Fakir bir Alman ailenin çocuğu olan ve "Matematiğin
Prensi" olarak anılan Gauss'un (1777-1855) dehası çok erken yaşlarda
kendini göstermiş ve konuşmayı öğrenmeden önce toplama ve çıkarma yapmayı
öğrenmiştir.
Güç koşullar altında sürdürdüğü eğitimini, 14 yaşındayken bir asilin sağladığı
destekle güvence altına alabilmiştir. 16 yaşında Eukleides Geometrisi'nin
alternatifi olacak yeni bir geometri tasarlamış ve 18 yaşındayken Lagrange ve
Newton'un eserlerini incelemiştir.
Üniversitede öğrenciyken, sadece pergel ve cetvel kullanarak 17 kenarlı düzgün
bir çokgenin çizilmesi metodunu bulmuştur. Bu buluşundan çok mutlu olmuş ve
mezarının üzerine bu çokgenin oyulmasını istemiştir. Archimedes tarafından
başlatılan bu geleneğin birçok matematikçiyi etkilediği anlaşılmaktadır.
Sayılar teorisi üzerine yazmış olduğu ilk büyük eseri "Disquistiones
Arithmeticae" (Aritmetik Araştırmaları) ona şimdiki ününü kazandırmıştır.
Eseri okuyan Lagrange, Gauss'a şunları yazmıştır: "Eseriniz sizi bir anda
birinci sınıf matematikçiler arasına yükseltmiştir. Uzun zamandan beri yapılmış
en güzel analitik keşfi ihtiva eden son bölümü çok önemli kabul ediyorum."
Gauss'un bu yapıtı modern sayılar teorisine temel olmuştur. Ona göre, sayılar
teorisi çok önemlidir: "Matematik, bilimlerin kraliçesi olduğu gibi,
sayılar teorisi de matematiğin kraliçesidir." Yeni yüzyılın ilk gününde (1
Ocak 1801) Ceres adı verilen gezegenciğin bulunması, Gauss'un astronomiye
ilgisini uyandırmıştır; az sayıda gözlemden yararlanarak bu gezegenciğin
yörüngesini hesaplama sorununu, Gauss, 8. dereceden bir denklem yardımıyla
çözmüştür.
1802'de bulunan diğer bir gezegencik olan Pallas ile de ilgilenmiştir. İkinci
eseri, bu iki gezegenciğin hareketleriyle ilgilidir. 1821 yılında Gauss, resmi
bir jeodezi araştırmasına bilim danışmanı olmuş ve bu görevi ona yüzeyler ve
haritacılıkla ilgili yeni teoriler ilham etmiştir.
Yıllar geçtikçe Gauss'un ilgisi matematiksel fiziğe ve karmaşık geometri
araştırmalarına yönelmiştir. Bu dönemde Yer'in magnetik alanı üzerine deneysel
çalışmalar yapmış ve uzaklığın karesiyle ters orantılı olarak etkileyen
kuvvetler kuramını ileri sürmüştür.
1833 yılında Weber ile birlikte bir elektrik telgrafı kurmuş ve bununla düzenli
mesajlar göndermiştir. Onun elektromagnetizm ile ilgili araştırmalarının 19.
yüzyılda fizik biliminin gelişmesine büyük katkısı olmuştur.
Günlüklerinin ve mektuplarının ortaya çıkması, bazı önemli düşüncelerini
kendisine saklamış olduğunu göstermiştir; bu belgelerden, Gauss'un 1800 gibi
erken bir tarihte, eliptik fonksiyonları keşfetmiş olduğu ve 1816'da
Eukleides-dışı geometriyi bildiği anlaşılmaktadır. Eukleidesçi uzay kavramının
apriori (önsel) olduğunu savunan Kant'ın isabetliliğinden kuşkulanmış ve uzayın
gerçek geometrisinin ancak deneyle bulunabileceğini düşünmüştür.
Gauss sadece bilimsel konularla ilgilenmemiştir; Avrupa edebiyatı, Yunan ve
Roma klâsikleri, Dünya politikası, botanik ve mineroloji gibi konular da ilgi
alanına girmektedir. Ana dili Almanca ile birlikte, Latince, İngilizce,
Danimarkaca ve Fransızca okuyabildiği ve yazabildiği bilinmektedir; 62 yaşında
bu dillere Rusça'yı da eklemeye karar vermiş ve iki yıl içinde bu dili de
öğrenmiştir.
21 Şubat 2021 Pazar
CARL FRIEDRICH GAUSS
CHARLES DARWIN
(1809 - 1882) Düşünce
tarihinde pek az bilim adamı Darwin ölçüsünde tepki çekmiştir. Evrim kuramını
içine sindiremeyenler onu hiç bir zaman bağışlamamışlardır. Yaşadığı dönemde,
"Maymunla akrabalık bağın annen tarafından mı, baban tarafından mı?"
diye alaya alınmıştı. Günümüzde ise daha ileri giden, onu bir
"şarlatan", dahası bir "şeytan" diye karalamak isteyen
çevreler vardır.
Bir bilim adamına gösterilen bu tepkinin nedeni neydi? Darwin kimdi, ne
yapmıştı?
Darwin küçük yaşında iken de horlanmıştı, hem de babası tarafından: "Seni,
anlaşılan, ava çıkma, köpeklerle eğlenme ve fare yakalama dışında hiç bir şey
ilgilendirmiyor. Geleceğin, kendin ve ailen için yüz karası olacaktır!"
Geleceğinin yüz karası olacağı söylenen çocuk, biyolojinin anıt yapıtı Türlerin
Kökeni'nin yazarı, tüm çağların sayılı bilim adamlarından biri olur.
Varlıklı bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Charles Darwin, sekiz yaşına
geldiğinde annesini yitirir. Çocuğunun iyi yetişmesi yolunda hiç bir şey
esirgemeyen babası başarılı ve saygın bir hekimdi. Dedesi Erasmus Darwin, evrim
konusuyla ilgilenen tanınmış bir doğa bilginiydi.
Entellektüel bir çevrede büyüyen Charles okulda parlak bir öğrenci değildi.
