11 Şubat 2014 Salı

HAMAL

Bir şehrin en zengini öldüğünde, tellallar sokaklara dökülüp; "Ey ahali",diye bağırmışlar. "Biliyorsunuz Veli efendi öldü. Bir vasiyeti var. Ahiret hayatına alışabilmek için, kendisine bir günlük yardımcı arıyor. Kim ki, mezardaki ilk gecesini onunla beraber girerse, Veli Efendiye ait servetin yarısı kendisine verilecektir.

Ey ahali, duyduk duymadık demeyin....Tellalların bütün çabasına rağmen kimse bu parlak, fakat korkulu vasiyete kulak vermemiş. Ama sonunda, şehrin en fakir sırt hamallarından birisi çıkmış ortaya. Adamcağız bakmış ki, hayatta zaten sırtındaki küfesinden ve ipinden başka bir şey yok. O halde "hamal olarak yatıp, ertesi sabah zengin olarak kalkarım" diyerek razı olmuş... Genişçe bir mezara,iyice kefenlenen zengini ve yanına hamalı yatırmışlar. Az sonra sual melekleri gelmiş. "İkisi de bize emanet" diye konuşmuşlar. "Zengin nasıl olsa kalacak, şu hamaldan başlayalım."

Sormuşlar;

- "Dünyada malın mülkün var mıydı?"

- "Alay etmeyin" demiş, hamal. "Sırtımdaki küfeden ve ipten başka hiç bir şeyim olmadığını siz de bilirsiniz."
- "Peki diye eklemiş melekler, "o ipi ne karşılığında aldın?

Sonra küfeyi ne iş gördün de nasıl elde ettin?"

Anlatmış hamalcağız.


- "Beş kişinin malını 10 kuruşa taşıdım. İkisini yedim, sekizini sakladım. Ertesi gün de aynı işleri yaptım. Yemedim içmedim, ucuza taşıdım ve bunları aldım.

Melekler;

-Cık demişler, cık... Olmadı.... Hasan Efendi’den aldığın para, hak ettiğinden çok düşük. Biz ondan bunun hesabını soracağız.

Mehmet Efendiyle de ucuza anlaşmış ve ucuza taşımışsın...."

- İyi ama, diye cevaplamış hamal, hakettiğim parayı isteseydim, bana taşıttırmazdı. Taşıttırmayınca da aç kalırdım....."

- "O bizim işimiz" demiş melekler, "nasıl olsa buraya o da gelecek.Biz senin adına ona sorarız."
Melekler, hamalı sıkıştırmaya devam etmiş.

- "Söyle bakalım, aldığın paranın kaçını yedin, kaçını sakladın?"

- "On kuruş aldı isem, yarısını sakladım... İki kuruş aldı isem, bir kuruşunu biriktirdim..."

- "Cık" demiş melekler... "Yine olmadı, hem ucuza taşımışsın,

hem de gıdandan kesmişsin... Yani sen, kendi nefsine zulmetmişsin... Nefsine zulmetmek de günahtır, bilmez misin?..."


Hamalcağız ne cevap vereceğini düşünüp ecel terleri dökerken, sabah olmuş. Acilen mezardan yukarıya bir bakmış ki, bütün millet orada...

Kadı Efendi ve şehrin mehter takımı da kendisini bekliyor. Bir kıyamet ki sormayın."Kutlu olsun" demişler... "Bu gece kimsenin yapamayacağı bir işi başardın ama, bak artık zengin oldun."

- "Yooo", diye bağırmış hamal. "İstemem , sizin olsun... Ben, bir iple küfenin hesabını sabaha kadar veremedim, Ya o kadar servetim olsaydı, ne yapardım?"

APTALIN ÖYKÜSÜ

Adamın biri, halinden yakınır dururmuş: "Çalışıyorum, didiniyorum ancak geçinebiliyorum. Üstelik yalnızım, kimim kimsem yok..." Böyle mutsuz mutsuz sızlanıp dururken, bir karar vermiş. Yollara düşüp bir melek bulacak, halini anlatıp ondan bu haksızlığı düzeltmesini isteyecekmiş.

Yola koyulmuş. Dağda bir kurda rastlamış. Ayakta zor durabilen, bir deri bir kemik kalmış kurt, adama yaklaşmış, nereye gittiğini sormuş. Adam derdini anlatmış, "Bir melek arıyorum. Onu bulup bana yapılan haksızlığı düzeltmesini isteyeceğim..." Bunun üzerine kurt, "Bana da bir iyilik yapar mısın" demiş, "ben de gece gündüz dolaşıyorum, bir lokma yemek zor buluyorum. O meleğe benden söz et, böyle açlıktan öleyazmış kurt da olur muymuş diye sor..."

Adam yola koyulmuş. Çok geçmeden karşısına güzel bir kız çıkmış. Kız da ona nereye gittiğini sormuş. Melek hikâyesini dinledikten sonra adamın ellerine sarılmış:

"Yalvarırım o meleğe benim durumumu da anlat. Gencim, güzelim, zenginim, her şeyim var ama çok mutsuzum. Mutluluğa ulaşabilmek için ne yapmam lazım, ne olur o meleğe sor..."

Adam, melekle konuşacağına söz vermiş ve yola devam etmiş. Yorulduğunda dinlenmek için bir ağacın altına uzanmış. Çevre yemyeşilmiş ama bu ağacın neredeyse bir tek yaprağı bile yokmuş. Tabii ağaç, durumuna çok üzülüyormuş. Dert yanmaya başlamış:

"O meleği bulduğunda benden de bahseder misin. Bak, nasıl da bereketli bir toprak üzerindeyim. Bütün ağaçlar yaprağa, meyveye boğulmuş. Benimse hiçbir şeyim yok. Diğerleri gibi olmak için ne yapmalıyım, meleğe sorar mısın?"

