4 Şubat 2014 Salı

MUTLU BİR DOWN - SENDROMLU ANNESİ

Adım Melike. 33 yaşındayım. Sürprizler, sırlar ve maceralarla dolu bir annelik serüvenim var. Sizlerle bütün bunları paylaşmak istiyorum. Çünkü yaşadığım olaylar sırasında akıttığım her damla gözyaşı, hissettiğim her acı aslında bir sevgiyi besledi. Ve bu sevginin anılarının benimle birlikte mezara gitmesine gönlüm razı değil. Sizinle bu sevginin öğretilerini paylaşmak istiyorum. Ben mutlu bir down sendromlu annesiyim. Hem de seçilmiş ve de gönüllü bir anne. Annenin seçilmişi-seçilmemişi, gönüllüsü-gönülsüzü olur mu demeyin. Bazen hiçbir şey sizin planladığınız gibi seyretmez. Her an üzerinizde gezinen o güç hayatınızı bile bile ters yüz eder ve size acıların da mutlulukların da her zaman yerli yerinde durmadığını öğretir. Bazen sevgiler acıya, acılar sevgiye dönüşüverir gözlerinizin önünde. Ama bunu ruhunuz bile duymaz. Fark ettirmez o an size bunu. Siz sadece yaşadıklarınızla olgunlaşmayı öğrenirsiniz. Bundan tam 15 yıl önceydi.

Mahallede birlikte büyüdüğümüz komşumuzun oğluyla dillere destan bir aşk evliliği yaptık. Adı Kartal’dı. Kartal ile O, Hukuk fakültesi son sınıfta okurken evlendik. Neden beklemedik okulu bitirip mesleğe atılmasını bilmiyorum. Dedim ya aşk evliliği idi. Ailelerden de itiraz eden olmadı. Hukuk fakültesine devam zorunluluğu olmadığından Kartal gündüzleri cüz’i bir maaşla bir avukatlık bürosunda çalışıyor, geceleri dersleriyle ilgileniyordu. Buna rağmen başarılı bir öğrenci idi. Benim de terziliğim vardı biraz. Dışarıya dikiş dikerek evin ihtiyaçları için gerekli olan harcamalara yardım ediyordum. Mutluyduk. Çok mutlu.

Bir yıl sonra Kartal’ın okulu bitti. Hakimlik sınavlarına çalışıyordu bu kez. Büyük bir azimle gecesi gündüzü çalışmakla geçiyordu. Derken sınav günü geldi çattı. Sınavın sonucunu beklerken ikimiz de son derece heyecanlıydık. Bir ay sonra sonuçlar belli olduğu gün O bana hakimlik sınavını kazandığını müjdeledi, ben de ona bir bebek beklediğimi. Her şey öyle güzel, öyle yolunda gidiyordu ki, bazen korkutuyordu beni üst üste yaşanan bu sevinçler. Kartal’ın tayini Doğu illerinden birinin bir ilçesine çıkmıştı. Kızım Sevda orada dünyaya geldi. Adını babası koydu. Sevda iki yaşına geldiğinde bir gece Kartal, alıştığımızın dışında geç bir saatte geldi eve. Huzursuzdu. Her halinden anlaşılıyordu bu. Önce konuşmak istemedi. Sonra ısrarlarıma dayanamayıp anlattı. Bir aşiretin mal-mülk davası ile ilgili vereceği karara müdahaleler oluyormuş. Rüşvet teklif etmişler. Ama O, bunu kabul edecek adam değildi. “Ne olursa olsun kararım adaletten yana olacak” demişti ertesi gün evden çıkarken. Aynı gün bu davanın taraflarından biri konuşmak için bir yerde buluşmalarını teklif etmiş. Bunu daha sonra iş arkadaşlarının birinden öğrendik. Konuşmak için gittiği o yerde vurdular Kartal’ı.


Çok zor alıştık yokluğuna. Duyduğu her araba sesine “baba” diyerek koşuyordu Sevda akşamları. O öldükten kısa bir süre sonra soruşturma başladı. Dosya hala kapanmış değil. İhtimal dahilindeki karar, faili meçhul cinayet imiş.


O gittikten 15 gün sonra ikinci bebeğime hamile olduğumu öğrendim. Söze başlarken bahsettiğim olaylı annelik serüvenim bu bebeğimle birlikte başladı.


Bebeğim doğana kadar yani dokuz ay boyunca psikolojik tedavi gördüm. Daha sonra ağır depresyonlar geçirdim. Hatta ilk aylarda yirmi gün kadar hastanede yattım. Hamile olduğum için ilaç da kullanamıyordum. Tedavi sadece terapi ile sınırlı kalıyordu. Benim için hayat bitmiş, saatler durmuştu sanki. Beni hayata bağlayan tek şey kızım Sevda idi. Ben hastanedeyken O’na babaannesi baktı. Hastaneden çıktıktan sonra evimizi memleketimiz olan şehrimize taşıdık. Ev kendimizindi. Maaşımızın bağlanması da uzun sürmemişti. Maddi olarak hiçbir sıkıntımız yoktu. Fakat doğum yaklaşmasına rağmen ruhsal olarak kendimi hiç iyi hissetmiyordum. Doktorlar doğumdan sonra ilaç kullanabileceğimi, kısa sürede iyileşebileceğimi söylüyorlardı. O aylarda bu söylenenlerin benim için hiçbir değeri yoktu. Evimizde kızımla birlikte yaşamaya, normal hayatımızı devam ettirmeye çalışıyorduk. Sevda’nın yaşadığım sıkıntılardan en az etkilenmesi için elimden geleni yapıyordum. Başarılı da oldum galiba. O, babasının uzun bir yolculuğa çıktığını, uzun bir süre babasını göremeyeceğini biliyordu sadece.


Bu arada kızımın üç yaşına girdiği günün bir ikindi vakti doğum saati gelip çatmıştı. Kızımla bu bebeğimin doğum günleri aynı olacaktı. 15 Aralık. Hemen anneme haber verdim. Annem yarım saat sonra evde idi. Tüm hazırlıklarımızı yapıp, kızımı da babaannesine bıraktıktan sonra hastaneye doğru yola koyulduk. Yolda bebeğin cinsiyetini bu güne kadar neden merak edip öğrenmediğimi düşündüm. Bunun benim için ne önemi ne de heyecanı vardı. Hemen hastanenin ikinci katına çıktık.