Öğretmenleri arasında ona "aptal" gözüyle bakanlar bile vardı. Oysa
bu bakış, yüzeysel bir izlenimi yansıtmaktaydı; sıkıntı Charles'ın okul
programıyla bağdaşmayan kendine özgü ilgilerinden kaynaklanıyordu. Hayvanlara,
özellikle böceklere derin bir ilgisi vardı. Daha küçük yaşında onu saran bu
ilgi, ilerde belirginlik kazanan üstün gözlemleme yeteneğinin itici gücüydü.
Üniversitede, ilk iki yılını alan tıp öğrenimi başarısız geçer. Dönemin
tartışma konuları arasında onu yalnızca canlıların kökeni sorunu
ilgilendirmekteydi. Ama babası umudunu tümüyle yitirmek istemiyordu; hekim
olmak istemeyen oğlunu hiç değilse din adamı olmaya ikna eder.
Edinburg'dan Cambridge Üniversitesine geçen delikanlı burada da, teoloji
öğreniminin yanı sıra böcek toplama etkinliğini sürdürür; oluşturduğu zengin
koleksiyonla bilim çevrelerinin beğenisini kazanır. Bu arada botanik ve jeoloji
derslerini de izlemekten geri kalmaz.
Yirmi iki yaşında üniversiteyi bitirir, ama kilisede görev almaya yönelik
değildir. Bir rastlantı, aradığı olanak kapısını ona açar. Güney Amerika
kıyılarından başlayarak uzun süreli bir araştırma gezisine çıkmaya hazırlanan
kraliyet gemisi Beagle'e doğa araştırmacısı aranmaktaydı. Botanik profesörünün
tavsiyesi üzerine Darwin'e, masraflarını kendisinin karşılaması koşuluyla, bu
görev verilir. Ancak genç bilim adamının babasının desteğini sağlaması kolay
olmaz.
1831'de başlayan geziye Darwin beş yıl süren yoğun ve çetin bir uğraşla,
dünyanın henüz bilinmeyen pek çok kıyı ve adalarında türlere ilişkin fosil ve
örnekler toplar; gözlemsel bilgiler edinir, notlar alır. Doğa onun için
tükenmez bir laboratuvardı. Özellikle Gallapagus adalarındaki dev kaplumbağalar
ile kuşlar üzerindeki gözlemleri, değişik çevre koşullarında türlerin nasıl
oluştuğu konusunda ona önemli ipuçları sağlamıştı. Kimi türlerin çevreyle uyum
kurarak sürdürdüğü, kimi türlerin ise değişen koşullarda uyumsuzluğa düşerek
yok olduğu izlenimi kaçınılmazdı.
Ülkesine döndüğünde Darwin'in yapması gereken şey, topladığı bilgileri işlemek,
evrim olgusuna kanıtlara dayalı açıklık getirmekti. Ne var ki, bu kolay
olmayacaktı. Bir kez toplanan gözlem verilerinin düzenlenmesi bile yıllar
alacak bir işti. Sonra, evrim konusu dikenli bir sorundu; yerleşik önyargılara
ters düşmek kolayca göze alınamazdı.
Darwin incelemelerinden türlerin sabit olmadığını, uzun süreli de olsa, çevre
koşullarına göre değiştiğini öğrenmişti. Ama "evrim" denen bu
değişimin düzeneği neydi? Bu soruya yanıt arayışı içinde olan Darwin'e 1838'de
okuduğu bir kitap ışık tutar. Thomas Malthus'un yazdığı Nüfus Üzerine Deneme
adlı bu kitap ilginç bir tez ortaya koyuyordu: canlılar için yaşam bir var olma
ya da yok olma savaşımıdır; çünkü, hemen her çevrede, nüfus artışı beslenme
olanaklarını kat kat aşmaktadır. Bu savaşımda güçlüler karşısında zayıf
kalanlar yok olup gider; çevresiyle uyumsuzluğa düşenler elenirken, uyum
kuranlar çoğalır.
19. yüzyılın acımasız kapitalizminin "laissez faire et laissez
passer" (bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler) sloganında da yansıyan
bu düşünce, Darwin'in yirmi yıl sonra açıkladığı evrim kuramının özünü
oluşturur: doğal seleksiyon evrimin itici gücü, ilerlemenin dayandığı
düzenekti.
Evrim düşüncesi, insanın kendi varlık kökenini bilme merakım da içermektedir.
İlkel topluluklarda bile kendini açığa vuran bu merakın özellikle mitoloji ve
dinlerin oluşumundaki rolü yadsınamaz. Ancak bilim öncesi açıklamalar masalımsı
birer öğreti niteliğindedir. Her şey gibi insan da Tanrısal gücün ürünüdür.
Gelişmiş dinlerde bile evrim düşüncesi yer almamıştır.
Evrimden ilk söz edenler, M.Ö. 6. yüzyılda yaşayan İyonya'lı filozoflar
olmuştur. Thales tüm nesneler gibi canlıların da sudan oluştuğu savındaydı.
Daha çarpıcı görüşü onu izleyen Anaximander'de bulmaktayız: "Canlıların
kaynağı denizdir. Başlangıçta balık olan atalarımızdan bugünkü formumuza
evrimleşerek ulaştık." Gene o dönemin bir başka filozofu, Herakleitus,
canlıların gelişmesinde aralarındaki çatışmanın rolüne değinir. Bunlardan
ikiyüz yıl sonra gelen antik çağın ünlü filozofu Aristoteles'te evrim düşüncesi
daha belirgindir. Onun görüşünde aşağıdaki ilginç noktaları bulmaktayız:
(1) Canlıların en ilkel düzeyde kendiliğinden oluştuğu,
(2) Organizmaların basitten daha karmaşık formlara doğru geliştiği,
(3) Canlıda organların ihtiyaca göre oluştuğu.
Ancak ortaçağ teolojisinde bu tür düşüncelere yer yoktu. Gerçek kutsal
kitaplarda açıklanmıştı. Evrim düşüncesi bir sapıklıktı.
Evrime bilimsel yaklaşım, Aydınlık Çağı'nın sağladığı göreceli özgür düşünme
ortamını bekler. Bu alanda ilk adımı Fransız doğa bilimcisi Buffon'un attığı
söylenebilir. Buffon, canlıların sınıflanmasına ilişkin Aristoteles sistemini
düzeltme ve geliştirme amacıyla çalışmaya koyulur. İlgilendiği konuların
başında evrim geliyordu. Fosil ve diğer kanıtlara dayanarak canlı türlerin
evrimle oluştuğu görüşüne ulaşmıştı. Ama kilisenin sert tepkisiyle
karşılaşınca, Buffon, "Kutsal kitapta bildirilenlere ters düşen sözlerimi
geri alıyorum" diyerek sessizliğe gömülür.
