13 Şubat 2014 Perşembe

GENÇLİK ÇAĞININ RUHSAL ÖZELLİKLERİ

ERGENLİK DÖNEMİNİN ZORLUKLARIYLA BAŞA ÇIKABİLMEK İÇİN ANNE-BABALAR OLARAK BİLMEMİZ GEREKENLER

Sizlerle paylaşmak istediğim bu yazıyı Prof. Dr. Atalay Yörükoğlu’nun “Çocuk Ruh Sağlığı” adlı kitabından aldım. Ergenlik dönemi oldukça zor geçen bir dönemdir. Zorluklarla başa çıkabilmek için bir takım şeyleri bilmemiz gerekir. Bunun için de en başta bu çağın genel özelliklerini bilmek gerekiyor. Hangimiz bunlara benzer duygular yaşamadık sevgili anne babalar. Bu dönemde çocuğunuzun size ve anlayışınıza onun size söylediğinin aksine çok fazla ihtiyacı var.  Faydalı olması dileğiyle…


GENÇLİK ÇAĞININ RUHSAL ÖZELLİKLERİ

Çocuklukla erişkinlik arasında, gençlik yada delikanlılık adı verilen uzun bir dönem yer alır. 12 yaşından 21 yaşına dek uzanan bu çağ, ruhsal alanda önemli değişikliklerin belirdiği, hızlı bir büyüme ve olgunlaşma çağıdır. Batı dillerinde “Adolescence” diye bilinen bu dönemin söz anlamı da büyümedir.

Ortaokul (ilköğretimin ikinci kademesi) yıllarına denk düşen ilk gençlik yada yeni yetmelik yaşlarında, cinsel uyanışla birlikte yeni ruhsal özellikler ve davranışlar kendini gösterir. Dengeli ve uyumlu ilkokul çocuğu gider, yerine oldukça tedirgin, güç beğenen ve çabuk tepki gösteren bir genç gelir. duyguları hızlı inişler ve çıkışlar gösterir. Çabuk sevinir, çabuk üzülür. Çabuk sinirlenir, olur olmaz şeyi sorun yapar. Tepkileri önceden kestirilemez olur. Derslere ilgisi azalmış, çalışma düzeni bozulmuştur. İstekleri artmıştır. Kendisine tanınan hakları yetersiz bulur. Evdeki kuralların çokluğundan ve sıkılığından yakınır. Anababanın kurallarına birden tepki gösterir, ters yanıtlar verir. Sürekli bir gidiş geliş içindedir. Evde pek durmak istemez, dönüş saatine aldırmaz, yemeğe geç kalır. Dağınık ve savruk olur. Sık sık bir şey devirip kırar (Sayın Yörükoğlu bu dönemde fiziksel gelişime bağlı olarak yaşanan “sakarlık”tan bahsediyor). Oburlaşır, girip çıkıp bir şeyler atıştırır.

İlgileri artmış, gelgeç hevesleri çoğalmıştır. Gürültülü müziğe bayılır. Süse ve giyime düşkünlük gösterir. Genç kız, ayna karşısında saatler geçirir. Bir sivilceyle gün boyu uğraşır, kaygılanır. Genç erkek, boyasız ayakkabısına bakmaz ama saçını uzatır, günün modasına göre kestirmekte direnir. Zayıflık, şişmanlık, uzun boy, kısa boy, yüz çizgilerinin düzgün olup olmayışı sorun olmaya başlar. Gizliliğe önem verir. Genç odasına kapanır, kapısını kilitli tutmak ister. Duvarlara renkli resimler ve film oyuncularının resimlerini asar. Arkadaşları ile gizli konuşmaları ve fısıldaşmaları olur. Kardeşlerini yanına sokmaz, tersleyip uzaklaştırır. Uzun uzun düşler kurar. Günce tutmaya başlar. Şiir, öykü yazmaya özenir. Kendinden habersiz, mektuplarının ve yazdıklarının okunmasına büyük tepki gösterir.

