9 Şubat 2014 Pazar

BAYRAMLIK KABAN

Yaşlı adam, bir adam konfeksiyon mağazasına ait vitrine uzun uzun baktıktan sonra, ilerideki yeşillikte oynayan çocukların en zayıfına dönerek: Küçüüük!...  diye seslendi. Bana biraz yardımcı olur musun?
Çocuk, hafta sonlarında yaptıkları misket oyununu ilk defa kazanmış olmasına rağmen arkadaşlarını bırakıp geldi. 7-8 yaşlarındaydı ve üzerindeki elbiseler, "tek kelimeyle" dökülüyordu. Yaşlı adam, çocuğun saçlarını okşadıktan sonra :
"Vitrindeki elbiseyi giymeni istemiştim, dedi. Bakalım üzerine uyacak mı?
Çocuk, bu teklifi ilk önce şaka sandı. Ama adam son derece ciddiydi.Onunla birlikte mağazaya girerken, ilk önce rüyâda olup olmadığını, daha sonra da şimdiye kadar yeni bir elbise giyip giymediğini düşündü. Genellikle ailedeki büyük çocuğa alınan veya komşular tarafından verilen giyecekler, elbiselerin ona dar gelmesiyle birlikte ortanca kardeşe kalır, birkaç sene sonra da dizleri aşınmış veya delinmiş vaziyette kendisine yamanırdı. Ama "her zaman hasta" dedikleri babasının ne kadar zor para kazandığını bildiğinden, bu  işe bir kere bile itiraz etmemişti. Şimdi ise, ilk defa yeni bir elbisesi olacaktı. Üstelik de bayrama üç gün kala...
Çocuk, yaşlı adamın gösterdiği elbiseleri giydiğinde, büyümüş olduğunu ilk defa farketti. Çizgili kadifeden yapılmış pantolon, bacaklarının ne kadar uzun olduğunu ortaya koyarken, yeni ceketi de omuzlarını iyice geniş göstermişti. Fakat hepsinin üzerine giydiği kaban bir başkaydı ve artık üşümeyecekti. Çocuk, biraz önce kazandığı misketleri onun cebine bıraktığında, iyice keyiflendi. İrili ufaklı misketler , gayet derin olan ceplerin bir köşesinde kalmıştı. Demek ki her bir cep, en az elli misket alabilirdi. Yaşlı adam, çocuğu sağa sola döndürdükten sonra, elbiselerin paketlenmesini istedi.
Ve iş tamamlandığında, tezgâhtara dönerek : " Elbiseleri torunuma alıyorum, dedi. Kendisine sürpriz yapacağım için,onları bu çocuğun üzerinde denedim. İkisinin de boyu falan aynı da " Çocuk, bir anda beyninden vurulmuşa döndü ve ne diyeceğini bilemedi. Ama artık büyüdüğüne göre, bir şey belli etmemeliydi. Aynaya son bir defa baktıktan sonra, üzerindekileri yavaşça çıkartarak bir kenara fırlattığı eskileri giydi.
Adam, elbiselerin torununa uyacağından emindi. Yaptığı hizmet için çocuğa bir ciklet parası vermek istediğinde, onu yanında göremedi.
Çocuk, arkadaşlarının yanına döndüğünde, bir kenara çekilerek onları seyretmeye koyuldu. Ve bütün ısrarlara rağmen oyuna katılmadı.Arkadaşları :" Niçin oynamıyorsun? diye sordular. En güzel misketleri sen kazanmıştın." Çocuk, inci gibi yaşlar süzülen gözlerini arkadaşlarından kaçırmaya çalışırken :" Misketlerim, bu elbiselere yakışmayacak kadar güzeldi, dedi. Bu yüzden onları, bayramlık kabanımın cebine sakladım."