Ünlü isveç botanikçisi Linnaeus'un modern sınıflama yöntemine ilişkin çalışması
evrim düşüncesine destek sağlayan başka bir girişimdir. Darwin'in dedesi
Erasmus Darwin de, Buffon gibi, canlıların yaşam dönemlerinde edindikleri
beceri veya özelliklerin yeni kuşaklara geçmesiyle evrimleştiği görüşündeydi.
Bu görüşü geliştiren Fransız doğa bilgini Lamarck ise evrim konusunda oldukça
tutarlı ilk kuramı oluşturur. Kısaca, "canlıların yaşam dönemlerinde
kazandıkları özelliklerin ya da uğradıkları değişikliklerin (bunlar çevre
koşullarının etkisinde ortaya çıkabileceği gibi, organların kullanış veya
kullanışsızlık nedeniylede olabilir) kalıtsal yoldan yeni kuşaklara
geçtiği" diye özetleyebileceğimiz bu kuram, sağduyuya yatkın görünmesine
karşın, bilim dünyasında beklenen ilgiyi bulmaz.
Kuramın olgusal içerik yönünden yetersizliği bir yana, bilinen kimi gözlemsel
verilere ters düşmesi benimsenmesine olanak vermiyordu. Açıklama gücünü bugün
de koruyan, daha kapsamlı ve tutarlı evrim kuramını Darwin'e borçluyuz. 1859'da
yayımlanan Türlerin Kökeni adlı yapıtta ortaya konan bu kuramın benimsenmesine
ortam hazırdı. Kısa sürede bir kaç yeni basım yapan kitap, insanlığın dünya
anlayışında eşine pek rastlanmayan köklü bir devrime kapı açmaktaydı.
Dönemin seçkin bilginlerinden T. H. Huxley'in şu sözlerinin çağdaşı pek çok
bilim adamının duygularını dile getirdiği söylenebilir: Biz türlerin oluşumuna
ilişkin, doğruluğu olgusal olarak yoklanabilir bir açıklama arayışı içindeydik.
Aradığımızı Türlerin Kökeni'nde bulduk. Kutsal kitabın masalımsı açıklaması
geçerli olamazdı. Bilimsel görünen diğer açıklamaları da yeterli bulamıyorduk.
Darwin kuramı her yönüyle bilimsel yeterlikte idi.
Kuramın dayandığı iki temel nokta vardır:
(1) Canlı dünyada, yeni türlerin oluşumuna yol açan sürekli ama yavaş giden
değişim;
(2) "Doğal seleksiyon" dediğimiz evrim sürecini işler kılan düzenek.
Birinci nokta, türlerin sabitliği varsayımını içeren yerleşik öğretiye ters
düşmekteydi. İkinci nokta, evrimin tüm ereksel görünümüne karşın salt mekanik
terimlerle açıklanabileceğini göstermekteydi.
Darwin kuramının özünü oluşturan doğal seleksiyon, başlangıçtan günümüze değin,
değişik eleştirilere uğramıştır. Bu nedenle, ilkenin öncelikle açıklığa
kavuşturulması gerekir. Darwin'in evrim kuramı, gözlenebilir üç olgu ve iki
ilke içerir.
İlk olgu, üreme biçimleri ne olursa olsun, canlıların geometrik diziyle çoğalma
eğilimidir.
İkinci olgu, bu eğilime karşın türlerde nüfusun aşağı yukarı sabit kaldığıdır.
Bu iki olgudan, Darwin 'yaşam savaşımı' ilkesine ulaşır.
Üçüncü olgu, canlıların (bir türü hatta bir aileyi oluşturan bireylerin bile)
az ya da çok belirgin farklılıklar sergilemesidir. Yaşam savaşımı ilkesiyle
birleşen bu olgu Darwin'i temel ilkesi olan doğal seleksiyon düşüncesine
götürür. Belli bir çevrede farklı özellikler taşıyan bireyler arasında yaşam
savaşımı varsa, doğal koşullara uyum bakımından, özellikleri üstünlük sağlayan
bireylerin (veya türlerin) egemenlik kurması, diğerlerinin elenmesi
kaçınılmazdır.
Evrim sürecinin dayandığı bu düzeneğe, tüm eleştiri ve uğraşlara karşın, daha
geçerli diyebileceğimiz bir alternatif bulunamamıştır. Ayrıntılarında kimi
değişikliklere uğramakla birlikte, kuramın sürgit Darwinci kalmayacağını
gösteren herhangi bir belirti yoktur ortada!
Newton, yerçekimi ilkesiyle devinim yasalarının, yersel ya da göksel, tüm
nesneler için geçerli genellemeler olduğunu göstermişti. Darwin de yaşam
savaşımı, doğal seleksiyon, çevreye uyum gibi bir kaç ilke içeren kuramıyla
evrim olgusuna bilimsel açıklama getirdi; insanın ottan çiçeğe, amipten maymuna
uzanan canlı dünyanın bir parçası olduğunu gösterdi.
CHARLES FRANCIS RICHTER
ABD’li jeofizik ve sismoloji uzmanı Charles Richter, yer
sarsıntılarının büyüklüğünü ölçmeye yarayan ve adıyla anılan bir ölçek
geliştirmiştir.
1920’de Stanford Üniversitesi’nden fizik diplomasını, 1928’de Pasenda’daki
California Institute of Technology’den kuramsal fizik doktarasını aldı ve aynı
kuruluşun sismoloji laboratuvarında çalışmaya başladı.
1937’de öğretim üyeleri arasına katıldığı Caltech’te 1947’de doçentliğe,
1952’de sismoloji profesörlüğüne getirildi ve 1970’de emekliye ayrılmasına
karşın, aynı kuruluşta emeritus profesör olarak çalışmalarını sürdürdü.
Deprem şiddetinin belirlenmesini amaçlayan ilk ölçek, 1883’te İtalyan Jeolog
Rossi ile İsviçreli doğabilimci François A. Forel tarafından hazırlanmış ve
herhangi bir fiziksel ölçüme göre değil, depremin Yeryüzü'ndeki etkilerine göre
belirlenen 10 dereceye ayrılmıştı.