Toplumsal olaylara ve politikaya ilgi artar. Kulaktan dolma yada ödünç alınmış görüşler savunur, büyüklerle tartışmaya girişir. Bunu yaparken anababasına aykırı gelen düşünceler ileri sürer. Anababasını eleştirmek fırsatını kaçırmaz. Öğütleriyle davranışları arasındaki aykırılığı yüzlerine vurur. Anababaya ters gelen davranışları sürdürmekten özel bir tat alır gibidir. Onların seçtiklerini giymez. Aykırı renkler seçer. “Okuyup da ne olacak?” der. Genç, istemekle yıldız futbolcu olunamayacağını bilir, ama anababasının tepkisini sınamaktan da kendini alamaz. Başka bir deyişle,  karşı çıkmış olmak için karşı çıkar. Bunun en belirgin örneğini şu öyküde bulabiliriz: Gencin biri bir gömlekçiye gider ve kendine bir gömlek seçer. Parasını öder. Tam çıkarken satıcıya sorar: “Annem babam beğenirse geri getirebilir miyim?”

Kısacası ilk gençlik ve gençlik çağı çok fırtınalı bir dönemdir. Bu dönemde genç kendi kendisiyle ve çevresiyle sürekli bir savaş içinde görünür. Ruhbilim açısından, bu çelişkili duyuş ve davranış özellikleri bu dönem için olağan sayılır. Ancak kimi gençte bu dönem daha gürültülü geçer. Kimi gençte de az bir çalkantı ile atlatılır. Gençlerdeki bu coşkuyu, tedirginliği ve tutarsız davranışı en iyi tanımlayan terimi Türkçe’de buluyoruz: Delikanlılık. Anadolu’da yalnız erkekler için değil, kızlar için de “Delikanlı kız” deyimi kullanılır.
Şimdiye dek sayılan belirtiler, bu çağdaki gencin bocalamalar, çelişkiler ve bunalımlar içinde olduğunu göstermeye yeter sanırız. Gencin içine düştüğü bu ruhsal çalkantının bir nedeni, bir anlamı vardır. Hızlı beden gelişmesiyle birlikte gelen cinsel uyanış, genci hazırlıksız yakalamakta ve bunaltmaktadır. Genç birden bastıran bunca değişikliğe kendini uyduracak gücü kendinde bulamamaktadır. Çünkü, doğanın bir oyunuyla, bedensel büyüme hızlanmakta, ruhsal olgunlaşma ise geri kalmaktadır. Dengesi bozulan genç bu yeni duruma alışmaya çabalamaktadır. Tepkilerindeki iniş çıkışlar, davranışlarındaki tutarsızlıklar, duygulardaki değişkenlik hep bu uyum çabasıyla açıklanabilir. Başka bir deyişle, genç, içten gelen saldırganlık ve cinsel dürtülerin baskısı altında bunalmakta, kendisi için yeni ve yabancı olan bu duyguları bir düzene sokmaya çalışmaktadır. Tıpkı toy bir sürücü gibi arabasını doğru yolda tutmaya çabalamakta ama sağa sola yalpa yapmadan yol alamamaktadır.

Genç, bir yandan büyümek için sabırsızlanmakta, öte yandan çocuksu davranışlardan sıyrılamamaktadır. Ergenlik belirtilerini yaşıtlarından çok önce gösteren gençlerde bu bocalama daha da belirgindir: Yetişkin boyutlarına ulaşmış bir gövdede çocuk kişiliği vardır. Dün seksek oynayan bir kız çocuğu, ilk aybaşını gördü diye kendini bir günde yetişkin gibi davranmaya zorlayamaz. Bu çelişkiyi kendi içinde duyan genç, anababasının çelişkili tutumlarıyla büsbütün bocalar. Anne kızını sokakta oynatmak istemez, “Artık genç kız oldun!” der. Kardeşine sataşan ağabeye, baba: “Utanmıyor musun, koskoca adam oldun!” der. Öte yandan, “Daha o kadar büyümedin” diye tek başına veya arkadaşlarıyla maça göndermez.