Her doğumun bir anısı vardır. Benim ise hatırladığım tek şey kalp sancılarımdır. Paravanın arka tarafında benimle o anda ve daha sonra aynı acıyı paylaşacağını henüz bilmediğim o bayan vardı. Bir saat sonra ikimiz de aynı odaya alınmıştık. Benim bir kızım daha olmuştu. O’nun ise bir oğlu. Sabaha kadar uyuyamamıştım. Ne düşünmüştüm, ne acılar çekmiştim hiçbirini hatırlamıyorum. Hatırladığım tek şey o bayanın oğlu olduğuna sevindiğimdir. Annelerini ziyarete gelen boy boy dört kız çocuğunun güzelliğini ise hiç unutamadım.


Öğleden sonra yeni doğmuş tüm bebekler genel sağlık kontrolünden geçmek için “yeni doğan ünitesi”ne götürüldüler. Yanımda annem kalıyordu. Yaklaşık bir saat sonra bebeğimi geri getirdiler. Pratisyen doktorlardan biri annemi koridora çağırdı. Biraz sonra annem saklamaya çalışıp başaramadığı gözyaşlarıyla odaya girdi. Kalbim yerinden çıkacaktı sanki. “ Ne oldu?” dedim. “Bebek” dedi, “Down sendromluymuş.” Annem Sağlık Meslek Lisesi mezunudur. Bekarken bir süre ebelik yapmış. Olayı teferruatıyla biliyor. Fakat ben o güne kadar adını sadece bir yerlerde okumuş veya duymuş olduğum bu hastalıkla şimdi yüz yüzeydim. Bebeğimi kucağıma aldım ve sımsıkı sarıldım. Kendimden hiç beklemediğim bir sabır ve soğukkanlılık sarmıştı tüm bedenimi. Sınandığımı düşündüm. Lakin her şeye rağmen kabullenmek çok güçtü. Bebeğimdeki bu rahatsızlığın sebebini kendimce hamileliğimde çektiğim sıkıntılarıma bağlarken, doktorlar buna katılmıyor, dünyada doğan her yüz çocuktan birinin down-sendromlu olarak dünyaya geldiğini söylüyorlardı. Gerekli ilgi ve alaka gösterilirse ileride kendi işlerini kendisi yapan bir birey olabileceğini öğütlüyorlardı. Bebeğimi, daha doğrusu rahatsızlığını kayıtlara geçirmek için bir takım formlar doldurmak için bir doktor geldi odaya. Sorular sordu. Cevapladım. İşi bittikten sonra 15 günden sonra bebeğimin günlük olarak alacağı ilaçları olduğunu, dört aydan sonra da bir Rehabilitasyon Merkezi desteğiyle devam etmemiz gereken egzersiz programlarının yararlarını anlattı. Tüm söylenen ve ögütlenenleri pür dikkat dinlemiştim. Akşama doğru hastaneden çıktık.


Adını Güneş koymuştum. Kızım gerçekten bir güneş kadar parlak benizli ve güzeldi. Sarışındı. Babasına benzediğini söylüyorlardı. Bense babasıyla kızımın arasında bir benzerlik ilgisi kuramıyor, O’nun kendine özgü başka bir güzelliği olduğunu düşünüyordum. Onunla birlikte hayatımızda yeni bir sayfa açılmıştı. Sevda ise kardeşini çok seviyor, O’nun rahatsız olduğunu biliyor ve bir anne şefkati gösteriyordu kardeşine adeta.
Güneş’in, rahatsızlığı dolayısıyla boynu adeta gövdesine yapışık, gözleri küçük ve çekik, refleksleri zayıftı. O’nun dünyaya gelmesiyle ben bütün acılarımı unutmuş, bütün sıkıntılarım sanki O’nunla birlikte bertaraf olmuş, son derece sağlıklı bir insan oluvermiştim. Ve bu birdenbire olmuştu. Çünkü bebeğimin bakımı için bana güç gerekiyordu ve bu güç bana VERİLMİŞTİ.


Günler, haftalar, aylar hızla geçiyordu. Güneş dört aylık olmuştu bile. 15 günlükten itibaren ilaçlarını düzenli olarak veriyordum. Ve iki haftadır bir Rehabilitasyon Merkezinde fiziksel egzersizlere başlamıştık. Bütün sağlık personelinin maskotu olmuştu Güneş. “Adıyla bu kadar uyumlu çocuk görmedim” diyordu doktoru. Gürbüz, yeşil gözlü, sarı saçlı harika bir bebekti. Ve tedaviye son derece hızlı cevap veriyordu. Doktor diğer çocukların annelerine her fırsatta beni örnek olarak gösteriyor, çocuğun bu kadar hızlı ilerleme göstermesini evde gördüğü sevgi ve alakaya bağlıyordu. Ben de katılıyordum doktora. Gerçekten evde olağanüstü bir gayret ile Güneş’in hayata dair her şeyi öğrenmesi için gerekli ortamları hazırlıyordum. Evde var olan her şey O’nun mutluluğunu sağlamalıydı. O, başkalarının gözünde özürlü bir bebek, benim gözümde ise sırlarla dolu, bana özel olarak seçilerek verilmiş, çok özel bir bebekti. Belki inanmak zor ama bebeğim doğduğundan beri bir an bile “Keşke normal olsaydı” düşüncesine hiç kapılmadım. Ben O’nunla bilmediğim pek çok şeyi öğreniyor, hayata dair bir sürü tecrübe ediniyordum. Her şeyden önemlisi ben O’nu bu haliyle çok seviyordum. Ve bunu O’na hissettirmekti tek amacım.Çünkü biliyordum ki, bunu hissettiği ve bundan emin olduğu gün normale dönecekti.


Güneş 1,5 yaşında, Sevda ise beş yaşında idi artık. Bebeğime daha fazla zaman ayırabilmek için Sevda’yı bir kreşe yazdırmıştım. O’da hayatından pekala memnun görünüyordu.