Rossi-Forel ölçeğinden sonra, 1902’de İtalyan Jeolog Giuseppe Mercalli, yine
sarsıntının etkilerine göre derecelenmiş yeni bir ölçek yaptı. Uzun süre
kullanılan 12 derece şiddetindeki depremin etkileri ise, genel panik, tüm
yapıların yıkılması, çatlak ve oyukların açılması, nehirlerin yatak
değiştirmesi şeklinde sıralanıyordu.
Her iki ölçek de tanımlayıcı olmakla birlikte, denizlerde ya da yerleşim
bölgeleri dışındaki depremlerin şiddetini belirleme olanağı vermiyordu.
Richter’in Alman asıllı ABD’li Sismolog Beno Gutenberg ile birlikte hazırladığı
Richter ölçeği ise, yer sarsıntılarının etkisini gözönünde bulundurmaksızın,
doğrudan doğruya büyüklüğün ölçümüne dayanır.
Bir sansıntı anında çeşitli bögelere yerleştirilmiş aynı türden sismograflar
aracılığıyla, deprem odağının tam üstüne rastlanan Yeryüzü'ndeki dış merkez
(episantr) saptanır ve bu merkezden uzaklaştıkça azalan titreşim şiddetinin
logaritmik eğrisi çıkartılır.
Ayrıca deprem sırasında açığa çıkan enerji miktarı (E), çizilen logaritmik eğri
uyarınca, logE = 11,4 + 1,5 m (m=şiddet) bağıntısıyla erg cinsinden elde
edilir. 0’dan 9’a dek derecelendirilmiş olan bu logaritmik ölçekte, örneğin 2
derecelik büyüklük açık ve seçik duyulabilir bir depremi anlatır, 7 derece
büyüklüğündeki depremde ise duvarlar çatlar, bacalar devrilir.
CHEN NİNG YANG
Çin asıllı ABD’li fizikçi Yang, temel parçacıkların zayıf
etkileşmelerinde paritenin korunumu yasasının geçerli olmadığını belirlemiştir.
1942’de Kunming’deki Ulusal Güneybatı Birleşik Üniversitesi’nden lisans, iki
yıl sonra Tsinghua Üniversitesi’nden yüksek lisans derecesini aldı ve burslu
öğrenci olarak ABD’ye gitti. 1948’de Chicago Üniversitesi’nde doktora
çalışmalarını tamamlayarak bir yıl Fermi’nin asistanlığını yaptı.
1955’te profesörlüğe yükselen Yang, 1965’ten sonra Stony Brook’daki New York
Eyalet Üniversitesi’nde fizik profesörü ve kuramsal Fizik Enstitüsü’nün başkanı
olarak görev yapmaktadır. Zayıf etkileşmelerde paritenin (uzayda sağ-sol
simetrisinin) korunmadığını ortaya koyan çalışmaları nedeniyle 1957 Nobel Fizik
Ödülü’nü Lee ile bölüşmüştür.
İstatistiksel mekanik ve kuantum alan kuramı gibi konularda bilime önemli katkılarda
bulunan Yang’a ün ve Nobel Ödülü kazandıran en önemli çalışması, 1956’da Lee
ile birlikte pritenin korunumu yasasının zayıf etkileşmeler için geçerli
olmadığını göstermesi olmuştur.
O güne değin bütün fiziksel olayların sağ-sol bakışımı (simetrisi) gösterdiği,
başka bir deyişle pariteyi koruduğu çok doğal bir ilke olarak kabul edilmiştir.
Bu ilkenin geçerli olmasının doğal bir sonucu olarak, bir olayın sağ-sol
bakışımlısının, yani "aynadaki görüntüsünün" de geçerli bir fiziksel
olay olarak kabul edilmesi gerekiyordu.
O güne değin enerjinin ya da momentumun korunumu ilkeleri gibi evrensel bir
geçerliliği olduğu sanılan paritenin korunumunun, o sıralarda yeni bulunmuş
olan teta ve tau adlı mezonların bozunmalarında geçerli olmadığını gözlemleyen
Yang ve Lee, bu bozunumların tıpkı radyoaktif beta bozunumu gibi zayıf
etkileşmeler olduğu gerçeğinden yol çıkarak ve o güne değin yapılmış tüm beta
bozunması deneylerini inceleyerek, bunlardan edinilen kuramsal bilgilerin ya da
deney çözümlerinde kullanılan varsayımların zayıf etkileşmelerde paritenin
korunduğuna ilişkin bir kanıt getirmediğini ortaya koydular.
Bu bulgularını deneysel olarak sınanması için yardım istedikleri Wu’nun,
radyoaktif kobalt-60 çekirdeği üzerinde 1957’de gerçekleştirdiği deney de,
zayıf etkileşmelerde paritenin korunmadığını kesin kanıtlarıyla doğruladı.
CHRISTIAAN HUYGENS
(1629
- 1695) Yüzyılımızın seçkin bir düşünürü (A.N. Whitehead), 17. yüzyılı
"dâhiler yüzyılı" diye nitelemişti. Kepler, Galileo, Newton gibi
hepimizin bildiği bu dâhilerden biri de Christiaan Huygens idi. Huygens biri
pratik, diğeri teorik olmak üzere başlıca iki çalışmasıyla bilimin öncüleri
arasında yer almayı başarmıştır.
Hollanda'da dünyaya gelen Christiaan, daha küçük yaşında, matematik ve bilime
belirgin bir ilgi duymaktaydı. Aydın kesimde etkili kişiliğiyle tanınan babası,
devlet adamlığının yanı sıra müzik ve şiirle de uğraşmaktaydı. Entellektüel bir
ortamda yetişen Christiaan, üniversite öğrenimini tamamladıktan kısa bir süre
sonra astronomi ve matematik konularında yayımladığı tezlerle bilim
çevrelerinin, bu arada dönemin ünlü matematikçi-fîlozofu Rene Descartes'ın özel
dikkatini çeker.
Huygens bilimsel çalışmalarına astronomide başlar. Teleskop daha yeni
kullanılmaya başlanmıştı. Genç bilim adamı, geçimini gözlük camı yapmakla
sağlayan filozof Spinoza ile işbirliğine girerek daha güçlü bir teleskop elde
eder.