Bu çağ gencin yeni arayışlar içinde olduğu bir çağdır. Genç her şeyden önce kendini aramaktadır. “Ben kimim? Neyim? Ne olacağım? Toplumdaki yerim neresi?” sorularını bilinçli ve bilinçsiz olarak kendi kendine sorar. Kendi kişiliğine çeki düzen vermeye çalışır. Sanki bütün çocukluk dönemlerini yeniden yaşar bu dönemde. Kendi kimliğine kavuşabilmesi için, genç, önce anababa etkisinden sıyrılmaya çalışır. Onun gözünde artık anababası hiç yanılmaz, hep haklı kişiler değillerdir. Onları eleştirici bir gözle yeniden değerlendirmeye girişir. Dolaylı ve açık olarak eleştirir. Beğenileriyle alay eder. Düşüncelerini eskimiş bulur. İnançlarını kuşkuyla karşılar. Sanki anababadan öğrenecek bir şeyi kalmamıştır. Öğütleri batar, uyarıları onu kızdırır. Bunları yaparken, genç hiç kuşkusuz çok aşırıya gider. Kişiliği olduğuna kendini inandırmak için işe yadsımakla başlar. Bu gerçeği gülmece yazarı Mark Twain çok iyi dile getirmiş: “On beş yaşındayken babamı çok bilgisiz sanırdım. Yirmi beşime geldiğimde babamın geçen on yılda ne çok şey öğrendiğini görerek şaştım.” Kuşkusuz babası tüm bildiklerini on yıl içinde öğrenmedi. Ama genç olgunlaştı, duruldu. Babasını daha gerçekçi olarak değerlendirmeye başladı. Altı yaşındayken çocuk, babayı en güçlü, en çok bilen, hiç yanılmaz kişi olarak tanır. Neredeyse Tanrı’laştırır. On altı yaşında onu tahtından indirir, “Bizim ihtiyar” diye küçümser. Yirmi altı yaşında da M. Twain’in gördüğü gibi görmeye başlar.

Gençlik çağı bağımsızlık çağıdır. Topluma karışma çağıdır. Genç evden kopar, çevreye yönelir. Gerçekten bu çağda evde oturmak, gence işkence gibi gelir. spora ilgi artar. Gelişen kaslarını çalıştırmak, içte biriken ve taşan gücünü boşaltmak için en uygun uğraştır spor. Sporun bir alanında kazanacağı başarı kendine güvenini artırır. Daha da önemlisi toplu sporlar, gence, yaşıtlarıyla kaynaşma ortamı sağlar. Kendisini arkadaşlarıyla karşılaştırır. Onların da bağımsızlık çabasında oluşları, başkaldırışları, sorunlarının benzer oluşu, kümeleşmeye yol açar. Anababasından değişik olma eğilimi onu bir bakıma boşlukta bırakmıştır. Bu boşluğu yeni yakınlıklar ve ilişkiler kurarak doldurmak ister. Yaşıtlarının davranış, giyim kuşam beğenilerini benimser. Onlar gibi argo konuşur. Kendine sırdaş ve dert ortağı seçer. Arkadaş kümesi içinde bağlılığa dayanışmaya önem verir. Genç kümede kalmak için kendini arkadaşlarının etkisine bırakır. Onlardan ayrı düşmeye korkar gibidir. Kendini benimsetmek için, arada, kendine aykırı gelen davranışlara bile katılır. Örneğin topluca meyve çalmak gibi, tanımadığı gençlerle kavgaya tutuşmak gibi. Evde arkadaşlarının eleştirilmesini tepkiyle karşılar. Onlara söz söyletmez. Anababa ise gencin kötü arkadaşlara uyup baştan çıkacağından korkar. Sıkı denetleme ve kimi arkadaşlıklarını yasaklama yoluna giderler. Bu ise genci daha çok sokağa iter.