Bir gün çok eskiden televizyonda izlediğim bir filmdeki özürlü bir çocuk için annesinin uyguladığı yöntem geldi aklıma. Hemen uygulamaya koyuldum. Güneş’in sabah uyandığından gece uykusuna kadar geçen her anını fotoğrafladım. Korktuğu, sevdiği, sevindiği şeyleri böylece tespit edebiliyordum. Hiç düşünmeden O’nu korkutan, sevmediği, beğenmediği her şeyi yok ettim evden. Evinde kendini mutlu ve güvende hissetmesi gerekiyordu.


Yaşadığımız şehirdeki bütün down-sendromlu çocukların aileleri ile irtibata geçtim. Güneş Rehabilitasyon Merkezinde iken bir bir ziyaret ettim onları. Gördüğümde beni en çok etkileyen çocuk Dr. Ali Karacan’ın on yaşındaki oğlu Fatih oldu. Fatih, normal çocukların devam ettiği bir okula devam ediyordu. Ve ilk yıl okuma yazmayı ilk öğrenen çocuk olduğunu öğrendiğim an tutamamıştım sevinç göz yaşlarımı. Benim kızım da böyle olmalıydı. Okumalı-yazmalı, spor yapmalı, kimseye bağımlı olmadan yaşayabilmeli, hatta mümkünse bir zamanlar özürlü olduğunu hiç bilmemeliydi. Sevgi büyüsünün dokunduğu mükemmel bir insan olmalıydı. Bütün bunlar benim için umut değil, bir amaçtı artık. Bunun için yaşıyordum artık. Günden güne gücüme güç katılıyordu sanki.


Bir gün akşam saatlerine yakın bir zamanda Güneş’i Rehabilitasyon Merkezinden alıp eve geldiğimde kapının önündeki merdiven basamaklarında oturan genç, gayet bakımlı fakat tedirgin gözlerle bana bakan bir bayan vardı. Beni görünce ayağa kalktı. “Melike Hanım sizsiniz değil mi?” dedi. “”Evet” dedim. “Sizinle görüşmemiz gereken önemli bir konu var. İçeri gelebilir miyim?” dedi. Çok heyecanlıydı. Ben kapıyı açarken dudaklarını ısırıyordu. Hemen Güneş’i kanepeye oturttum. Henüz yürüyemiyordu. Doktorlar böyle giderse iki yaşına gelmeden yürüyebileceğini müjdelemişlerdi bana. Kim olduğunu, neden geldiğini sormadan içeri kabul ettim bu yabancı bayanı. “Çok güzel bir bebek” dedi Güneş’e bakarak. Adını sordu. “Güneş” dedim. Gözlerim dolu dolu oldu. “Çok seviyorsunuz, halinizden belli” dedi. “Güneş down-sendromlu.. Bugün 2 yaşına gelmeden yürüyebileceğini, ardından daha çabuk gelişmeler bile gösterebileceğini öğrendim. Çok mutluyum” dedim. Yabancı bayanın bunu duyunca yüzü sarardı. Daha fazla konuşmadan kendisini dikkatlice dinlememi, sonra da vereceğim her cezaya razı olduğunu söyledi. Meraklanmıştım. Ne olabilirdi ki benimle bu yabancı kadın arasında. Hafızamı zorladım. Ama hayır. O’nu ilk kez görüyordum. “Hastayım” diyerek başladı söze. “Dört ay önce hayli ilerlemişken bir deri hastalığına yakalandığımı öğrendim” dedi. Gözlerim yerinden fırlamış, pür dikkat dinliyordum bu yabancı bayanın bana dokunacak hayat hikayesini. “Bu hastalıkta en çok bir yıl ömür biçiyor doktorlar. Yani anlayacağınız az bir ömrüm kaldı. Ve en çok sizin bilmeniz gereken bu gerçeği benim biliyor olmam artık ağır bir yük olmaya başladı” dedi. Ve kalbimi yüzlerce parçaya bölen o sözü söyledi. “Güneş sizin kızınız değil. Hastanede doğum yaptığınız gün, anlaşmalı olarak değiştirildi bebekler. Çünkü sizinle aynı gün bebeği olan bayanın dört tane kızı vardı. Şayet bu da kız olursa kocası kadını evden atacağını söylemiş. Siz doğumdan sonra bir süre kendinizde değildiniz. Anneniz de tüm ısrarlarına rağmen içeri alınmadı. O sırada büyük paraların konuşulduğu bir değiş-tokuş sözleşmesine istemeden şahit oldum. Oysa sizin çok sağlıklı bir oğlunuz olmuştu, diğer bayanın ise bir kızı daha.