Gözlemleri arasında Satürn gezegeninin çevresindeki "hale" de vardı.
Onun geniş, düz bir halkaya benzettiği bu hale aslında iri toz parçalarının
oluşturduğu üç kuşak içermektedir. Optik araçlar üzerindeki çalışmasının
izlerini günümüzde kullanılan araçların taşıdığı söylenebilir. Ama onu gününde,
asıl üne kavuşturan şey, sarkaçlı saati icat etmesiydi. Gerçi Galileo daha önce
zamanı belirlemede sarkaçtan yararlanılabileceğini ileri sürmüştü. Ancak yoğun
çabalara karşın istenilen sonuca ulaşılamamıştı.
Huygens'in 1657'de yaptığı saat oldukça dakikti. Bu icat öncelikle
denizcilikteki gereksinim göz önüne alınarak ortaya konmuştu. Ne var ki,
beklenen sonuç tam gerçekleşmez. Yerçekiminin sarkaç üzerindeki etkisi gözden
kaçmıştı. Bilindiği gibi belli bir yerde sarkacın her salınım süresi aynıdır.
Ancak saat arzın merkezinden uzaklaştıkça (örneğin, yüksek bir dağ tepesine
çıkarıldığında, ya da, ekvatora yaklaştırıldığında) salınım giderek yavaşlar,
saat geri kalır.
Bunu daha sonra fark eden Huygens, yitirilen zaman miktarından arzın
ekvatordaki şişkinliğinin hesaplanabileceğini bile gösterir.
Bu arada Huygens'in adı sınır ötesi bilim çevrelerinde de duyulmaya
başlamıştır. 1663'te Royal Society (İngiliz Kraliyet Bilim Akademisi) onu,
üyelik vererek onurlandırır. Huygens törene katılmak için Londra'ya gittiğinde
Newton'la tanışır.
Newton çalışmalarını takdir ettiği bu yabancı bilim adamını ülkesinde tutmak
için girişimlerde bulunur. Ama Huygens'e daha parlak bir öneri XIV. Louis'den
gelir. Fransa'nın bilimde üstün bir konuma gelmesini sağlamaya çalışan Kral,
Huygens'i bilimsel çalışmalara katılmak üzere Paris'e çağırır. Huygens,
üstlendiği görevde, Fransa ile Hollanda arasında bu sırada çıkan savaşa karşın,
aralıksız onbeş yıl kalır.
Üzerinde yoğun uğraş verdiği başlıca konu ışığın yapı ve devinim biçimiydi.
Işığın ne olduğu gizemli bir sorun olarak tarih boyunca ilgi çekmiştir. Antik
Yunan bilginleri nesnelerin görünebilirliğini gözün yarattığı bir olay
sayıyordu. Örneğin, Epicurus görüntünün gözden kaynaklanan resimlerden oluştuğunu
ileri sürmüş, Platon ise gözün ve bakılan nesnenin saçtığı ışınların birleşimi
olduğunu vurgulamıştı. Daha garip bir açıklamaya göre de, baktığımız nesneyi
gözden fırlayan birtakım görünmez incelikte dokunaçlarla görmekteydik.
17. yüzyıla gelinceye dek ışık konusunda önemli bir gelişmeye tanık
olmamaktayız; üstelik ışık deviniminin anlık bir olay olduğu görüşü yaygındı.
Aslında doğal olan da buydu; çünkü, ışığın belli bir hızla devindiği sağduyuya
pek yatkın bir düşünce değildi. Gözümüzü açar açmaz görmüyor muyduk?
Işığın belli bir hızla ilerlediği düşüncesini ilk kez Danimarkalı astronom
Römer ortaya koyar. 1675'te Jüpiter gezegeninin birinci uydusunu gözlemlemekte
olan Römer, uydunun çevresinde döndüğü gezegenin arkasında geçirdiği süreyi saptamak
istiyordu. Değişik zamanlarda yaptığı ölçmelerin farklı sonuçlar vermesi
şaşırtıcıydı. Römer bu tutarsızlığı açıklamalıydı.
Römer, Dünya ile Jüpiter'in güneş çevresindeki dolanımlarında kimi kez
birbirlerine yaklaştıklarını, kimi kez uzaklaştıklarını biliyordu. Şaşırtıcı
bulduğu olayın, iki gezegenin arasındaki mesafe ile bağıntılı olduğunu görür.
Aradaki mesafe kısaldıkça uydunun gezegen arkasında geçirdiği sürenin
azaldığını, mesafe uzadıkça sürenin arttığını saptayan Römer, bunu, ışığın
belli bir hızla ilerlediği hipoteziyle açıklar. Işığın aldığı mesafe
kısaldığında uydunun erken doğuşu kaçınılmazdı. Işığın belli bir hızla
devindiği düşüncesi ister istemez başka bir soruya yol açmıştı: Işık nasıl
devinmektedir? Huygens bu soruyu dalga kuramıyla, Newton parçacık kuramıyla
yanıtlar.
Huygens ışığın dalga kuramını Fransızca kaleme aldığı Traite de la Lumiere
(Işık Üzerine inceleme) adlı yapıtında ortaya koyar. Onun bu kurama
yönelmesinde bir etken ışıkla ses arasında gördüğü benzerlikti. Bir başka etken
de bir delikten çıkan ışığın yalnız tam karşısında ulaştığı noktadan değil
çevredeki hemen her noktadan görülmesi olayıydı. Bu olay ışığın devinimini
anlamak bakımından önemliydi.
Huygens'in "esir" kavramı bu işlevi sağlayacaktı. Bir benzetme
olarak, demiryolunda biribirine dokunan ama bağlı olmayan bir dizi vagon
düşünelim. Şimdi dizinin başındaki vagona lokomotifin hafif bir vuruş yapması
nasıl bir sonuç doğurur? Darbeyi dizi boyu ileten vagonların yerlerinde
kaldığı, yalnızca son vagonun uzaklaştığı görülür.