Evde ana ve babasıyla çatışması çok olan bir gencin, arkadaşlara kendini tümden kaptırması olasılığı daha yüksektir. Kendini bulma çabasında olan güvensiz ve yetersiz bir genç, daha atılgan ve becerikli yaşıtlarının egemenliği altına girebilir. Bu nedenle gencin yoldan sapması kötü arkadaşa uyma sonucu ortaya çıkmaz. Tersine, ana babasından yeterli destek bulamayan genç, olumsuz arkadaşlıklara yönelir. Ancak anababanın denetlemesi ve uyarısı gereklidir. En sağlıklı gençler bile ara sıra yoldan çıkma eğilimi gösterebilir. Ana ve babasıyla ilişkileri sağlıklı gelişen bir genç, kendini bir süre kaptırsa bile, geri dönüş yapmasını bilir.

Gençlik dönemi hayranlıkların ve tutkunlukların bol olduğu bir dönemdir. Gençler bir yandan anababa etkisinden sıyrılırken, öte yandan kendilerine yeni örnekler seçerler. Bir öğretmen, bir sporcu, bir şarkıcı, genç bir siyasal önder, onların benzemek istedikleri kişiler olur. Genç hayran olduğu bu kişilere her yönden benzemek ister. Yeteneklerinden kusurlarına değin her şeyini körü körüne beğenir. Bir süre sonra kendine yeni bir örnek seçer, onunla özdeşim kurar. Sürekli değişen hayranlıklar gencin ilerde ne olmak istediğiyle ilgilidir. Bir kişilik, bir amaç, bir ülkü geliştirirken, yoluna çıkan başarılı ve örnek insanlardan kendi benliğine bir şeyler katmaktadır. Bu denemeleri yapan genç, kendine uyacak giysiyi buluncaya dek giysi değiştiren bir insana benzetilebilir.


Kuşkusuz, gençlik çağında ortaya çıkan değişikliklerin tümü olumsuz değildir. Ruhsal alanda yaşanan çalkantı yanında, gençte pek çok olumlu gelişme gözlenir. Bir kez, gencin düşünme  yeteneğinde önemli bir sıçrama olur. Soyut kavramları daha iyi anlar ve kullanır. İlgi alanı genişler ve çeşitlilik kazanır. İlerde seçeceği meslekle ilgili konulara eğilir. Bir şeyler yapmak, başarılı olmak eğilimi çok güçlenmiştir. Eski yeteneklerinden kimisi sivrilir ve öne geçer. Toplumsal olaylara ilgi duyar. Politika ve ülke yönetimi konularında görüşler ileri sürer. Başlangıçta derme çatma olan görüşleri, okuyup tartıştıkça oluşup gelişir. Kendini ve başkalarını gözlem yeteneği güçlenmiştir. Hiçbir şeyi beğenmez tutumu, giderek yerinde eleştirilere ve yorumlara dönüşür. Coşkuludur. Duygu ve düşüncelerini inançla savunur. Haksızlıklara karşı acımasız bir tutum takınır. Yaşanan gerçeklere pek aldırmadan, toplum düzeni birden değişsin, eşitsizlikler birden ortadan kalksın ister. Genç, sağ yada sol bir siyasal akımın etkisinde kalsa da bu amacı değişmez. Hakça bir düzenden, doğruluktan yanadır. Gençlerde bu eğilim o denli güçlüdür ki, bu amaca ulaşmak için kolay çözümlere bel bağlar, yalancı önderlerin ardından gidebilirler. Amaç uğruna, kendilerine de başkalarına da kötülüğü dokunan eylemlere araç olabilirler.

12 Şubat 2014 Çarşamba

BEN YOLCUYUM

Yaşamın anlamını kavramak için dünyayı dolaşmaya çıkan bir genç, gezdiği ülkelerden birinde ünlü bir bilgeyi ziyarete gitmişti.

Gezgin genç, bilgenin yaşadığı evde, tüm duvarların kitaplarla kaplı olduğunu gördü. Fakat evi dikkatle gözden geçirdikten sonra, yerde bir kilim, duvar dibinde yatak olarak kullanılan bir sedir, ortada ise bir masa ve sandalyeden başka evde hiçbir eşyanın olmadığını gördü ve merakla sordu:

"Neden hiç eşyanız yok?" dedi. "Koltuklarınız, kanepeleriniz, büfeleriniz, Onlar nerede?"

