir takım formlar doldurmak için bir
doktor geldi odaya. Sorular sordu. Cevapladım. İşi bittikten sonra 15 günden
sonra bebeğimin günlük olarak alacağı ilaçları olduğunu, dört aydan sonra da
bir Rehabilitasyon Merkezi desteğiyle devam etmemiz gereken egzersiz
programlarının yararlarını anlattı. Tüm söylenen ve ögütlenenleri pür dikkat
dinlemiştim. Akşama doğru hastaneden çıktık.
Adını Güneş koymuştum. Kızım gerçekten bir güneş kadar parlak benizli ve
güzeldi. Sarışındı. Babasına benzediğini söylüyorlardı. Bense babasıyla kızımın
arasında bir benzerlik ilgisi kuramıyor, O’nun kendine özgü başka bir güzelliği
olduğunu düşünüyordum. Onunla birlikte hayatımızda yeni bir sayfa açılmıştı.
Sevda ise kardeşini çok seviyor, O’nun rahatsız olduğunu biliyor ve bir anne
şefkati gösteriyordu kardeşine adeta.
Güneş’in, rahatsızlığı dolayısıyla boynu adeta gövdesine yapışık, gözleri küçük
ve çekik, refleksleri zayıftı. O’nun dünyaya gelmesiyle ben bütün acılarımı
unutmuş, bütün sıkıntılarım sanki O’nunla birlikte bertaraf olmuş, son derece
sağlıklı bir insan oluvermiştim. Ve bu birdenbire olmuştu. Çünkü bebeğimin
bakımı için bana güç gerekiyordu ve bu güç bana VERİLMİŞTİ.
Günler, haftalar, aylar hızla geçiyordu. Güneş dört aylık olmuştu bile. 15
günlükten itibaren ilaçlarını düzenli olarak veriyordum. Ve iki haftadır bir
Rehabilitasyon Merkezinde fiziksel egzersizlere başlamıştık. Bütün sağlık
personelinin maskotu olmuştu Güneş. “Adıyla bu kadar uyumlu çocuk görmedim”
diyordu doktoru. Gürbüz, yeşil gözlü, sarı saçlı harika bir bebekti. Ve
tedaviye son derece hızlı cevap veriyordu. Doktor diğer çocukların annelerine
her fırsatta beni örnek olarak gösteriyor, çocuğun bu kadar hızlı ilerleme
göstermesini evde gördüğü sevgi ve alakaya bağlıyordu. Ben de katılıyordum
doktora. Gerçekten evde olağanüstü bir gayret ile Güneş’in hayata dair her şeyi
öğrenmesi için gerekli ortamları hazırlıyordum. Evde var olan her şey O’nun
mutluluğunu sağlamalıydı. O, başkalarının gözünde özürlü bir bebek, benim
gözümde ise sırlarla dolu, bana özel olarak seçilerek verilmiş, çok özel bir
bebekti. Belki inanmak zor ama bebeğim doğduğundan beri bir an bile “Keşke
normal olsaydı” düşüncesine hiç kapılmadım. Ben O’nunla bilmediğim pek çok şeyi
öğreniyor, hayata dair bir sürü tecrübe ediniyordum. Her şeyden önemlisi ben
O’nu bu haliyle çok seviyordum. Ve bunu O’na hissettirmekti tek amacım.Çünkü
biliyordum ki, bunu hissettiği ve bundan emin olduğu gün normale dönecekti.
Güneş 1,5 yaşında, Sevda ise beş yaşında idi artık. Bebeğime daha fazla zaman
ayırabilmek için Sevda’yı bir kreşe yazdırmıştım. O’da hayatından pekala memnun
görünüyordu.
Bir gün çok eskiden televizyonda izlediğim bir filmdeki özürlü bir çocuk için
annesinin uyguladığı yöntem geldi aklıma. Hemen uygulamaya koyuldum. Güneş’in
sabah uyandığından gece uykusuna kadar geçen her anını fotoğrafladım. Korktuğu,
sevdiği, sevindiği şeyleri böylece tespit edebiliyordum. Hiç düşünmeden O’nu
korkutan, sevmediği, beğenmediği her şeyi yok ettim evden. Evinde kendini mutlu
ve güvende hissetmesi gerekiyordu.
Yaşadığımız şehirdeki bütün down-sendromlu çocukların aileleri ile irtibata
geçtim. Güneş Rehabilitasyon Merkezinde iken bir bir ziyaret ettim onları.