Nedenini, devinimin "etki - tepki" yasasında dile gelen ilişkide
bulabiliriz: Vuruş etkisini bir sonraki vagona ileten her vagon aldığı tepkiyle
dizideki yerinde kalır. Bir tepki almayan son vagon ise, aldığı vuruş etkisiyle
diziden uzaklaşır. Verdiğimiz bu örnek dalga kuramına önemli bir açıdan ışık
tutmaktadır. Huygens, uzayın, "esir" dediği görünmez bir nesneyle
dolu olduğunu varsaymaktaydı. Buna göre, ışık bir yerden başka bir yere
ilerlerken tıpkı vagonların ilettiği vuruş etkisiyle devinir, şu farkla ki,
ilerleme tek bir yönde değil, esir ortamında tüm yönlerde oluşur. Nasıl ki,
demiryolunda ilerleyen şey vagonlar değilse, uzayda da ilerleyen tanecik
türünden nesneler değil, devinim dalgasıdır.
Huygens dalga kuramıyla ışığın yansıma, kırılma, kutuplaşma gibi davranışlarını
da açıkladığı inancındaydı. Ne var ki, dalga kuramı, Newton'un parçacık
kuramının gölgesinde, 19. yüzyıla gelinceye dek gözden uzak kalır.
Newton 1672'de Royal Society'ye sunduğu bildirisinde beyaz bir ışık ışınının
cam prizmadan geçtiğinde gökkuşağındaki gibi bir renk spektrumu sergilediğini
belirterek, bunun ışığın taneciklerden oluştuğu hipoteziyle açıklanabileceğini
vurgulamıştı. Rakibi Robert Hooke'un eleştirisi karşısında daha esnek bir tutum
içine giren Newton her ne kadar parçacık ve dalga kuramlarının ikisine de yer
veren "karma" bir kuramdan söz ederse de sonuç değişmez; bilim
çevreleri Newton'un büyüleyici etkisinde parçacık kuramına üstünlük tanır.
19. yüzyılın başlarında durumda beklenmedik bir gelişme olur; dalga kuramı
yeniden ön plana çıkar. Işık üzerinde yeni deneylere girişen Thomas Young
(1773-1829) elde ettiği verilerin ışığın dalga kuramıyla ancak
açıklanabileceğini görür. Kaynağı ve sıcaklığı ne olursa olsun ışık hızının
değişmemesi, seçilecek kuramın geçerlik ölçütü olmalıydı.
Young'a göre, dalgaların hızının aynı kalmasını bekleyebilirdik; ama tanecikler
için aynı şey söylenemezdi. Gene, yansıma ve kırılmanın aynı zamanda olması,
dalga açısından bakılınca doğaldı; oysa, taneciklerin bir bölümü yansırken, bir
bölümünün kırılması açıklamasız kalan bir olaydı.
Öte yandan, Newton, ışığın dalga niteliğinde olması halinde doğrusal bir
çizgide ilerlemesine, keskin gölge oluşturmasına olanak bulmamıştı. Young'ın
buna yanıtı basitti: Dalga uzunlukları yeterince kısa ise, ışığın hem doğrusal
devinimi, hem de keskin gölge oluşumu beklenebilirdi. Ayrıca, Young'ın
"karışım" (interference), onu izleyen Fresnel'in "kırınım"
(diffraction) denen olgulara getirdikleri açıklamalar dalga kuramını
destekleyici nitelikteydi.
Daha sonra Maxwell'in dalga kuramını daha kullanışlı bulması da dengenin
büsbütün parçacık kuramı aleyhine dönmesine yol açar. Ne var ki, yüzyılımızın
başında durum bir kez daha değişir. Planck'ın kuvantum, Einstein'ın
foto-elektrik kavramlarıyla ışığın parçacık kuramı yeniden ön plana çıkar.
Bugün ulaşılan düzeyde kuramlardan ne birinin ne ötekinin kesin egemenliğinden
söz edilebilir. Bir bakıma Newton'un sözünü ettiği, şimdi kimi bilim
adamlarının "wavicle" diye dile getirdikleri
"dalga-tanecik" karması ya da ikilemiyle karşı karşıyayız. Geçici de
olsa bu "barışıklık" aşamasında egemenlik paylaşılmış görünüyor.
Huygens dalga kuramının öncüsü olarak bilim gündeminde yerini korumaktadır.
CONRAD GESNER
16. yüzyılda biyologlar, mümkün olduğunca bitki ve hayvanlarla
ilgili bütün mevcut bilgiyi bir araya getirerek sunmaya çalışmışlar; bunların
yanı sıra, yeni keşiflerle elde edilen bilgiyi de bir araya getirmeye gayret
ettmişlerdir. Bu ansiklopedist doğa bilimcilere güzel bir örnekConrad
Gesner'dir (1516-1565).
İsviçreli olan Gesner, "Hayvanlar Tarihi" (Historia Animalium) adlı 4
ciltten oluşan bir eser yazmıştır. Buradaki sınıflama, Aristoteles
sınıflamasına uygundur. Bunlar içerisinde özellikle balıkların açıklaması
dikkate değerdir. Omurgasız hayvanlar hakkındaki resim ve açıklamaları da aynı
şekilde ilginçtir.
Gesner bu eserinde ele aldığı hayvanların her birinin adını, bu adın
etimolojisini, hayvanın yaşadığı yeri, alışkanlıklarını, yararlarını, ilaç
yapımında herhangi bir kısmı ya da ürününün kullanılıp kullanılmadığını ve o
hayvan hakkında mevcut hikaye, inanç ve efsaneleri de aktarmıştır.
Gesner'in aynı zamanda kaleme alındıktan yaklaşık 200 yıl sonra yayınlanmış
olan bir de botanik eseri vardır. Gesner, doğa aşığıdır; ne kendisinden önceki
devrilerde ne de daha sonraki dönemlerde onun bir benzerine rastlamak
mümkündür. Bitki ve hayvanların yanı sıra, cansız doğaya da büyük ilgi duymuş;
dağları, ovaları incelemiştir. Ona göre doğaya sadece bitki toplamak için
açılmak yeterli değildir; dağcılık apayrı, zevk veren bir uğraştır.
COPERNICUS (KOPERNİK)
(1473 - 1543) Düşünce tarihinde etkisi yönünden Copernicus
devrimiyle boy ölçüşebilecek pek az dönüşüm vardır. Son dörtyüz yılda tanık
olduğumuz bilimsel gelişmenin astronomide yer alan bu devrimle başladığı
söylenebilir.