Bilge, bu soruya karşılık olarak kendi bir soru sordu gezgin gence;


"Senin de yalnızca, sırtında taşıdığın küçük bir çantan var, yavrum" dedi. "Peki, senin eşyaların nerede?"

Gezgin genç, kendini savunurcasına yanıtladı bu soruyu:

"Ama görüyorsunuz, Ben yolcuyum."

Ünlü bilge, hak verircesine güldü:

"Ben de öyle, yavrum" dedi. "Ben de öyle."

KORKU

İnsanların çoğu kaybetmekten korktuğu için, sevmekten korkuyor.

Sevilmekten korkuyor, kendisini sevilmeye layık görmediği için.

Düşünmekten korkuyor, sorumluluk getireceği için.

Konuşmaktan korkuyor, eleştirilmekten korktuğu için.

Duygularını ifade etmekten korkuyor, reddedilmekten korktuğu için.

Yaşlanmaktan korkuyor, gençliğinin kıymetini bilmediği için.

Unutulmaktan korkuyor, dünyaya iyi bir şey vermediği için.

Ölmekten korkuyor, aslında yaşamayı bilmediği için.

Ve yaşamaktan korkuyor, kendisi için değil, başkalarına göre yaşadığı için.

SEN UYURKEN

Sevgili çocuğum, seni uyurken seyretmek, nefes alışını duymak için sessizce odana girdim. Gözlerin kapalı, huzur içindesin. Sarı buklelerin melek yüzünü çerçeveliyor.

Bir kaç dakika önce çalışma odamda çalışırken birdenbire içimin sıkıldığını fark ettim. Dikkatimi işime veremedim ve bu yüzden sessizce seninle konuşmak üzere odana geldim. Bu sabah, yavaş giyindiğin için sabırsızlanıp, sana söylendim. Yemek fişini kaybettiğin için seni azarladım ve kahvaltı ederken gömleğine süt döktüğün için sana sert sert baktım.

"Yine mi?" dedim, içimi çekerek ve başımı kızgınlıkla iki yana salladım. Sense bana bakıp, tatlı tatlı gülümsedin ve bana "Hoşça kal, anneciğim!" dedin.

Öğleden sonra, sen odanda oynayıp, yatağına dizdiğin oyuncaklarına bağıra çağıra şarkı söylerken, ben telefon konuşmalarımı yapıyordum.

Sana sessiz olmanı işaret ettim, sonra yine bir saat kadar telefonda konuştum. Daha sonra bir asker gibi sana emir verdim, "Oyalanıp durma, çabuk ödevini yap!" Bana "Peki, anneciğim." dedin ve hemen çalışmaya koyuldun. Sonra da odandan hiçbir ses gelmedi.

Akşam ben masamın başında çalışırken, korkarak yanıma geldin ve bana umutla, "Anneciğim, bu gece kitap okuyacak mıyız?" diye sordun. Sana kesin bir dille, "Bu gece olmaz." dedim, "Odan hâlâ karmakarışık! Sana kaç kez anımsatacağım odanı toplamanı!" Başın önünde, odana gittin.

Çok geçmeden geri geldin ve kapının yanından bana bakınca, "Şimdi ne istiyorsun?" diye sordum aksi bir ses tonuyla. Hiçbir şey söylemedin. Yanıma geldin, boynuma sarıldın ve beni öpüp, "İyi geceler, anneciğim. Seni seviyorum!" dedin. Sonra da aceleyle odana gittin. Daha sonra, duyduğum vicdan azabı nedeniyle, boş boş masama bakarak uzun bir süre oturdum. Acaba neden böyle davrandım, diye düşündüm. Beni kızdıracak hiçbir şey yapmamıştın. Sadece büyümeye ve öğrenmeye çalışan bir çocuk gibi davranmıştın.