Konuşulanları anlamış gibi ağlamaya başlamıştı birdenbire Güneş. Hemen kucağıma aldım. Yere oturttum. Sevdiği oyuncaklarını koydum önüne. Tekrar oyuna dalarak sustu. Ne tuhaftır bu duyduklarım bende şok etkisi yapmamıştı. Sadece bacaklarımın bağı çözülmüştü birdenbire. “Siz de bu işin içinde miydiniz?” dedim. Olmadığına dair yemin etti. Sadece istemeden şahit olduğunu yineledi. Aslında hastanede doğum yapan herkesin adresinin alınmadığını, benim adresimi hasta bir bebek dünyaya getirdiğimden dolayı o gün doldurulan o formlardan bulduğunu, bunun için de şanslı olduğunu söyledi. Kapıdan çıkarken diğer ailenin sadece telefon numarasını büyük çabalar sonunda bulabildiğini, adresi bilmediğini söyledi. Telefon numarasının yazılı olduğu kağıdı sehpanın üzerine bıraktı. Kapıyı çekip çıkarken ağladığını hissettim.
Uzun bir süre ne yapacağımı bilemeden sadece uzun uzun öff.... ler çekerek dolaştım evde. Yabancı bayanın bıraktığı telefon numarası yazılı kağıdı elime alıp yazılan numarayı çevirdim. Daha çok cevap veren sesle değil, içeriden duyacağım başka seslerle ilgileniyordum. Duydum da. Oldukça yüksek sesle bağıran, çağıran bir çocuk sesi. Telefonu hiç konuşmadan kapattım. “Allah’ım sesini duyduğum çocuk benim oğlum mu?” diye fısıldadım kendime. Sonra kendime geldim. “Yalandır” dedim. “Olmaz” dedim. “Güneş’i babasına benzetiyorlar” dedim. Günlerce çıkmadı aklımdan. Düşündüm günlerce her an. Görmeye gidebilirim en azından. Sorabilirim. Eğer gerçekten benim oğlumsa alabilirim yanıma. Mahkemeye veririm bu aileyi ve tabii ki hastaneyi. Bu işledikleri suçun cezasını en ağır şekilde ödetirim onlara. Emin olayım yeter ki. O da kolay. DNA testi yaptırabilirim. Eğer gerçekten benim oğlumsa, eğer benim oğlumsa, oğlum!.... Ne kadar da bilmediğim bir kelime. Ne kadar da uzak, ne kadar da soğuk olması gerekirken ellerini, gözlerini ,saçlarını bilmeden, görmeden, tanımadan içimi damla damla ısıtan bir kelime. Benimse, yanımda olmalı. Bu olaydan birkaç gün kimseye bahsetmedim. Kendi kendimle savaşıp durdum. Tabii ki bu arada Güneşimin hiçbir şeyini aksatmadan yerine getiriyordum. O benim her şeyimdi. O, benim kızımdı. Asla başkasının olamazdı. Bana bakışlarından belliydi bu. Bana sarılışından, her şeyinden, her halinden belliydi. O’nu kimseyle paylaşamazdım. Bu haberi alışımdan sonra bir hafta geçti. Tek başıma kaldıramayacaktım artık bu yükü. Biriyle paylaşmalı, ne yapacağıma karar vermeliydim. Lise yıllarından tanıştığım yakın bir arkadaşım vardı. Berna. O’nu aradım bir gün. Geldi. Konuştuk. Her şeyi anlattım. Çaresizliğimi, çelişkilerimi, her şeyi anlattım O’na. “Eğer o çocuk, senin çocuğunsa almalısın O’nu yanına.” dedi. “Üstelik sağlıklı imiş bak. Güneş ise hasta. Ve iyileşip, iyileşemeyeceği belli değil. Her ikisi de henüz küçük. Unuturlar ileride yaşadıklarını. Vakit henüz geçmiş değil. O aileye daha fazla bağlanmadan al oğlunu yanına” dedi. “Bak hayatın o zaman ne kadar değişecek. Oğlun hayatına başka anlamlar kazandıracak. Hayatın hastaneyle ev arasına sıkışıp kalmayacak” dedi. “Sakın delilik etme. Aklın yolu bir. Bu çocuk senin değil, o çocuk da onların değil. Tabii önce ispat ettirmek lazım güvenilir bir hastanede. Tazminat bile alırsın” dedi. Bu konuşmadan sonra bir daha aramadım Berna’yı.


Ertesi gün doktor, Güneş’in diğer çocuklara nazaran çok fazla anlamlı heceler çıkartabildiğini ve o gün adım atmaya başladığını söyledi. Bu gelişmelerin aslında bu aylarda beklenmedik gelişmeler olduğunu söyledi. Dünya benim olmuştu. O gün ayrı bir mutlu hissediyordum kendimi. Fakat diğer yandan oğlumu merak etmekten alamıyordum bir türlü kendimi. Birkaç gün sonra merakıma yenildim. Ve bir taksiye atlayıp, daha önce telefon numarasından yola çıkarak postane aracılığıyla tespit ettiğim adresi şoföre vererek, yazılı adrese gitmeye ve oğlumu görmeye karar vermiştim. Aile ile her şeyi konuşacak ve alacaktım oğlumu. Hiçbir şey bu kararımdan döndüremezdi beni. Yarım saat sonra kapıdaydım. Kapıyı o gün hastanede aynı odada kaldığımız bayan açtı. Görür görmez tanıdım O’nu. Onun da beni tanıdığı her halinden belli oluyordu. Önemli bir şey görüşeceğimi söyledim. Merak edip hiçbir şey sormadan içeri kabul etti beni. Ortada sağdan sola koşuşturan,elindeki oyuncak silahla önüne gelene vuran, hareketli, sevimli bir afacan vardı. Uzun uzun seyrettim.O’da bir ara uzun uzun baktı bana. Beynimde yankılanan bir ses “yalan” diyor, kalbim duygularımı bir kıskaç içine almış, döndükçe öğütüyordu. Boynundaki siyah ben dikkatimi çekti bir anda. Kartal’ın boynunda da böyle siyah bir beni vardı. Aynı yerde. Çenesinin hemen altında, boynunda. Daha fazla ayakta duramadım. Kadın kolumdan tutup, bir koltuğa oturttu beni. Sonra konuştuk. Her şeyi öğrendiğimi söyledim O’na. Boynu bükük, gözleri yere çakılı, kıpırdamadan dinledi beni. Çok masum bir ifadesi vardı. Sonra o konuştu. “Doğru” dedi. “Sana yalan olduğunu söylesem, işler daha da sarpa saracak” dedi. “Kocam bilmiyor bebekleri değiştirdiğimizi” dedi. “Bu işi ablamla annem planladılar. Önceden planlanmış bir şey değildi. Orada düşünmüşler ve benim bile fikrimi almadan yapmışlar bunu. Benim haberim olduğunda geri dönüşü yoktu. Mecburen kabul ettim”dedi. “Yuvamız bozulmasın diye, üstüme kuma gelmesin diye yaptılar” dedi. “Ama görüyorum ki hiçbir şey sonsuza kadar gizli kalmıyormuş” dedi. “Ya benim kızım, O nasıl, bana benziyor mu?” dedi. “Sağlıklı mı, yürüyordur, konuşuyordur belki de “dedi. “Adını ne koydunuz?”dedi. “Ben yavrumu merak etmiyor muyum sanki” dedi. “Ya siz?” dedim.”Siz ne koydunuz adını?” Beynimde şimşekler çakmıştı sanki. “KARTAL. Adını Kartal koyduk. Dedesinin adıdır. Bizim adam koydu “ dedi. “Eğer çok ısrarlıysan” dedi, her şeyi göze alır, söylerim kocama. Ne yapalım kader derim, rıza gösteririm başıma geleceklere. Ben istemedim böyle olmasını” dedi. Ve yüzüne, gözlerine çöreklenen acıyla ekledi. “Bizim beşinci çocuk da kız olmuştu.Ama özürlü doğmuştu” dedi. “Eve bile getiremedim yavrumu. Hastaneden çıktıktan sonra bıraktı bir camii avlusuna. Öldü dedik soranlara. Ne oldu, yavrucağın başına neler geldi sonra. Hiç haberim olmadı. Korkumdan arayıp soramadım bile” dedi.Ve hıçkırıklarla ağlamaya başladı. “Bu son şansımdı. Bu da kız olursa, ya evden atacaktı beni ya da kuma getirecekti üstüme” dedi. İki kadın dert ortağı olmuş, kafa kafaya vermiş ağlaşıyorduk karşılıklı. Söylediği bu son sözlerden sonra, yeni bir kararla yerimden kalktım. Hiç konuşmadım, konuşamadım. Oturduğumuz odaya açılan bitişik odada, beyaz parmaklıklı bir beşikte uyuyordu çocuk. Kartal. Benim oğlum. Gidip uyurken seyrettim O’nu, ilk ve son kez. Gözleri yarı açık, yarı kapalı uyuyordu. Şaka yapar gibi. Babası da böyle uyurdu. Eğildim. Gür ve siyah saçlarından koklayarak öptüm.