Dinsel bağnazlıkla özgür düşünce hemen her dönemde çatışma içinde olmuştur.
Ortaçağ düşünce geleneğini kıran ilk bilimsel atılımın astronomide ortaya
çıkması bir bakıma doğaldı. Birkez, astronomide hiç bir alanda olmayan bir
bilgi birikimi vardı. Babillilerin göksel nesnelerin devinimlerine ilişkin
gözlemlerini, kuramsal düzeyde işleyen eski Yunanlıların astronomide büyük
ilerleme kaydettikleri bilinmektedir.
17. yüzyıla gelinceye dek egemenliğini sürdüren Ptolemy (Batlamyus) sistemi bu
birikimin ürünüdür. Sonra, Rönesans'la birlikte, astronomide ivedi çözüm
gerektiren pratik sorunlar ağırlık kazanmıştı. Bu sorunlardan biri denizde
boylam hesaplanmasına ilişkindi. Bu ise, öncelikle, güneşin izler göründüğü
yolun doğru belirlenmesini gerektiriyordu.
Çözümü aranan bir diğer sorun takvime ilişkindi. M. Ö. 46'da oluşturulan
yürürlükteki takvim yetersizdi. Örneğin, o takvime göre, bir yıl 365 günden
oluşuyordu (Oysa, şimdi bildiğimiz gibi yılın süresi bundan 11 dakika 14 saniye
daha kısadır).
Ne var ki, bu türden nedenler, doğruluğu söz götürmez sayılan Ptolemy
teorisinde köklü bir değişiklik için yeterli olamazdı. Astronomlar çoğunluk
kimi düzeltmelerle yer-merkezli sistemin korunabileceği inanandaydılar.
Nitekim, klasik dönemden beri kimi bilginlerce önerilen güneş-merkezli sistem
onların gözünde saçma olmaktan ileri bir anlam taşımıyordu.
Yerleşik sistem nerdeyse bağnaz bir inanca dönüşmüştü. Öyle ki, ortaçağ
sonlarına doğru Oresme ve daha sonra Cusalı Nicolas gibi bilginlerin yönelttikleri
ciddi eleştiriler hiç bir etki uyandırmadan kalır. Yeni arayışların başladığı
Rönesans'ta bile sistemin sarsılması kolay olmaz.
Copernicus'un daha öğrencilik yıllarında Ptolemy teorisine karşı içine düştüğü
kuşku ve doyumsuzlukta kendisini önceleyen eleştiricilerin, özellikle hocası
Novara'nın etkisi büyük olmuştur. Bologna üniversitesinde astronomi profesörü
olan Novara, kilisenin o sıra içinde olduğu görecel hoşgörüden de yararlanarak,
Ptolemy sistemine sert eleştiriler yöneltmekteydi.
Biraz önce de değindiğimiz gibi, Ptolemy sisteminin göksel olguları açıklamaya
yönelik salt bir teori olmaktan ileri bir niteliği, dinsel ya da ideolojik bir
bağışıklığı vardı. Sistem ortaçağ skolastik felsefesiyle bütünleşmiş, nerdeyse
resmi bir kimlik kazanmıştı. Eleştirilerin, ne denli yerinde ve tutarlı olursa
olsun, önemli bir etki yaratması beklenemezdi.
Sistemin sarsılması Rönesans'ın getirdiği yeni anlayışı, farklı kültür ortamını
bekler. Rönesans sanatta parlak bir atılım olduğu kadar, sonunda din, bilim, politika
ve ekonomide de geleneksel katı tutumları kıran, dünyaya yeni bir bakış açısı
getiren uzun süreli bir dönüşümdür. Copernicus'un şansı, üstün zekâ ve güçlü
öğrenme tutkusunun yanı sıra, her alanda yeni arayışların başladığı öyle bir
dönemde dünyaya gelmiş olmasıdır.
Copernicus kimdi ve ne yaptı? Yalnız bilimde değil, insanlığın dünya görüşünde
de büyük bir devrime yol açan çalışmasının kapsam ve niteliği neydi?
Nicolaus Copernicus Polonya'nın Torun kentinde üst-yaşam düzeyinde bir ailenin
çocuğu olarak dünyaya geldi. On yaşında iken babasını yitirdi; bir bilgin-papaz
olan amcasının koruyuculuğu altında büyüdü; aldığı eğitim daha çok teolojiye
yönelikti. Ancak, Copernicus'un ilgi alanı belli bir konuyla sınırlanamayacak
kadar genişti. Ülkesinde Cracow üniversitesini bitirdikten sonra İtalya'ya
gider; Bologna, Padua ve Ferrara gibi dönemin seçkin üniversitelerinde
astronomi, matematik, hukuk ve tıp dallarında altı yıl süren öğretim görür.
Bir süre Roma'da matematik profesörlüğü yaptıktan sonra ülkesine döner,
kilisede üst-düzey bir görev üstlenir. Ayrıca, çeşitli devlet hizmetlerini
sürdüren Copernicus bir ara ülkesini dış ilişkilerde diplomat olarak da temsil
eder. Ne ki, onun asıl ilgi alanı astronomi idi. Aralıksız otuz yıl süren bir
çalışmanın ürünü baş yapıtı Göksel Kürelerin Dönüşleri Üzerine arkadaşlarının
ısrarı üzerine yayıma girer. Kitabının ilk nüshası Copernicus'a yaşamının son
günlerinde hasta yatağında ulaşır.
Sorumuza dönelim: Copernicus devrimi nedir, niçin önemlidir?
Copernicus işe koyulduğunda ortaçağ dünya görüşüne karşı çıkma gibi bir niyeti
yoktu. Aldığı eğitim temelde o görüşe dayanıyordu. Onun yapmak istediği çeşitli
yönlerden yetersiz bulduğu Ptolemy astronomisini matematiksel olarak daha
basit, kendi içinde uyumlu ve açıklama gücü daha yüksek bir sisteme
dönüştürmekti.
Ptolemy teorisine göre, gökyüzü yıldızların "çakılı" olduğu dönen bir
küreydi; dünya bu kürenin merkezinde sabit bir konuma sahipti; çevresinde ay,
güneş ve gezegenleri taşıyan iç içe bir dizi kristal küre vardı. "Tanrısal
bir düzen" diye imgelenen bu sistem, ayrıca insana evrenin merkezinde olma
onur ve gururunu sağlamaktaydı.