Gördüğümde beni en çok etkileyen çocuk Dr. Ali Karacan’ın on yaşındaki oğlu
Fatih oldu. Fatih, normal çocukların devam ettiği bir okula devam ediyordu. Ve
ilk yıl okuma yazmayı ilk öğrenen çocuk olduğunu öğrendiğim an tutamamıştım
sevinç göz yaşlarımı. Benim kızım da böyle olmalıydı. Okumalı-yazmalı, spor
yapmalı, kimseye bağımlı olmadan yaşayabilmeli, hatta mümkünse bir zamanlar
özürlü olduğunu hiç bilmemeliydi. Sevgi büyüsünün dokunduğu mükemmel bir insan
olmalıydı. Bütün bunlar benim için umut değil, bir amaçtı artık. Bunun için
yaşıyordum artık. Günden güne gücüme güç katılıyordu sanki.
Bir gün akşam saatlerine yakın bir zamanda Güneş’i Rehabilitasyon Merkezinden
alıp eve geldiğimde kapının önündeki merdiven basamaklarında oturan genç, gayet
bakımlı fakat tedirgin gözlerle bana bakan bir bayan vardı. Beni görünce ayağa
kalktı. “Melike Hanım sizsiniz değil mi?” dedi. “”Evet” dedim. “Sizinle
görüşmemiz gereken önemli bir konu var. İçeri gelebilir miyim?” dedi. Çok
heyecanlıydı. Ben kapıyı açarken dudaklarını ısırıyordu. Hemen Güneş’i kanepeye
oturttum. Henüz yürüyemiyordu. Doktorlar böyle giderse iki yaşına gelmeden
yürüyebileceğini müjdelemişlerdi bana. Kim olduğunu, neden geldiğini sormadan
içeri kabul ettim bu yabancı bayanı. “Çok güzel bir bebek” dedi Güneş’e
bakarak. Adını sordu. “Güneş” dedim. Gözlerim dolu dolu oldu. “Çok
seviyorsunuz, halinizden belli” dedi. “Güneş down-sendromlu.. Bugün 2 yaşına
gelmeden yürüyebileceğini, ardından daha çabuk gelişmeler bile
gösterebileceğini öğrendim. Çok mutluyum” dedim. Yabancı bayanın bunu duyunca
yüzü sarardı. Daha fazla konuşmadan kendisini dikkatlice dinlememi, sonra da
vereceğim her cezaya razı olduğunu söyledi. Meraklanmıştım. Ne olabilirdi ki
benimle bu yabancı kadın arasında. Hafızamı zorladım. Ama hayır. O’nu ilk kez
görüyordum. “Hastayım” diyerek başladı söze. “Dört ay önce hayli ilerlemişken
bir deri hastalığına yakalandığımı öğrendim” dedi. Gözlerim yerinden fırlamış,
pür dikkat dinliyordum bu yabancı bayanın bana dokunacak hayat hikayesini. “Bu
hastalıkta en çok bir yıl ömür biçiyor doktorlar. Yani anlayacağınız az bir
ömrüm kaldı. Ve en çok sizin bilmeniz gereken bu gerçeği benim biliyor olmam
artık ağır bir yük olmaya başladı” dedi. Ve kalbimi yüzlerce parçaya bölen o
sözü söyledi. “Güneş sizin kızınız değil. Hastanede doğum yaptığınız gün,
anlaşmalı olarak değiştirildi bebekler. Çünkü sizinle aynı gün bebeği olan
bayanın dört tane kızı vardı. Şayet bu da kız olursa kocası kadını evden
atacağını söylemiş. Siz doğumdan sonra bir süre kendinizde değildiniz. Anneniz
de tüm ısrarlarına rağmen içeri alınmadı. O sırada büyük paraların konuşulduğu
bir değiş-tokuş sözleşmesine istemeden şahit oldum. Oysa sizin çok sağlıklı bir
oğlunuz olmuştu, diğer bayanın ise bir kızı daha.
Konuşulanları anlamış gibi ağlamaya başlamıştı birdenbire Güneş. Hemen kucağıma
aldım. Yere oturttum. Sevdiği oyuncaklarını koydum önüne. Tekrar oyuna dalarak
sustu. Ne tuhaftır bu duyduklarım bende şok etkisi yapmamıştı. Sadece
bacaklarımın bağı çözülmüştü birdenbire. “Siz de bu işin içinde miydiniz?” dedim.
Olmadığına dair yemin etti. Sadece istemeden şahit olduğunu yineledi. Aslında
hastanede doğum yapan herkesin adresinin alınmadığını, benim adresimi hasta bir
bebek dünyaya getirdiğimden dolayı o gün doldurulan o formlardan bulduğunu,
bunun için de şanslı olduğunu söyledi. Kapıdan çıkarken diğer ailenin sadece
telefon numarasını büyük çabalar sonunda bulabildiğini, adresi bilmediğini
söyledi. Telefon numarasının yazılı olduğu kağıdı sehpanın üzerine bıraktı.
Kapıyı çekip çıkarken ağladığını hissettim.