Can Dündar


AFFET BENİ BABACIĞIM

Evliliğinden beri evinde kalan babası yüzünden eşiyle sürekli tartışıyordu. Eşi babasını istemiyor ve onun evde bir fazlalık olduğunu düşünüyordu. Tartışmalar bazen inanılmaz boyutlara ulaşıyordu. Yine böyle bir tartışma anında eşi bütün bağları kopardı ve "Ya ben giderim, yada baban bu evde kalmayacak" diyerek rest çekti. Eşini kaybetmeyi göze alamazdı. Babası yüzünden çıkan tartışmalar dışında mutlu bir yuvası sevdiği ve kendini seven bir eşi ve birde çocukları vardı. Eşi için çok mücadele etmişti evliliği sırasında. Ailesini ikna etmek için çok uğraşmış ve çok sorunlarla karşılaşmıştı. Hala ona ölürcesine seviyordu. Çaresizlik içinde ne yapacağını düşündü ve kendince bir çözüm yolu buldu. Yıllar önce avcılık merakı yüzünden kendisi için yaptırdığı kulübe tipi dağ evine götürecekti babasını. Haftada bir uğrayacak ve ihtiyacı neyse karşılayacak, böylelikle eşiyle de bu tür sorunlar yaşamayacaktı.

Lazım olacak bütün malzemeleri hazırladıktan sonra yatalak babasını yatağından kaldırdı ve kucakladığı gibi arabaya attı. Oğlu Can "Baba bende seninle gelmek istiyorum" diye ısrar edince onu da arabaya aldı ve birlikte yola koyuldular. Karakışın tam ortalarıydı ve korkunç bir soğuk vardı. Kar ve tipi yüzünden yolu zor seçiyorlardı. Minik can sürekli babasına "Baba nereye gidiyoruz ?" diye soruyor ama cevap alamıyordu. Öte yandan nereye götürüldüğünü anlayan yaşlı adamsa gizli gizli gözyaşı döküyor oğlu ve torununa belli etmemeye çalışıyordu.

Saatler süren zorlu yolculuktan sonra dağ evine ulaştılar. Epeydir buraya gelmemişti. Baraka tipindeki dağ evi artık çürümeye yüz tutmuş, tavan akıyordu. Barakanın bir köşesini temizledi hazırladı ve arabadan yüklendiği yatağı oraya itina ile serdi. Sonra diğer malzemeleri taşıdı en sonda babasını sırtlayarak yatağa yerleştirdi. Tipi adeta barakanın içinde hissediliyordu. Barakanın içinde fırtına vardı adeta. Çaresizlik içinde babasını izledi. Daha şimdiden üşümeye başlamıştı.Yarın yine gelir bir yorgan ve birkaç battaniye getiririm diye düşündü. Öyle üzgündü ki Dünya başına göçüyor gibiydi. O bu duygular içindeyken babası yüreğine bıçak saplanmış gibiydi. Yıllarca emek verdiği oğlu tarafından bir barakaya terk ediliyordu. Gururu incinmişti içi yanıyordu ama belli etmemeye çalışıyordu. Minik Can ise olanlara hiçbir anlam veremiyordu. Anlamsızca ama dedesinden ayrılacak olmanın vermiş olduğu üzüntüyle sadece seyrediyordu. Artık gitme zamanıydı. Babasının yatağına eğildi yanaklarını ve ellerini defalarca öptü. Beni affet der gibi sarıldı, kokladı. Artık ikisi de kendine hakim olamıyor ve hıçkıra hıçkıra ağlıyorlardı. Buna mecburum der gibi baktı babasının yüzüne ve Can'ın elini tutup hızla barakayı terk etti.

Can yola çıktıklarında ağlamaya başladı "neden dedemi o soğuk yerde bıraktık" diye sordu babasına. Verecek hiç bir cevap bulamıyordu," annen böyle istiyor" diyemiyordu. Can "Baba sen yaşlandığında bende seni buraya mı getireceğim" diye sorunca dünyası başına yıkıldı. O sorunun yöneltilmesiyle birlikte deliler gibi geri çevirdi arabayı. Barakaya ulaştığında "Beni affet baba" diyerek babasının boynuna sarıldı. Baba oğul hıçkıra hıçkıra ağlıyorlardı. Oğlu "Baba beni affet, sana bu muameleyi yaptığım için beni affet" diye hatasını belli ediyordu.. Babası oğlunun bu sözlerine en anlamlı cevabı veriyordu... "Geri geleceğini biliyordum yavrum. Ben babamı dağ başına atmadım ki, sen beni atasın. Beni bu dağda bırakamayacağını biliyordum..".