Ne var ki, salt bilimsel açıdan bakıldığında sistem gereksiz yere karmaşık
olduktan başka tutarsızdı. Sistemde birbirini tutmayan bir takım varsayımlar,
ayaküstü gereksinmelere göre oluşturulan açıklamalar vardı. Benzetme
yerindeyse, baş, gövde, el ve ayak gibi her parçası başka bir yerden derlenmiş
bir heykelin acayip görüntüsünü sergiliyordu.
Copernicus astronomiyi basitleştirme ve tutarlı kılma girişiminde, kökü klasik
çağa uzanan bir hipoteze başvurur (M. Ö. 3. yüzyılda Aristarcus adında bir
bilgin, şimdi "güneş sistemi" dediğimiz sistemin merkezinde dünyanın
değil, güneşin yer aldığını ileri sürmüş, ancak bağnaz çevrelerin tepkisiyle
susturulmuştu).
Doğrusu, yalnız yerleşik öğretiye değil sağduyuya da ters düşen bu hipotezin
bilim tarihindeki devrimsel sonucunu Copernicus'un öngördüğü kolayca
söylenemez. Büyük olasılıkla, Aristarcus hipotezi onun gözünde göksel sisteme
geometrik uyum sağlayan bir basitleştirme aracıydı. Nitekim, kitabın önsözünde
önerilen yeni sistemin bilimsel doğruluğu değil, salt matematiksel geçerliği
vurgulanıyordu.
Gerçekten, Copernicus teorisinin, dünyanın sistemdeki yeni konumu dışında köklü
bir değişiklik içerdiği kolayca söylenemez. Bir kez sayılarını azaltmakla
birlikte göksel kürelere ilişkin varsayımdan vazgeçilmemiştir. Sonra,
gezegenlerin devinimlerinde düzgün çembersel yörüngeler izlediği görüşü
korunmuştur. Üstelik yeni teori de gözlemsel verilerle uyum bakımından kimi
güçlüklerle karşı karşıyaydı. Belki de biraz da bu nedenle 16. yüzyılın
sonlarına gelinceye dek teori beklenen ilgiyi görmez; Ptolemy sistemi
yürürlükte kalır.
Bilindiği gibi, Copernicus teorisi iki temel varsayım içermektedir: (1) Gezegenleri
taşıyan göksel küreler dünyanın değil, güneşin çevresinde dönmektedir; (2)
Dünya merkezde sabit değil, kendi ekseni çevresinde günlük, güneşin çevresinde
yıllık dönüşler içindedir. Copernicus'u bu varsayımlara en başta gözlemsel
verilerin yönelttiği kuşku götürmez. Bunun çarpıcı bir kanıtım şu sözlerinde
bulmaktayız:
Kanımca, ileri sürdüğüm ilkeler soruna büyük bir basitlik getirmektedir.
Ptolemy sisteminde olduğu gibi dünyayı merkezde sabit varsayma çok sayıda küre
varsayımına yol açmış, bu da sorunu içinden çıkılmaz karışıklığa sokmuştur.
Önerdiğim sistem ise, gereksiz ya da boş varsayımlara gitmeksizin, bir çok
gözlem verisini tek nedenle açıklamaya elveren, gerçeği her yanıyla yansıtan
bir sistemdir.
Bu ussal yaklaşım Copernicus'un çok iyi bilinen cephesi. Onun çoğu kez gözden
kaçan bir başka cephesi daha var! Aşağıdaki alıntıda Copernicus'un evreni
"ilkel" diyebileceğimiz büyülü bir dille betimleme yoluna gittiğini
görmekteyiz:
Evrenin ortasında güneş taht kurmuştur. Bu görkemli tapınakta, çevresindeki
herşeyi bir anda aydınlatan "güneş" dediğimiz nur kütlesi için daha
saygın bir konum düşünülebilir miydi? Güneşi evrenin Lambası, Bilge yöneticisi
diye övenler olmuştur: Hermes Trismegutus'un gözünde O ışıldayan Tanrı,
Sophocles'in Elektra'sı için herşeyi gören yüce varlıktır. Güneş gerçekten
tahtına kurulmuş Sultan gibi, çevresinde dolaşan gezegenleri çocukları gibi
yönetir.
Copernicus'un bu duygusal yanıyla bir tür gizemcilik olan, teologların da
paylaştığı bir felsefenin (Yeni-Platonculuk) etkisinde olduğu söylenebilir. Ama
öylede olsa kilisenin resmi öğretiye ters düşen bir görüşü hoş karşılaması
beklenemezdi. Ne ki, Bruno ve Galileo'ya gelinceye dek Katolik kilisesi
belirgin bir tepki göstermez. Oysa protestan liderler daha baştan Copernicus'u
kınama yoluna gitmişlerdi. "Bu budala" diyordu Luther,
"astronomi bilimini altüst etme sevdasındadır. Oysa kutsal kitap arzın
değil, güneşin döndüğünü bize bildirmiştir.... Bir yeni yetme astrologa halk
kulak versin, olacak iş mi?"
Copernicus mistik eğilimlerine karşın bir astrolog değil, gerçek bir
astronomdu. Tarih onu 17. yüzyıl bilimsel devrimine yol açan araştırma tutkusu
ve atılımcı kişiliğiyle bize tanıtmaktadır.
YATMA ZAMANI
GEREKLİ OLANLAR: Oyuncak hayvan Oyuncağı içine alacak büyüklükte karton kutu Eski havlu, eski kumaş parçaları, pamuk Çocuğunuz uy...
-
Türk milletinin bugün ve gelecekte tam bağımsızlığa, huzur ve refaha sahip olması, devlet yönetiminin millet egemenliği esasına dayandırılma...
-
14. Yüzyıl Başlarında Anadolu ve Avrupa’nın Genel Durumu 1243 yılında Kösedağ Savaşı’nı kaybeden Türkiye Selçuklularının merkezi otorites...
-
KARADENİZ BÖLGESİ A. BÖLGENİN GENEL COĞRAFİ ÖZELLİKLERİ Türkiye’nin kuzeyinde yer alan bölge, ismini Karadeniz’den alır. Doğuda Gürc...