Tam ben kapıdan çıkarken kocası olduğunu zannettiğim uzun boylu, esmer adam “Güneş hanım! Güneş hanım! Oğlum nerelerde. Sabah çıkarken istediği oyuncağı getirdim aslan oğluma” diye bağırarak girdi eve.
Kadının adı GÜNEŞ imiş. Oğlumun adı KARTAL. Allah’ım bu bir oyun mu? Oyunsa eğer, öğret bize kurallarını. Bizi şaşırtma. Her şeyin bir nedeni varmış meğer. Her şeyin bir bedeli. Bize merhamet et Allah’ım. Biz biliyoruz ki sen merhamet edenlerin en merhametlisisin.


Güneş bir ay içinde yürümeyi tamamen öğrendi. Çok geçmeden konuşmayı. Önce “anne” dedi. Önce sevilmeyi, sonra sevmeyi öğrendi. Şimdi on yaşında. Okula gidiyor, spor yapıyor, arada bir ablasıyla kavga ediyorlar. Uzaktan seyredip gülümsüyorum ben de arada bir. Geçenlerde defterinin arasında küçük bir not buldum. En büyük isteği bir gün annesinin tuttuğu günlüğü okumakmış.


Adım Melike. 33 yaşında, mutlu bir down-sendromlu annesiyim.

TANRI

Bir üniversite profesörü öğrencilerine şu soruyu sorar;

-'Var olan her şeyi Tanrı mı yarattı?'

Cesur bir öğrenci ayağa kalkar ve yanıtlar.

-'Evet her şeyi Tanrı yarattı!'

Profesör sorusunu yineler ve öğrenci yine 'evet efendim ' diye yanıtlar. Profesör devam eder;

-'Eğer her şeyi yaratan Tanrı ise ve şeytan var olduğuna göre şeytanı da Tanrı yaratmış olur ve çalışmalarımızda uyguladığımız 'Kesinlestirme' prensibine göre de Tanrı şeytandır. Öğrenci böyle bir önerme karşısında şaşırır ve yerine oturur. Profesör ise öğrencilerine bir kez daha Tanrı'nın içindeki kaderin bir efsane olduğunu kanıtlamaktan ötürü oldukça mutludur. Bu arada bir öğrenci ayağa kalkar ve;

-Bir soru sorabilir miyim profesör? der. Profesör de sorabileceğini söyler.

Öğrenci ayağa kalkar ve 'Soğuk var mıdır? diye sorar. Profesör;


-'Nasıl bir soru bu böyle, tabi ki vardır ' diye yanıtlar. 'Sen hiç soğuktan üşümedin mi?'

Öğrenci ; 'Aslında, fizik yasalarına göre soğuk yoktur. Yaşamda/realitede biz soğuğu sıcaklığın yokluğu olarak düşünürüz. Herkes veya nesneler o enerji oradaysa veya bir şekilde enerji iletiyorsa onu deneyimler. Örneğin, Absolute 0 (-460 derece F) sıcaklığın kesin yokluğudur (hiç olmadığı seviyedir). Tüm maddelerin bu seviyede reaksiyon verme özellikleri bozulur ve değişir. Soğuk yoktur, o yalnızca sıcaklığın yokluğunda duyumsadıklarımızı tarif etmek için yarattığımız bir kelimedir' der ve devam eder,

- Profesör, karanlık var mıdır?

Profesör ; -'Tabi ki vardır'. Öğrenci yanıtlar,

-'Korkarım gene yanılıyorsunuz efendim. Çünkü, karanlık da yoktur. Yaşamda/realitede karanlık ışığın yokluğudur. Biz ışık üzerinde çalışabiliriz ama karanlığı çalışamayız. Gerçekte, biz Newton'un prizmasını kullanarak beyaz ışığı kırar ve renklerin çeşitli dalga uzunlukları üzerinde çalışabiliriz. Ama karanlığı ölçemeyiz. Bir basit ışık ışını karanlık bir mekanı aydınlatarak karanlığı kırmış olur, yani karanlığı geçersiz kılar. Siz belli bir mekanın/uzayın ne kadar karanlık olduğundan nasıl emin olursunuz? Işığın miktarını ölçersiniz! Bu doğrudur değil mi? Karanlık insanlık tarafından ,ışığın olmadığı yer/mekan için kullanılan bir kelimedir. Son olarak öğrenci profesöre gene sorar;

-'Efendim şeytan var mıdır? Bu kez profesör pek emin olamamakla birlikte yanıtlar;

-'Tabi ki, açıkladığım gibi, biz onu her gün , her yerde görürüz. Şeytan/kötülük bir kişinin başka bir kişiye her gün sergilediği insaniyetsizliğin bir örneğidir. O, dünyadaki işlenmiş tüm suçlarda, şiddette yer alır. Bunların tümü şeytanın kendisinden başka bir şey de değildir.' der.