POSTACI

..............
İşte böyle düşündüğüm günlerde daire kapıma sıkıştırılmış bir mektup buldum. Hayretle baktım üzerinde göndericisi yazmayan zarfa. Sonra odama girip açtım... "Acıları paylaşmak insanların vazifesidir..." diyordu. "Senin geçtiğin sokakta ben de vardım. Ama bir sokakta ya ben olmamalıydım veya paylaşılmamış acılarını içinde gezdiren bir insan!..." Ve ekliyordu sonunda; "Sana her gün mektup yazacağım..." Mektubun sonunda da isim yazmıyordu. Peki kimdi bu?... Kimdi, neden yazmıştı bu notu ve neden bana yazmıştı? Aslında hoş sözlerdi... Ve aslında bir mektuba da deliler gibi ihtiyacı vardı. Acaba dediğini yapacak mıydı, yazacak mıydı her gün?... Bunu zaman gösterecekti. İlk gün kafam karıştı. Hem kendi problemlerimi, hem dün gelen mektubu, hem de yeni mektupların gelip gelmeyeceğini düşünüyordum.

Sonraki gün posta kutumda beyaz bir zarf buldum. kalbimin çarptığını hissetim. Yazı aynıydı, odama girip okumaya başladım mektubu. Bu inanılmazdı... Bir bardak su içercesine bitiverdi mektup. Doymadım! Bir bardak su daha almış gibi kendime ve susuzluğumu kandırır gibi yeniden okudum altı sayfayı... Sanki tanıyordu beni, sanki yıllardır dertleşiyordum onunla... Altıncı sayfanın sonunda diyordu ki; "Yarın yine yazacağım..."

Yarın yine yazdı, öbür gün yine... Ve sonraki günler yine yazdı... Her mektubunun sonunda, yarın yine yazacağına ait not vardı ve hergün bu dediğini yapıyordu. Hergün işimden evime dönerken kalbim çarpıyordu heyecanla... Hergün görüyordum posta kutumun bugün de boş olmadığını ve gariptir, artık yapayalnız olmadığımı, kalbimin boş olmadığını hissediyordum. Bu mektuplar yüreğime giriyor, sıkıntılarımı eritiyor ve beni yarınlara doğru itiyordu. Zannediyordum ki; bunlar olmadan yaşayamayacağım. Öylesine alışmıştım ki onlara, olmasalar sanki nefes alamayacağım! Vakit buldukça oturup eski mektupları bile yeniden okuyordum. Zaman geçti ve zamanla beraber sıkıntılarım da geçti. O günlerden geriye sadece eski mektuplar kaldı.

Birgün içimde karşı koyamadığım bir merak peydahlandı; Kimdi bu?... Nasıl biriydi?... Onunla ilgili her şeyi merak etmeye başlamıştım. O hergün yazıyordu ve nasılsa hergün yazmaya da devam edecekti!... Bundan emin olduğum için de, yazılarında anlattıklarından çok, nasıl bir kalemle yazdığını, neden bu kağıdı seçtiğini, yazı stiline aklımı takmaya başladım... Yazıları öylesine deva olmuştu ki bana, onunla ilgili herşey de mükemmel olmalıydı. Ama herşey...