Uzun bir süre ne yapacağımı bilemeden sadece uzun uzun öff.... ler çekerek
dolaştım evde. Yabancı bayanın bıraktığı telefon numarası yazılı kağıdı elime
alıp yazılan numarayı çevirdim. Daha çok cevap veren sesle değil, içeriden
duyacağım başka seslerle ilgileniyordum. Duydum da. Oldukça yüksek sesle
bağıran, çağıran bir çocuk sesi. Telefonu hiç konuşmadan kapattım. “Allah’ım
sesini duyduğum çocuk benim oğlum mu?” diye fısıldadım kendime. Sonra kendime
geldim. “Yalandır” dedim. “Olmaz” dedim. “Güneş’i babasına benzetiyorlar”
dedim. Günlerce çıkmadı aklımdan. Düşündüm günlerce her an. Görmeye gidebilirim
en azından. Sorabilirim. Eğer gerçekten benim oğlumsa alabilirim yanıma.
Mahkemeye veririm bu aileyi ve tabii ki hastaneyi. Bu işledikleri suçun
cezasını en ağır şekilde ödetirim onlara. Emin olayım yeter ki. O da kolay. DNA
testi yaptırabilirim. Eğer gerçekten benim oğlumsa, eğer benim oğlumsa,
oğlum!.... Ne kadar da bilmediğim bir kelime. Ne kadar da uzak, ne kadar da
soğuk olması gerekirken ellerini, gözlerini ,saçlarını bilmeden, görmeden,
tanımadan içimi damla damla ısıtan bir kelime. Benimse, yanımda olmalı. Bu
olaydan birkaç gün kimseye bahsetmedim. Kendi kendimle savaşıp durdum. Tabii ki
bu arada Güneşimin hiçbir şeyini aksatmadan yerine getiriyordum. O benim her
şeyimdi. O, benim kızımdı. Asla başkasının olamazdı. Bana bakışlarından
belliydi bu. Bana sarılışından, her şeyinden, her halinden belliydi. O’nu
kimseyle paylaşamazdım. Bu haberi alışımdan sonra bir hafta geçti. Tek başıma
kaldıramayacaktım artık bu yükü. Biriyle paylaşmalı, ne yapacağıma karar
vermeliydim. Lise yıllarından tanıştığım yakın bir arkadaşım vardı. Berna. O’nu
aradım bir gün. Geldi. Konuştuk. Her şeyi anlattım. Çaresizliğimi,
çelişkilerimi, her şeyi anlattım O’na. “Eğer o çocuk, senin çocuğunsa almalısın
O’nu yanına.” dedi. “Üstelik sağlıklı imiş bak. Güneş ise hasta. Ve iyileşip,
iyileşemeyeceği belli değil. Her ikisi de henüz küçük. Unuturlar ileride
yaşadıklarını. Vakit henüz geçmiş değil. O aileye daha fazla bağlanmadan al
oğlunu yanına” dedi. “Bak hayatın o zaman ne kadar değişecek. Oğlun hayatına
başka anlamlar kazandıracak. Hayatın hastaneyle ev arasına sıkışıp kalmayacak”
dedi. “Sakın delilik etme. Aklın yolu bir. Bu çocuk senin değil, o çocuk da
onların değil. Tabii önce ispat ettirmek lazım güvenilir bir hastanede.
Tazminat bile alırsın” dedi. Bu konuşmadan sonra bir daha aramadım Berna’yı.
Ertesi gün doktor, Güneş’in diğer çocuklara nazaran çok fazla anlamlı heceler
çıkartabildiğini ve o gün adım atmaya başladığını söyledi. Bu gelişmelerin
aslında bu aylarda beklenmedik gelişmeler olduğunu söyledi. Dünya benim
olmuştu. O gün ayrı bir mutlu hissediyordum kendimi. Fakat diğer yandan oğlumu
merak etmekten alamıyordum bir türlü kendimi. Birkaç gün sonra merakıma
yenildim. Ve bir taksiye atlayıp, daha önce telefon numarasından yola çıkarak
postane aracılığıyla tespit ettiğim adresi şoföre vererek, yazılı adrese
gitmeye ve oğlumu görmeye karar vermiştim. Aile ile her şeyi konuşacak ve
alacaktım oğlumu. Hiçbir şey bu kararımdan döndüremezdi beni. Yarım saat sonra
kapıdaydım. Kapıyı o gün hastanede aynı odada kaldığımız bayan açtı. Görür
görmez tanıdım O’nu. Onun da beni tanıdığı her halinden belli oluyordu. Önemli
bir şey görüşeceğimi söyledim. Merak edip hiçbir şey sormadan içeri kabul etti
beni. Ortada sağdan sola koşuşturan,elindeki oyuncak silahla önüne gelene
vuran, hareketli, sevimli bir afacan vardı. Uzun uzun seyrettim.O’da bir ara
uzun uzun baktı bana. Beynimde yankılanan bir ses “yalan” diyor, kalbim
duygularımı bir kıskaç içine almış, döndükçe öğütüyordu. Boynundaki siyah ben
dikkatimi çekti bir anda. Kartal’ın boynunda da böyle siyah bir beni vardı.