Öğrenci devam eder; -'Şeytan yoktur efendim. Yani o kendi başına yoktur. Şeytan basit olarak Tanrı’nın yokluğudur. O aynen karanlık ve soğukta olduğu gibi insanın Tanrı’nın yokluğunu tarif etmek üzere yarattığı bir kelimeden ibarettir.Tanrı şeytanı yaratmadı. Şeytan/kötülük insanın Tanrısal sevgiyi yüreğinde duyumsamadığı zaman deneyimlediklerinin bir sonucudur. O aynen sıcaklığın olmadığı yere gelen soğuk ya da ışığın olmadığı yere gelen karanlık gibidir. Profesör yerine oturur.

Genç öğrencinin adı ALBERT EINSTEIN'dır.

KALP

Genç kız feci bir hastalığın pençesinde kıvranıyordu. Yaralı kalbi artık bu dünyaya daha fazla dayanamamaya başlamıştı. Çok zengin olan ailesi tüm gazetelere, kalp nakli için ilân vermişlerdi... Canını feda edecek birini arıyorlardı... Genç kız ise her gün hastane odasında biraz daha solmaktaydı.

Yine yalnızdı odasında, gözü yaşlı, boynu bükük ölümü bekliyordu... Gözlerini kapadı, bu küçük odada gözyaşı dökmekten bıkmıştı... Yine de engel olamadı pınar gibi çağlayan gözyaşlarına. Sevdiği geldi aklına, fakir ama onu seven sevgilisi... Her gün aynı şeyleri düşünüyor, anıları bir film şeridi gibi gözünün önünden geçiyordu...

"Param yok ama sana verebileceğim sevgi dolu bir kalbim var" demişti delikanlı... Genç kız da zaten başka bir şey istemiyordu...Sevgiye muhtaç biri, sevdiğinin sevgisinden başka ne isteyebilirdi ki... Ama olmamıştı işte, dünyalar kadar olan sevgilerinin arasına, o lanet olasıca para girmeyi bilmiş, onları ayırmıştı... İşte paranın geçmediği zamanlara gelmişlerdi... Ne önemi vardı artık? Şu son günlerinde, sevdiği yanında olsa yeterdi...

Ayrılıklarından bu yana beş bitmeyen, çile dolu yıl geçmişti...Her günü zehir, her günü hüsran... Ama genç kız hep sevgisini yüreğinde taşımış, kalbini kimseyle paylaşmamıştı. Sevdiğini düşündü işte o an.. Acaba o neler yapmıştı bu kadar sene boyunca.. Kim bilir kiminle evlenmiş, çoluk çocuğa karışmıştı...

Gözlerinden bir damla yaş daha damladı kurumuş, bitmiş ellerine. Ellerine baktı, bir zamanlar ellerinin, ellerini tuttuğunu hayal edip, her gün saatlerce ellerini seyrederdi... En çok da saçlarının dökülmesine üzülüyordu. Çünkü sevdiği öpmüş, koklamıştı onları. Her bir tanesi koptuğunda, kalbine bir ok daha saplanıyordu.

Kalbi yine sızlamaya başlamıştı. Belki sevdiği yanında olsa, kalbi bu kadar yorulup, veda etmezdi yaşama... Zaten artık ölüm umrunda değildi genç kızın. Sevdiğinden ayrı yaşamanın ölümden ne farkı vardı ki...

Tekrar o geldi aklına... Keşke keşke yanımda olsa dedi. Son bir kez elini tutsa yeterdi. Gözlerini son bir kez öpse, rahatça ebediyen gözlerini kapatabilirdi artık... Gözleri pınar gibi çağlamaya başladı. Sevdiğini son bir kez göremeden ölmek istemiyordu.. Ufak da olsa ondan bir hatırasını almadan bu dünyadan göçmek istemiyordu... Sevdiği, kim bilir kiminle beraberdi? Kendi, sevgi dolu kalbini kimseyle paylaşmayı düşünmemişti bile ama acaba o paylaşmış mıydı? Onun sevgisini silmiş atmış mıydı acaba kalbinden? İçi birden nefretle doldu. Üstüne büyük bir ağırlık çöktü. Onu düşündükçe her dakikasının zehir olması artık çok daha ağır geliyordu genç kıza... Ölmek istedi, artık yaşamak istemiyordu bu dünyada... Ama sevdiğinden bir hatıra almadan ölmeyeceğine and içmişti.

Tekrar gözlerini açtı. Kim bilir belki de sevdiği onu unutmuştu.. Bu düşünceler içinde daldı... Birden babası girdi odaya, kızına kalp nakli için bir gönüllü bulduklarını müjdeleyecekti. Fakat genç kız çoktan uykuya dalmıştı... Bir meleği andıran masum yüzü, sevdiğinin özleminden sırılsıklamdı...

O gece biri gözlerini dünyaya kapadı, genç kız ameliyata alındı. Tekleyen ve görevini yerine getirmeyen kalbi değiştirilmişti. Bir hafta sonra tekrar gözlerini açtı dünyaya genç kız. Ama dünya daha farklı geldi ona. Sanki bir şeyler eksikti...

Aradan aylar geçmiş genç kız artık iyice iyileşmişti. Ama içindeki burukluğu bir türlü atamıyordu. Sevdiği aklına gelince kalbi eskisinden daha çok sızlıyordu... Bir kere, bir kere görebilsem diye mırıldandı... Kalbi yine sızlamaya başlamıştı. Yeni kalbi onu iyileştirmişti ama nedense her gece aniden hızlanıyor, onu uykusundan uyandırıyor ve sanki yerinden çıkacakmış gibi atmaya başlıyordu...

Genç kız bir anlam veremediği bu durumu doktora anlatmıştı ama ameliyatı kolay değildi, bir aya kalmadan geçer demişti doktor. Aylar geçmişti ama hâlâ aynıydı durum. Çiçeklerinin yanına gitti. Her gün onlarla saatlerce dertleşiyor, zaman zaman ağlıyordu onlara.. En çok kan kırmızısı gülünü seviyordu. Çünkü kırmızı gülün onun için yeri apayrı idi. O da genç kızla beraber gülüyor, onunla beraber ağlıyordu. Onu sevdiği gibi görüyordu genç kız. Ve gülünü sevdiğini ilk gördüğünde ona hediye edeceğine dair yemin etmişti. Başka türlü paylaşamazdı gülünü kimseyle...