O gün evde kalmıştım. Kahvaltı yapmış ve bu harika mektupların en azından nasıl biri tarafından getirildiğini görmeyi kaymuştum kafama... Öğle vaktine doğru sokağa giren postacıyı gördüm. Koşarak aşağı indim. Mektubumu kutuya şimdi bırakmıştı, eli henüz havadaydı... Gözgöze geldik. Aman Allah'ım... Aman Allah'ım... bu ne kadar çirkin bir adamdı böyle!... Dondum kaldım. O da başını eğdi, döndü ve gitti. Orada öylesine bekliyordum şimdi... Kutuyu açıp mektubumu bile alamıyordum. Bunca zaman, bunca güzel mektubu, bu kadar çirkin biri mi taşımıştı?... O öptüğüm, kokladığım, göğüsüme bastırdığım, yastığımın üzerine koyduğum mektuplarıma benden önce bu adamin mi eli değmişti? Saçmaladığımı biliyordum. ama böylesine güzel duygularıma bu çirkin yaratık karıştı diye az önce getirdiği zarfı alamıyordum. Kapıyı açtım, dışarı çıkıp bir adım attım. Çoktan gitmişti. Neye olduğunu bilmiyordum ama çok kızgındım. Zarfa dokunamadan çıktım yukarıya. Odama girdim, eski mektuplarıma baktım. Biliyordum, onlar benim en zor günlerimle bugünün arasına köprü olmuşlardı, ama onlara da dokunamadım. Bu güzelliğe bu çirkinliği yakıştıramıyordum!...

Ertesi gün iş dönüşü baktım ki, posta kutumda hala o aynı "kirli" mektup var! almadım. Sonraki gün baktım; aynı mektup yine yapayalnız beklemekte. Bir kaç gün sonra ise kutuya bile dönüp bakmamaya başladım!... altı-yedi hafta sonra dünya yine karanlık gelmeye başladı bana. Bir dosta, bir morale ölürcesine ihtiyaç duymaya başladım. Herşey çok ağırlaşmıştı yeniden. Uyku bile uyuyamıyordum. Gece yarısını geçiyordu aklıma o mektup geldiğinde. Tereddüt bile etmeden aşağı indim, posta kutumu açtım ve mektubumu aldım. Bir saat içinde üç defa okumuş... özlemiş olarak göğüsüme bastırmış ve uzun zamandır ilk defa böylesine huzur içinde uyuyabilmiştim. Bunlar benim ilacımdı, biliyordum. En çok o gün merak etmiştim, bir daha ne zaman yeni bir mektup geleceğini... Ve o akşam gözlerime inanamadım; posta kutumda mektup vardı. Yazı aynıydı, zarfta yine isim yoktu. Üstelik bunda postanenin damgası da yoktu... Açtım zarfı; içindeki kısacık mektupta şunlar yazıyordu;

"Sana gelmiş bir mektubu kırksekiz gün okumamakla ne kazandığını bilmiyorum... Ama artık benim sana yazmaya vaktim olmayacak. Çünkü tayinim çıktı ve bugün başka bir şehre gidiyorum. Hoşçakal. Çirkin Postacı!..."

Donmuş kalmıştım şimdi... Derin bir pişmanlık düğümlendi boğazıma, hıçkırarak eve girdim. Çantamı açtım, tarakların, rujların ve diğer karışıklığın arasında bulduğum mavi göz kalemiyle, bir kağıda; "Lütfen bana tekrar yaz" yazıp posta kutuma koydum. Bir daha hiç kilitlemediğim posta kutumda aynı not iki yıldır yapayalnız bekliyor!


ÖRÜMCEK AĞI

Dünya hayatında hep kötülük işleyen bir adamı ölünce cehennem kapısında bir melek karşıladı. Melek adama şöyle seslendi: "Hayatta iken tek bir gün bile birisine iyilik yaptıysan buraya girmeyeceksin. "
Günahkar adam uzun süre düşündükten sonra, bir keresinde ormanda gördüğü örümceği hatırladı. Balta girmemiş ormanda yürürken önüne bir örümcek ağı çıkmıştı. Adam ağı bozmamak ve örümceği ezmemek için o gün yolunu değiştirmişti. Heyecan içinde o günü meleğe anlattı.
Melek adama gülümsedi ve ardından elini şaklattı. Gökten bir örümcek ağı inmişti. Adam bu ağa tutunarak cennete girebilecekti. Adam neşe içinde ağa tırmanırken cehennemden bazıları da bu ağa tutunarak cennete gitmeye çalıştılar. Ama adam ağın o kadar çok insanı taşımayacağından korkarak onları itmeye başladı.
Tam o sırada ağ gerçekten koptu ve diğerleri ile birlikte adam da cehenneme düştü.
"Yazık" dedi melek. "Bencilliğin, hayatında işlediğin tek iyiliği de kötülüğe dönüştürdü.
O insanlara şefkat gösterebilseydin eğer, ağın herkesi taşıyabileceğini de görecektin."