Aynı yerde. Çenesinin hemen altında, boynunda. Daha fazla ayakta duramadım.
Kadın kolumdan tutup, bir koltuğa oturttu beni. Sonra konuştuk. Her şeyi
öğrendiğimi söyledim O’na. Boynu bükük, gözleri yere çakılı, kıpırdamadan
dinledi beni. Çok masum bir ifadesi vardı. Sonra o konuştu. “Doğru” dedi. “Sana
yalan olduğunu söylesem, işler daha da sarpa saracak” dedi. “Kocam bilmiyor
bebekleri değiştirdiğimizi” dedi. “Bu işi ablamla annem planladılar. Önceden
planlanmış bir şey değildi. Orada düşünmüşler ve benim bile fikrimi almadan
yapmışlar bunu. Benim haberim olduğunda geri dönüşü yoktu. Mecburen kabul
ettim”dedi. “Yuvamız bozulmasın diye, üstüme kuma gelmesin diye yaptılar” dedi.
“Ama görüyorum ki hiçbir şey sonsuza kadar gizli kalmıyormuş” dedi. “Ya benim
kızım, O nasıl, bana benziyor mu?” dedi. “Sağlıklı mı, yürüyordur, konuşuyordur
belki de “dedi. “Adını ne koydunuz?”dedi. “Ben yavrumu merak etmiyor muyum
sanki” dedi. “Ya siz?” dedim.”Siz ne koydunuz adını?” Beynimde şimşekler
çakmıştı sanki. “KARTAL. Adını Kartal koyduk. Dedesinin adıdır. Bizim adam
koydu “ dedi. “Eğer çok ısrarlıysan” dedi, her şeyi göze alır, söylerim kocama.
Ne yapalım kader derim, rıza gösteririm başıma geleceklere. Ben istemedim böyle
olmasını” dedi. Ve yüzüne, gözlerine çöreklenen acıyla ekledi. “Bizim beşinci
çocuk da kız olmuştu.Ama özürlü doğmuştu” dedi. “Eve bile getiremedim yavrumu.
Hastaneden çıktıktan sonra bıraktı bir camii avlusuna. Öldü dedik soranlara. Ne
oldu, yavrucağın başına neler geldi sonra. Hiç haberim olmadı. Korkumdan arayıp
soramadım bile” dedi.Ve hıçkırıklarla ağlamaya başladı. “Bu son şansımdı. Bu da
kız olursa, ya evden atacaktı beni ya da kuma getirecekti üstüme” dedi. İki
kadın dert ortağı olmuş, kafa kafaya vermiş ağlaşıyorduk karşılıklı. Söylediği
bu son sözlerden sonra, yeni bir kararla yerimden kalktım. Hiç konuşmadım,
konuşamadım. Oturduğumuz odaya açılan bitişik odada, beyaz parmaklıklı bir
beşikte uyuyordu çocuk. Kartal. Benim oğlum. Gidip uyurken seyrettim O’nu, ilk
ve son kez. Gözleri yarı açık, yarı kapalı uyuyordu. Şaka yapar gibi. Babası da
böyle uyurdu. Eğildim. Gür ve siyah saçlarından koklayarak öptüm.
Tam ben kapıdan çıkarken kocası olduğunu zannettiğim uzun boylu, esmer adam
“Güneş hanım! Güneş hanım! Oğlum nerelerde. Sabah çıkarken istediği oyuncağı
getirdim aslan oğluma” diye bağırarak girdi eve.
Kadının adı GÜNEŞ imiş. Oğlumun adı KARTAL. Allah’ım bu bir oyun mu? Oyunsa
eğer, öğret bize kurallarını. Bizi şaşırtma. Her şeyin bir nedeni varmış meğer.
Her şeyin bir bedeli. Bize merhamet et Allah’ım. Biz biliyoruz ki sen merhamet
edenlerin en merhametlisisin.
Güneş bir ay içinde yürümeyi tamamen öğrendi. Çok geçmeden konuşmayı. Önce
“anne” dedi. Önce sevilmeyi, sonra sevmeyi öğrendi. Şimdi on yaşında. Okula
gidiyor, spor yapıyor, arada bir ablasıyla kavga ediyorlar. Uzaktan seyredip
gülümsüyorum ben de arada bir. Geçenlerde defterinin arasında küçük bir not
buldum. En büyük isteği bir gün annesinin tuttuğu günlüğü okumakmış.
Adım Melike. 33 yaşında, mutlu bir down-sendromlu annesiyim.