Kapı çaldı aniden. Kapıyı açtı ama kimse yoktu. Gözü yerdeki beyaz zarfa ilişti. Yavaşça eğilip zarfı yerden aldı. Birden kalbi deli gibi atmaya başladı. Ne olduğunu anlayamıyordu. Zarfın üzerinde ne bir isim, ne bir adres vardı. Zarfı açtı, içinden beyaz bir kağıda yazılmış bir mektup çıktı. Kalbi daha hızlı atmaya başladı. Onun kokusu vardı kağıtta. Evet, onun kokusu vardı. Yıllar yılı özlemini çektiği, yanında olabilmek için canını bile verebileceği sevdiğinin kokusu vardı mektupta... Başı dönmeye başladı. Koltuğuna geçip oturdu yavaşça... Kağıdı açtı ve elleri titreyerek okumaya başladı.

"Sevgilim, senden ayrıldıktan sonra, bir kalbe iki sevginin sığmayacağını bildiğimden dolayı, ne bir kimseyi sevebildim, ne de kimseye bakabildim... Her günüm diğerinden daha zor geçti, çünkü her gün özlemin daha da artıyordu...

Sana kitapları dolduracak kadar şiirler yazdım. Her biri diğerinden daha da hüzünlüydü. Yazdım, okudum, ağladım... Her gün yazdım, her gün okudum, senelerce ağladım... Her gece seni düşündüm sabahlara kadar, her gece senin yanında olmayı istedim. Ve her gece sensizliğe lanet ettim, uykuları haram ettim kendime, sensiz olmanın acısını gözlerimden çıkardım... Ve bir gün her şeyi değiştirecek bir fırsat çıktı önüme. Bunu fırsatı değerlendirmeyip, kendime haksızlık edemezdim. Ve değerlendirdim... Senden çok uzaklara gittim, belki seni unuturum diye... Ama tam tersi oldu. Seni daha çok özlüyorum artık...

Senden çok uzaklardayım belki ama yine de seni görmek için uzaklardan gelebiliyorum. Hem de her gece...Seni seviyor, seyrediyor ve eğilip sen uyurken yanağına bir öpücük konduruyorum.. Bazen gözlerini açıp bakıyorsun, geldiğimi bildiğini sanıyorum ama yine o tatlı uykuna geri dönüyorsun. Yarın birbirimizi sevmemizin altıncı senesi... Hep ben geldim şimdiye kadar senin yanına, yarın da sen gel olur mu sevgilim.. Ha, unutmadan, sana hep sözünü ettiğim, kalbime iyi bak olur mu? Çünkü göz yaşlarımla, adını yazdım ona... Seni senden bile çok seven bir sevgi var kalbinin içinde unutma. Kırmızı gülü de unutma olur mu?

Seni Seviyorum, Yanıma Gelinceye Kadar da Seveceğim...

YAPICI VE YIKICI ELEŞTİRİ

Hindistan’da çok ünlü bir ressam varmış. Herkes bu ressamın yapıtlarını kusursuz kabul edecek kadar beğenirmiş ve onu “Renklerin Ustası” anlamına gelen Ranga Geleri olarak tanısa da kısaca Ranga Guru derlermiş. Onun yetiştirdiği bir ressam olan Racigi ise artık eğitimini tamamlamış ve son resmini bitirerek Ranga Guru’ya götürmüş ve ondan resmini değerlendirmesini istemiş. Ranga Guru; 

“Sen artık ressam sayılırsın Racigi. Artık senin resmini halk değerlendirecek.” diyerek resmi şehrin en kalabalık meydanına götürmesini ve meydanda en görünen yere koymasını istemiş. Yanına da kırmızı bir kalem koyarak halktan beğenmedikleri yerlere çarpı koymalarını rica eden bir yazı bırakmasını istemiş. Racigi denileni yapmış.


Racigi birkaç gün sonra resme bakmaya gittiğinde görmüş ki tüm resim çarpılardan neredeyse görünmüyor. Çok üzülmüş tabii. Emeğini ve yüreğini koyarak yaptığı tablo kırmızıdan bir duvar sanki. Resmi alıp götürmüş Ranga Guru’ya ve ne kadar üzgün olduğunu belirtmiş. Ranga Guru üzülmemesini ve yeni bir resim yapmasını istemiş. Racigi yeniden yapmış resmi ve gene Ranga Guru’ya götürmüş. 


Ranga Guru resmi tekrar şehrin en kalabalık meydanına bırakmasını istemiş. Ama bu defa yanına bir palet dolusu çeşitli renklerde yağlı boya, birkaç fırça ile birlikte insanlardan beğenmedikleri yerleri düzeltmesini rica eden bir yazı bırakmasını istemiş. Racigi denileni yapmış…


Birkaç gün sonra gittiği meydanda görmüş ki resmine hiç dokunulmamış, fırçalar da boyalar da bırakıldığı gibi duruyor. Çok sevinmiş ve koşarak Ranga Guru’ya gitmiş ve resme dokunulmadığını anlatmış. Ranga Guru demiş ki;


“Sevgili Racigi, sen ilk resminde insanlara firsat verildiginde ne kadar acımasız eleştirebileceklerini gördün. Hayatında resim yapmamış insanlar dahi gelip senin resmini karaladı… Oysa ikinci resminde onlardan hatalarını düzeltmelerini istedin, yapıcı olmalarını istedin. Şunu hiç unutma sevgili Racigi, kötü yönde eleştirmek kolaydır, yapıcı eleştiride bulunmak ise eğitim gerektirir. “


GELİNCİK

Uzaklarda bir köyde, çocuğu doğmadan kocası ölmüş, tek başına yaşayan hamile bir kadın kendisine arkadaş olması için dağda yaralı olarak bulduğu bir gelinciği evinde beslemeye başlar. Gelincik kadının yanından bir an bile ayrılmaz.

Her ne kadar evcil bir hayvan olmasa da, oldukça uysallaşır. Bir kaç ay sonra kadının çocuğu doğar.

Tek başına tüm zorluklara göğüs germek ve yavrusuna bakmak zorundadır.