''YAŞAMIN ÖRÜMCEK AĞINI ÖREN İNSANIN KENDİSİ DEĞİLDİR.
O, BU AĞDA SADECE BİR TELDİR VE BU AĞA YAPTIĞI KATKIYI
ASLINDA KENDİ YAŞAMINA YAPMAKTADIR.....

ÖNYARGI

Küçük çocuk büyük insan edasında pastaneden içeri girip masalardan birine oturdu. Cebinden parasını çıkartıp saymaya başladı. Garson kız küçük beyin oturduğu masaya yaklaştı.
-Evet; ne istiyorsun?
-Şey... Bir dilim pasta ne kadar
-20 sent
-Peki bir külah dondurma?..
-12 sent
Çocuk elindeki paraları tekrar saymaya başladığında garson kız ona çıkıştı
-Acele et, akşama kadar senin siparişini bekleyemem, ne istiyorsan çabuk söyle.. bir sürü müşteri var görmüyor musun?
-Tamam, bana bir külah dondurma lütfen.
Garson kız siparişi aldıktan sonra "Çattık yaa" diyerek uzaklaştı küçük çocuğun mamasından. Bir süre sonra da dondurmayı getirip çocuğun masasına sert ve kızgın bir tavırla koyup gitti.
Çocuk dondurmasını yedikten sonra uzun bir süre garson kızın gelip hesabı almasını bekledi ama kız onunla hiç ilgilenmiyordu.
-Beni görmüyor mu acaba? diye geçirdi çocuk içinden. Sonra kalkıp kasaya gitti, yediği dondurmanın bedeli olan 12 senti ödeyip dükkandan çıktı. Bir süre sonra garson kız küçük beyin oturduğu masayı temizlerken servis tabağının altında 8 sentlik bahşişini buldu. Genç kızın, gözlerinden yaşlar süzülmeye başladı "Beni affet küçüğüm..." dedi "ne olur beni affet..."

Pişmanlıklarınızın daha az sayıda olmaları için;
ÖNYARGIDAN UZAK DURUN LÜTFEN !

Pier Santicoos

YEDİ GERÇEK

- "Kaç yıldır bu kapıdasın evladım?"

   - "20 yıldır efendim."

   - "Bu zaman süresince benden ne öğrendin?"

   - "Hiçbir şeyle değişmeyeceğim yedi gerçek öğrendim."

   - "Ömrüm seninle geçtiği halde topu topu 7 gerçek mi öğrendin?"

   - "Evet!.."

   - "Söyle bakalım öyleyse neler öğrendin?"

   - "Baktım ki herkes bir şeyi dost ediniyor, ona gönül verip bağlanıyor. Ancak bunlardan hemen hepsi insanı yarı yolda bırakıyor. Ben ise, beni hiç bırakmayacak, ölümden sonra bile benimle gelecek şeyleri aradım. Ve dost olarak iyilikleri seçtim kendime. Ki onlar sonsuz bir yükselme yolculuğuna çıkmış insanoğlunun hiç tükenmeyecek azığı ve en gerçek dostlarıdır.

   - "Çok güzel, ikincisi ne bakalım?"

   - "Baktım ki, insanların bir çoğu geçici dünya değerlerine dört elle sarılmış onları koruyor, kasalarda saklıyor, kaybolmaması için her çareye başvuruyor. Kimi zenginliğine, kimi güzelliğine, kimi ününe tutunmuş sımsıkı, onları elden çıkarmamak için çırpınıp duruyor. Oysa ben varlığımı ve bütün isteklerimi O'na satıp, gönlümü yalnız O'nun sevgisine açtım."

   - "Devam et!"