Bugün yetişkinlerin sorumluluklarla dolu dünyasında kendimi kaybettim ve sana harcayacak enerjim kalmadı. Bugün sen benim öğretmenim oldun, beni öpmeyi, bana iyi geceler dilemeyi unutmadın ve üstelik ruh halimin iyi olmadığını fark edip, parmaklarının ucunda gezindin.

Şimdi seni uyurken seyrediyorum ve bugünü yeni baştan yaşamak istiyorum. Yarın, ben de sana, bugün senin bana gösterdiğin anlayışı göstereceğim, böylelikle belki gerçek bir anne olabilirim -uyandığında sana sıcacık gülümseyip, okuldan geldiğinde sana moral vereceğim ve yatmadan sana kitap okuyacağım. Sen gülünce gülüp, sen ağlayınca ağlayacağım.

Kendime daha büyümediğini, bir çocuk olduğunu ve senin annen olmaktan mutluluk duyduğumu anımsatacağım. Bugün senin anlayışlı davranışın bana çok dokundu ve bu yüzden gecenin bu saatinde sana teşekkür etmeye geldim, çocuğum, öğretmenim ve arkadaşım olduğun ve bana gösterdiğin sevgi için...

DİKENLER ARASINDAKİ GÜL

Kızılderili bilge kulübesinin önünde torunuyla oturmuş, az ötede birbiriyle boğuşup duran iki köpeği izliyorlarmış.

Köpeklerden biri beyaz, diğeri siyahmış ve genç torun o köpekleri dedesinin kulübesi önünde boğuşup duruyorlarken görürmüş hep..

Çocuk, dedesinin kulübesini korumak için neden bir değil de iki köpeğe ihtiyaç duyduğunu merak edermiş. Üstelik niye siyah ve beyaz köpek?

Dede, torununa onların kendisi için sembol olduğunu söylemiş. " Onlar benim için iyiliğin ve kötülüğün simgesidir” demiş.

"Aynen şu gördüğün köpekler gibi, iyilik ve kötülük içimizde sürekli mücadele eder durur. Onları seyrettikçe ben hep bunu düşünürüm. Onun için yanımda tutarım onları."

Çocuk merak etmiş. "Peki, sence hangisi kazanır bu mücadeleyi?"

Dede, bilgece bir gülümsemeyle bakmış torununa.

"Hangisi mi evladım? Ben hangisini daha iyi beslersem!” 

Bu köpeklerin besini düşüncelerimiz. Her birimizin Kızılderili bilge gibi kapımızın önünde sürekli boğuşan siyah ve beyaz köpeği var.


“Eğer sıkça işlerin kötüye gideceğini söylüyorsan kahin olma şansın yüksektir” demiş Isaac Singer. Hayat sıkça barındırdığımız düşüncelerimizi bize yansıtan dev bir ekrandır. Neden? Üç boyutlu realitede düşüncelerimizi somut olarak yaşayarak deneyim kazanmamız için. Hayata olumsuz baktığımız sürece sağlıklı mutlu ve huzurlu olmak imkansızdır. Hayat daha fazla acı çekene ödül vermiyor çünkü. Tersine, madem bu kadar çok seviyorsun olumsuz bakmayı, al sana biraz daha aynısından diyor.

Zihin her gün sağlıklı düşüncelerle kurulan bir saat gibidir. Kurulmazsa bir süre sonra çalışmasını durdurur. Bize sürekli yanlış saati gösterir. O saatin günde iki kez doğruyu göstermesine kanmak büyük yanılgı. Her şey ama her şey bizim düşüncelerimizin sonucu. Düşündüğümüzü oluruz. Yere düştüğümüzde bile düşüncelerimizi değiştirmek mümkün. Çünkü sırtımız yerdeyken bakacağımız tek yer yukarısıdır. Tabii gözümüzü kapamazsak.