Günler geçer ve kadın bir gün bir kaç dakikalığına evden ayrılmak ve yavrusunu evde bırakmak zorunda kalır...

Gelincikle bebek evde yalnız kalmışlardır. Aradan biraz zaman geçer ve anne eve gelir. Gelinciği ve kanlı ağzını görür. Çılgına dönerek gelinciğe saldırır ve oracıkta öldürür hayvanı.

Tam o sırada içerdeki odadan bebeğin sesini duyar. Anne odaya yönelir...

Ve odada beşiği, beşiğin içindeki bebeği ve bebeğin yanında duran parçalanmış bir yılanı görür...

Einstein'in söylediği rivayet edilen bir söz var:

"İnsanlardaki önyargıyı parçalamak benim atomu parçalamamdan çok daha zor."


ÖNYARGININ OLMADIĞI EN GÜZEL GÜNLER SİZLERİN OLSUN!

YOKSUL BİR ÇİFTÇİ

İskoçya’ da yoksul mu yoksul bir çiftçi yaşardı. Fleming’ di adı. Günlerden bir gün tarlada çalışırken bir çığlık duydu. Hemen sesin geldiği yere koştu. Bir de baktı ki beline kadar bataklığa batmış bir çocuk, kurtulmak için çırpınıp duruyor. Çocukcağız bir yandan da avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Çiftçi çocuğu bataklıktan çıkardı ve acılı bir ölümden kurtardı.

Ertesi gün Fleming’in evinin önüne gelen gösterişli arabadan şık giyimli bir aristokrat indi. Çiftçinin kurtardığı çocuğun babası olarak tanıttı kendini.

“Oğlumu kurtardınız, size bunun karşılığını vermek istiyorum” dedi.

Yoksul ve onurlu Fleming ; ”Kabul edemem!” diyerek ödülü geri çevirdi. Tam bu sırada kapıdan çiftçinin küçük oğlu göründü.

“Bu senin oğlun mu?” diye sordu aristokrat. Çiftçi gururla "Evet!" dedi. Aristokrat devam etti;

“Gel seninle bir anlaşma yapalım. Oğlunu bana ver iyi bir eğitim almasını sağlayayım. Eğer karakteri babasına benziyorsa ilerde gurur duyacağın bir kişi olur.”

Bu konuşmalar sonunda Fleming’in oğlu aristokratın desteğinde eğitim gördü. Aradan yıllar geçti. Çiftçi Fleming’in oğlu Londra’daki St. Mary’s Hospital Tıp Fakültesi’nden mezun oldu ve tüm dünyaya adını penisilini bulan Sir Alexander Fleming olarak duyurdu.

Bir süre sonra aristokratın oğlu zatürreeye yakalandı. Onu ne mi kurtardı?  Penisilin!

Aristokratın adı : Lord Randolp Churchill’ di…

Oğlunun adı ise : Sir Winston Churchill.

SİZ HİÇ HAYALLERİNİZDEN SIFIR ALDINIZ MI ?

Bu öykü, çiftlikten çiftliğe, yarıştan yarışta koşarak atları terbiye etmeye çalışan gezgin bir at terbiyecisinin genç oğluna kadar uzanır. Babasının işi nedeniyle çocuğun orta öğretimi kesintilere uğramıştı.

Orta ikideyken, büyüdüğü zaman ne olmak ve yapmak istediği konusunda bir kompozisyon yazmasını istedi hocası.. Çocuk bütün gece oturup günün birinde at çiftliğine sahip olmayı hedeflediğini anlatan 7 sayfalık bir kompozisyon yazdı. Hayalini en ince ayrıntılarıyla anlattı.

Hatta hayalindeki 200 dönümlük çiftliğin krokisini de çizdi. Binaların, ahırların ve koşu yollarının yerlerini gösterdi. Krokiye, 200 dönümlük arazinin üzerine oturacak 1000 metrekarelik evin ayrıntılı planını da ekledi.

Ertesi gün hocasına sunduğu 7 sayfalık ödev, tam kalbinin sesiydi.. İki gün sonra ödevi geri aldı.

Kağıdın üzerinde kırmızı kalemle yazılmış kocaman bir "0" ve "Dersten sonra beni gör" uyarısı vardı. "Neden "0" aldım?" diye merakla sordu hocasına, çocuk. "Bu senin yaşında bir çocuk için gerçekçi olmayan bir hayal" dedi, hocası.. "Paran yok. Gezginci bir aileden geliyorsun.

Kaynağınız yok. At çiftliği kurmak büyük para gerektirir. Önce araziyi satın alman lazım. Damızlık hayvanlar da alman gerekiyor. Bunu başarman imkansız" ve ekledi:

"Eğer ödevini gerçekçi hedefler belirledikten sonra yeniden yazarsan, o zaman notunu yeniden gözden geçiririm."


Çocuk evine döndü ve uzun uzun düşündü. Babasına danıştı. "Oğlum" dedi babası "Bu konuda kararını kendin vermelisin. Bu senin hayatın için oldukça önemli bir seçim!." Çocuk bir hafta kadar düşündükten sonra ödevini hiçbir değişiklik yapmadan geri götürdü hocasına.. "Siz verdiğiniz notu değiştirmeyin" dedi. "Ben de hayallerimi.."

O orta 2 öğrencisi, bugün 200 dönümlük arazi üzerindeki 1000 metrekarelik evinde oturuyor. Yıllar önce yazdığı ödev şöminenin üzerinde çerçevelenmiş olarak asılı. Öykünün en can alıcı yanı şu: Aynı öğretmen, geçen yaz 30 öğrencisini bu çiftliğe kamp kurmaya getirdi. Çiftlikten ayrılırken eski öğrencisine "Bak" dedi, "Sana şimdi söyleyebilirim. Ben senin öğretmeninken, hayal hırsızıydım. O yıllarda öğrencilerimden pek çok hayal çaldım. Allah' tan ki, sen, hayalinden vazgeçmeyecek kadar inatçıydın."

YATMA ZAMANI

GEREKLİ OLANLAR: Oyuncak hayvan Oyuncağı içine alacak büyüklükte karton kutu Eski havlu, eski kumaş parçaları, pamuk Çocuğunuz uy...