   - "İnsanların üstün olmak için birbirleriyle yarıştıklarını gördüm. Ancak bir çoğu üstünlüğü yanlış yerlerde arıyor ve birbirinin üstüne basarak yükselmek istiyordu. Bunun üzerine üstünlüğü geçici dünya değerlerinde değil, akıl ve ahlakça yükselmekte, kötülüklerin her çeşidinden el etek çekip, iyiliklere vasıta olmakta aradım."

   - "Devam et yavrum."

   - "Yine baktım ki, insanlar sabahtan akşama birbirleriyle uğraşıyor, boş yere hayatı zehir ediyorlar kendilerine. Bütün bunların benlik, bencillik ve çekememezlikten ileri geldiğini gördüm. Ve gönlümü bu kirlerden arıtarak, herkesle dost olup, huzur ve güven içinde yaşamanın yolunu buldum."

   - "Sonra?"

   - "Nedense herkes hatasının sebebini hep dışta arıyor ve başkalarını suçlamak yoluna sapıyordu. Böylece suçlarının örtüsü altına saklanıyordu. Oysa insanın başına ne geliyorsa kendi yüzünden ve kendi eliyle geliyordu. Bunu bilip yalnız kendimle cenge girerek, nefsimin iradesine uymamaya ve vesvese verenin ağına düşmemeye çalıştım."

   - "Doğru. . ."

   - "Baktım ki insanlar su bir lokma ekmek ve dünya geçimi için helal haram demeden, her türlü hakkı çiğnemekten çekinmiyorlar. Hem başkalarının hakkını alıp onları yoksul bırakmakla, hem de bu haksızlığın azabını ağır bir yük gibi vicdanlarında taşımakla iki kere kötülük etmiş oluyorlar. Oysa doğru yaşanıldığında ve hakça bölüşüldüğünde dünya nimetleri insanlara yeter de artardı bile.

   - "Ve yedinci?"

   - "Yedinci olarak şunu gördüm ki, insanlar bir şeye dayanmak ve güvenmek ihtiyacındadırlar. Kimi zenginliğine, kimi güzelliğine. . . Bunların hepsi de bir süre sonra yıkılacak eğreti desteklerdir. Ben ise yalnız O'na sığınıp yalnız O'ndan yardım diledim. Ve bunun karşılığı sonsuz bir güven oldu.

   - "Seni tebrik ederim evladım. Ben de yıllar yılı bütün din kitaplarını inceledim. Hepsinin bu 7 gerçek etrafında döndüğünü tespit ettim."


BU KADAR SEVEBİLİR MİSİNİZ?

Bir otobüs durağında karşılaşmışlardı ilk kez.... Biri tıpta okuyordu, öbürü mimarlıkta. O ilk karşılaşmadan sonra, bir kere, bir kere,bir kere daha karşılaşabilmek için, hep aynı saatte, aynı duraktan, aynı otobüse bindiler. Gençtiler, çok genç... Birbirileriyle konuşacak cesareti bulmaları biraz zaman aldı ama sonunda başardılar. İkisi de her sabah otobüse bindikleri semtte oturmuyorlardı aslında. Delikanlı arkadaşında kaldığı için o duraktan binmişti otobüse, kız ise ablasında.... Sırf birbirilerini görebilmek için, her sabah erkenden evlerinden çıkıp, şehrin öbür ucundaki o durağa, onların durağına geldiklerini, gülerek itiraf ettiler bir süre sonra... Okullarını bitirince hemen evlendiler. Mutluydular hem de çok mutlu... Bazen işsiz, bazen parasız kaldılar ama öylesine sıkı kenetlenmişti ki yürekleri ve elleri hiçbir şeyi umursamadılar. Ayın sonunu zor getirdikleri günlerde de ünlü bir doktor ve ünlü bir mimar olduklarında da hep mutluydular. Zaman aşımına uğrayan, alışkanlıklara yenik düşen, banka hesabında para kalmadığı için yada tam tersine o hesabı daha da kabarık hale getirmek uğuruna bitip-tükeniveren sevgilerden değildi onlarınki... 