Kendisine acıyan, karamsar, şikayet etmeyi huy haline getiren insana bunun kendi seçimi olduğunu anlatmaya çalıştığın oldu mu? Senin her yardım çabana o mazeretlerle yanıt verecektir. Kendisinin ne kadar haklı ama bir o kadar da şanssız ve talihsiz olduğunu kanıtlamaya çalışacaktır. Bu tür insanın bakış açısını değiştirmesine yardımcı olmaya çalışmak tam anlamıyla değerli anların ziyan edilmesidir. Zamanı ziyan etme lüksümüz yok çünkü hayat çok kısa. İnsanlar için elinden geleni yap. Ama akıntıya karşı kürek çekmeden ve kendini paralamadan. Yoksa o kişi seni aşağıya çekecektir.

Dağa tırmanmaya ya da denizin derinliklerine dalmaya serüven diyoruz.. Gerçek serüven günlük hayatın engelleri karşısında yeni olanaklar aramak, bilinmeyen karşısında potansiyel kaynaklarımızı ortaya çıkararak test etmek, kendi özgün yeteneklerimizi keşfetmektir. Kimi her zorluk içinde olanakları görür, kimi her olanak içinde zorlukları. Bir şeyden hoşlanmıyorsan değiştir, değiştiremiyorsan tavrını değiştir. Şikayet etmek bugüne kadar sana ne kazandırdı?

Çoğumuz aslında günlük yaşıyoruz. Yarının ne getireceğini bilmeden. Kendi hayatımızın senaryosunda kurban da olabiliriz kahraman da. Kendimize verdiğimiz rolü biz biçiyoruz.

Yüreğin ve düşüncelerin iyimser yaklaşımının mucizesini hiçbir ilaç sağlayamaz. İyileşecek hasta “Kendime nasıl yardımcı olabilirim?” der. Hastalığına sığınan kişi ise, “Bütün bunları yapmak zorunda mıyım?” der. Kendini iyileştirmek bile bir yüktür onun için. Zaten kendi sorumluluğunu üstlenen kişi, hastalığı da sağlığı da yaratanın kendisi olduğunu bilir.

Hayat aksiyonu sever. Ayağa kalkıp yürüdüğünde bir şeylere takılmak doğaldır. Sadece oturduğu yerde oturan insanın ayağı hiçbir şeye takılmaz. Tabii buna hayat denirse. Hayatın kimseye borcu yok. O biz yokken de buradaydı. Bizden sonra da olmaya devam edecek. İyi ve kötü günü belirleyen sadece ve sadece tutumumuzdur. İnsanlar arasındaki farkı belirleyen de budur.

“Olumlu tutum bütün sorunlarını çözmez ama insanı yeterince rahatsız edeceği için çabaya değer” diyor bir komedyen.

İnsanın, kimsenin elinden alamayacağı son özgürlüğü her koşulda tutumunu kendisinin seçmesidir. Geçmişi değiştiremeyiz ama geçmişe bakış açımızı değiştirebiliriz. İnsanların davranışlarını değiştiremeyiz ama onlara bakış açımızı değiştirebiliriz. Başımıza gelen bazı şeylerden kaçamayız ama elimizde kalan tellerle kemanımızı farklı bir notayla çalmayı seçebiliriz.

Verdiğimiz tepkilerle karakterimizi inşa ederiz. İnsanlar arasındaki fark çok küçük. Olaylara yaklaşım farkı. Ama sonuçları çok büyük. Saygı duyduğun insanla acıdığın insan arasında farkı yaratan da bu. Özgüven ve özsaygı denilen şey de bu.

KAVANOZDAKİ TAŞLAR

Zamanın iyi ve üretken olarak kullanımı konusunda zaman zaman kurslar düzenleniyor. İşte bu kurslardan birinde zaman kullanma uzmanı öğretmen, çoğu hızlı mesleklerde çalışan öğrencilerine, "Haydi, küçük bir deney yapalım" demiş. Masanın üzerine kocaman bir kavanoz koymuş. Sonra bir torbadan irice kaya parçaları çıkarmış, dikkatle üst üste koyarak kavanozun içine yerleştirmiş.