Günler günleri, yıllar yılları kovaladıkça sevgileri de büyüdü, büyüdü... Tek eksikleri çocuklarının olmamasıydı. Zorlu bir tedavi sürecine rağmen çocuk sahibi olmayınca, "bütün mutlulukların bizim olmasını beklemek, bencillik olur" diyerek devam ettiler hayatlarına. Çocuk yerine, sevgilerini büyüttüler...

"Senin için ölürüm" derdi kadın, sımsıkı sarılıp adama ve adam da "Hayır, ben senin için ölürüm" diye yanıt verirdi hep... Bazen  eve geldiğinde, aynanın üzerinde bir not görürdü kadın, "Bir tanem, kütüphanenin ikinci rafına bak...." Kütüphanenin ikinci rafında başka bir not olurdu, "Mutfaktaki masanın üzerine bak ve seni çok sevdiğimi sakın unutma" Mutfaktaki masadan, salondaki dolaba sevgi dolu notları okuya okuya koşturan kadın, sonunda kimi zaman bir demet çiçek, kimi zaman en sevdiği çikolatalar, kimi zaman da pahalı armağanlarla karşılaşırdı... Aldığı hediyenin ne olduğu önemli değildi zaten.... Hayat ne kadar hızlı akarsa aksın, işleri ne kadar yoğun olursa olsun hep birbirlerine ayıracak zaman buluyorlardı bulmasına ama kırklı yaşların ortalarına geldiklerinde, daha az çalışmaya karar verdiler. 

Adam, hastaneden ayrıldı ve muayenehanesinde hasta kabul etmeye başladı. Kadın da mimarlık bürosunu kapadı ve sadece özel projelerde görev aldı. Artık daha fazla beraber olabiliyorlardı. Bir gün sahilde dolaşırken, harap durumda bir ev gördü kadın, üzerinde "satılık" levhası asılı olan."Ne dersin, bu evi alalım mı?" dedi adama. "Bu viraneyi yıktırır, harika bir ev yaparız. Projeyi kafamda çizdim bile. Kocaman terası olan, martıları kahvaltıya davet edeceğimiz bir deniz evi yapalım burayı..." "Sen istersin de ben hiç hayır diyebilir miyim?" diye yanıt verdi adam. 


"Amerika'daki tıp kongresinden döner dönmez ararım emlakçıyı... Kaç para olursa olsun, burası bizimdir artık.... 


Sadece bir hafta ayrı kalacaklarını bildikleri halde, ayrılmaları zor oldu adam Amerika'ya giderken. Her gün, her saat konuştular telefonla. Gözyaşları içinde kucaklaştılar havaalanında. Fakat birkaç gün sonra, kocasında bir tuhaflık olduğunu fark etti kadın.


Eskisi kadar mutlu görünmüyor, konuşmaktan kaçınıyordu. Onu neşelendirmek için, sahildeki evi hatırlattı ve çizdiği projeyi verdi kadın ama hiç beklemediği bir cevap aldı: "Canım, o ev bizim bütçemizi aşıyor. Sen en iyisi o evi unut... Mutsuzluk, mutluluğun tadına alışmış insanlara daha da acı, daha da çekilmez gelir. Kadın, hiç sevmedi bu beklenmedik misafiri. Derdini söylemesi için yalvardı adama, "Senin için ölürüm, biliyorsun, ne olur anlat" diye dil döktü boş yere... Yıllardır sevdiği adam, duyarsız ve sevgisiz biriyle yer değiştirmişti sanki. Ona ulaşmaya çalıştıkça, beton duvarlara çarpıyordu kadın, her çarpmada daha fazla kanıyordu yüreği... Bir gün, çocukluğunun, gençliğinin ve bütün hayatının birlikte geçtiği arkadaşına dert yanarken, "Artık dayanamıyorum, sana söylemek zorundayım" diye sözünü kesti arkadaşı. "O, seni aldatıyor. İş yerimin tam karşısındaki restoranda genç bir kadınla yemek yiyor her öğlen. Sonra sarmaş dolaş biniyorlar arabaya...." "Sus, sus çabuk, duymak istemiyorum bu yalanları" diye bağırdı kadın. Onca yıllık arkadaşını, kendisini kıskanmakla suçladı.... Ertesi gün, öğle vakti o restoranın hemen karşısında bir köşeye sindi sessizce ve peri masallarının sadece masal olduğunu anladı... Kocasının eskiden aynı hastanede çalıştığı genç çocuk doktorunu tanıdı hemen. Bazen evlerinde ağırladıkları kadına nasıl sarıldığını gördü adamın... Akşam kocası eve gelir gelmez, bazen bağırıp, bazen ağlayarak, bazen ona sımsıkı sarılıp bazen de yumruklayarak haykırdı suratına her şeyi. İnkar etmedi adam. Zamanla duyguların değişebildiği, insanların orta yaşa geldiklerinde farklılık aradığı gibi bir şeyler geveledi ağzında ve bavulunu alıp gitti evden. Kapıdan çıkarken, "son bir kez kucaklamak isterim seni" diyecek oldu ama kadın, "defol" dedi nefretle...