Kavanozda taş parçası için yer kalmayınca sormuş; "Kavanoz doldu mu?" Sınıftaki herkes, "Evet, doldu" yanıtını vermiş. "Demek doldu ha" demiş hoca. Hemen eğilip bir kova küçük çakıl taşı çıkartmış, kavanozun tepesine dökmüş.

Kavanozu eline alıp sallamış, küçük parçalar büyük taşların sağına soluna yerleşmişler. Yeniden sormuş öğrencilerine; "Kavanoz doldu mu?" İşin sanıldığı kadar basit olmadığını sezmiş olan öğrenciler; "Hayır, tam da dolmuş sayılmaz" demişler.

"Aferin" demiş zaman kullanım hocası. Masanın altından bu kez de bir kova dolusu kum çıkartmış. Kumu kaya parçaları ve küçük taşların arasındaki bölgeler tümüyle doluncaya kadar dökmüş. Ve sormuş yeniden; "Kavanoz doldu mu?" "Hayır dolmadı" diye bağırmış öğrenciler.

Yine "Aferin" demiş hoca. Bir sürahi su çıkarıp kavanozun içine dökmeye başlamış. Sormuş sonra; "Bu gördüklerinizden nasıl bir ders çıkardınız?"

Atılgan bir öğrenci hemen fırlamış; "Şu dersi çıkarttık. Günlük iş programınız ne kadar dolu olursa olsun, her zaman yeni işler için zaman bulabilirsiniz."

"O da doğru ama" demiş zaman kullanma hocası; "Çıkartılması gereken asıl ders şu: eğer büyük taş parçalarını baştan kavanoza koymazsanız daha sonra asla koyamazsınız."

Ve ardından herkesin kendi kendisine sorması gereken soruyu sormuş; "Hayatınızdaki büyük taş parçaları hangileri, onları ilk iş olarak kavanoza koyuyor musunuz? Yoksa kavanozu kumlarla ve suyla doldurup büyük parçaları dışarıda mı bırakıyorsunuz.

KÜÇÜK İSTAVRİT

Küçük istavrit, yiyecek bir şey sanıp hızla atıldı çapariye. Önce müthiş bir acı duydu dudağında, gümbür gümbür oldu yüreği. Sonra hızla çekildi yukarıya. Aslında hep merak etmişti denizlerin üstünü, neye benzerdi acep gökyüzü.

Bir yanda büyük bir merak, bir yanda ölüm korkusu. "Dudağı yarıklar" denir, şanslıdır onlar, hani görüp de gökyüzünü, insanı, oltadan son anda kurtulanlar.

Ne çare balıkçının parmakları hoyratça kavradı onu; küçük istavrit anladı yolun sonu; koca denizlere sığmazdı yüreği, oysa şimdi yüzerken küçücük yeşil leğende, cansız uzanıvermiş dostlarına değiyordu minik yüzgeci.

İnsanlar gelip geçtiler önünden; bir kedi yalanarak baktı gözünün içine;yavaşça karardı dünya başı da dönüyordu. Son bir kez düşündü derin maviyi, beyaz mercanı bir de yeşil yosunu.

İşte tam o anda eğilip aldım onu; yürüdüm deniz kenarına; bir öpücük kondurdum başına. İki damla gözyaşından ibaret sade bir törenle saldım denizin sularına. Bir an öylece bakakaldı; sonra sevinçle dibe daldı gitti, tüm kederimi söküp atarak teşekkürü de ihmal etmemişti; birkaç değerli pulunu elime, avuçlarıma bırakarak.

Balıkçı ve kedi şaşkın baktılar yüzüme; sorar gibiydiler neden yaptın bunu niye? "Bir gün" dedim, "Bulursam kendimi yeşil leğendeki küçük istavrit kadar çaresiz, son ana kadar hep bir umudum olsun diye"

YATMA ZAMANI

GEREKLİ OLANLAR: Oyuncak hayvan Oyuncağı içine alacak büyüklükte karton kutu Eski havlu, eski kumaş parçaları, pamuk Çocuğunuz uy...