İlk celsede boşandılar...


Modern bir aşk hikayesinin böyle son bulmasına kimse inanamadı. Arkadaşlarının desteğiyle ayakta kalmaya çalıştı kadın. Adamın, sevgilisiyle birlikte Amerika'ya yerleştiğini öğrendi. Bazen yalnız kaldığında, onu hala sevdiğini hissedince, ağlama nöbetleri geçiriyor, aşkın yerini, en az onun kadar yoğun bir duygu olan nefretin alması için dua ediyordu.


Aradan bir yıl geçti... Her şeyin ilacı olduğu söylenen zaman bile, kadının derdine çare olamamıştı. Bir sabah, ısrarla çalan zilin sesiyle uyandı. Kapıyı açtığında, karşısında o kadını gördü. "Sen, buraya ne yüzle geliyorsun" diye bağırmak istedi ama sesi çıkmadı. "Lütfen, içeri girmeme izin ver mutlaka konuşmalıyız" ve zor duyulan bir sesle konuşmaya başladı: "Hiçbir şey göründüğü gibi değil aslında. Çok üzgünüm ama o bir saat önce öldü. Geçen yıl Amerika'daki kongre sırasında öğrendi hastalığını ve yaklaşık bir senelik ömrü kaldığını. Buna dayanamayacağını, hep söylediğin gibi onunla birlikte ölmek isteyeceğini biliyordu. Seni kendinden uzaklaştırmak için, benden sevgilisi rolünü oynamamı istedi. Ailesine de haber vermedi. Birlikte Amerika'ya yerleştiğimiz yalanını yaydı.Oysa ilk karşılaştığınız otobüs durağının karşısında bir ev tutmuştu. Tedavi görüyor ve kurtulacağına inanıyordu ama olmadı. Gece fenalaşmış bakıcısı beni aradı, son anda yetiştim. Sana bu kutuyu vermemi istedi..."  Gözlerinden akan yaşları durduramayacağını biliyordu kadın. Hemen oracıkta ölmek istiyordu. Eline tutuşturulan kutuyu açmayı neden sonra akıl edebildi. İtinayla katlanmış bir sürü kağıt duruyordu kutuda. İlk kağıtta, "Lütfen bütün notları sırayla oku bir tanem" diyordu... Sırayla okudu; "Seni çok sevdim", "Seni sevmekten hiç vazgeçmedim", "Senin için ölürüm derdin hep, doğru söylediğini bilirdim." "Fakat benim için ölmeni istemedim" "Şimdi bana söz vermeni istiyorum."  "Benim için yaşayacaksın, anlaştık mı?" son kağıdı eline alırken, kutuda bir anahtar olduğunu gördü kadın... Ve son kağıtta şunlar yazılıydı: 


"Sahildeki evimizi senin çizdiğin projeye göre yaptırdım. Kocaman terasta martılarla kahvaltı ederken, ben hep seni izliyor olacağım...."

Barbara De Angelis

YATMA ZAMANI

GEREKLİ OLANLAR: Oyuncak hayvan Oyuncağı içine alacak büyüklükte karton kutu Eski havlu, eski kumaş parçaları, pamuk Çocuğunuz uy...