Adam, ağaca da "peki" demiş ve yoluna devam etmiş...

Nihayet, meleği bulmaktan umudunu kesmiş, vazgeçmek üzereyken melek karşısına çıkıvermiş...

Adam derdini anlarmış, melek adamı dinlemiş ve "tamam, tamam!" demiş. "Zengin ve mutlu olabilmen için sana bir şans veriyorum. Şimdi geldiğin yoldan git, evine dön."

Meleğin bu sözleri üzerine rahatlayan adam kurdun, kızın ve ağacın ricalarını hatırlamış ve meleğe onları da anlatmış. Melek onlar için de birşeyler söylemiş. Adam bunları da bir güzel dinlemiş ve dönüş yoluna koyulmuş.

Ağacın yanına geldiğinde meleğin söylediklerini aktarmış:

"Köklerinin tam yanında gömülü altın dolu bir sandık varmış. Bu yüzden beslenemiyormuşsun. Beslenemediğin için yaprağın ve meyven yokmuş. Sandık çıkarılırsa senin de meyven ve yaprağın olacak."

"Yaşasın!" Demiş ağaç: "Çabuk orasını kaz ve o sandığı çıkar!"

"Hayır" demiş adam, "Melek bana kendi şansımı verdi. Evime dönmem lazım..." Ve yoluna devam etmiş. Genç kız bıraktığı yerde onu beklemekteymiş. Adamı görünce koşmuş ve "Melek ne dedi?" diye sormuş. "Sevinçlerini ve acılarını paylaşabileceğin birini bulup da evlenirsen bütün dertlerin hallolacak, mutlu olacaksın" demiş adam. O zaman kız, "Hadi seninle evlenelim, mutlu olmaya çalışalım!" diye atılmış. Adam, "hayır," demiş. "Buna zamanım yok. Melek benim şansımı verdi, bir an önce eve gitmeliyim. Sen de kendine başka bir koca bul artık..."

Çok geçmeden o bir deri bir kemik kurt çıkmış karşısına. Kendi şansını bulmak için evine gittiğini, acelesi olduğunu söylemiş. "Peki ya ben!" Demiş kurt, "Benim için ne dedi? Onu söyle ve git!" "Senin için söylediğini ben anlamadım" demiş adam; "melek dedi ki, o kurt, yiyecek bir aptal bulamazsa aç susuz dolaşmaya mahkûmdur."


Kurt, "ben çok iyi anladım" demiş ve aptalı yemiş.

DALGALARIN SOHBETİ

Bir zamanlar mutsuz küçük bir dalga vardı. “Öyle kederliyim ki” diye sızlandı küçük dalga. “Diğer dalgalar büyük ve güçlüler, bense o kadar küçük ve zayıfım ki. Hayat neden böyle adaletsiz davranıyor?”

Yanından geçmekte olan başka bir dalga bu sözleri duydu ve onunla konuşmaya karar verdi.
“Böyle düşünüyorsun, çünkü kendi ‘yaratılışının aslı’nı yeterince görmemişsin. Sen kendinin sırf dalga olduğunu düşünüyorsun ve acı çektiğini sanıyorsun. Hâlbuki gerçek böyle değil.”

“Nasıl?” Küçük dalga şaşırmıştı. “Ben dalga değil miyim yani? Dalga olduğum besbelli. Bak, tepem var, köpüklerim var... Ne demek istiyorsun, benim sırf dalga olmadığımı söylemek isterken?”

“Senin ‘dalga’ dediğin şey kısa süreliğine büründüğün geçici bir suret. Sen aslında sadece susun. Sen yaratılışının esasının suyun teşkil ettiğini anladığında, dalga olmanın getirdiği elemlerden kurtulacaksın.”

“Ben su isem, ya sen nesin?”

“Ben de suyum. Belki senden bir derece daha büyük de olsa, geçici bir süreliğine dalga suretinde görünüyorum, ama bu benim aslımı değiştirmiyor: Su! Senin de, benim de yaratılışımızın esası aynı: Su!”

SUSKUNLAR MECLİSİ

Bir zamanlar İran´da bilginler ve şairler, "suskunlar meclisi" adıyla bir topluluk oluşturmuşlardı. Üye sayısı otuz kişiydi ve bunu arttırmıyorlardı. Üyeliğin ilk şartı çok düşünmek, az yazmak ve çok az konuşmaktı.

O zamanlar meşhur şair ve bilgin Molla Camî, bu meclisin aşkındaydı.

Günün birinde suskunlar meclisinin bir üyesinin öldüğünü duyunca, onun yerine aday olmak için bilginlerin bulunduğu köşke geldi. Kendisini karşılayan kapıcıya bir şey söylemeden, ismini bir kağıda yazarak o sırada toplantı halinde bulunan suskunlar meclisine gönderdi.

Meclis üyeleri bu teklifi görünce biraz üzüldüler. Molla Camî oraya layık bir bilgindi ama ölen üyenin yerine başka birini almışlardı. Yeni bir üye için yer yoktu.

Meclisin başkanı, bir bardağı tamamen suyla doldurduktan sonra Molla Camî´ye gönderdi. Zeki bilgin durumu kavramıştı. Bir damla daha olsa bardak taşacaktı. Bunun üzerine o da hemen oracıktaki bir gül dalından küçük bir yaprak koparıp, nazikçe suyun üstüne koyuverdi. Bardak taşmamıştı. Bunu içeri gönderdi. Meclistekiler bu kibar cevabın manasını anlamışlardı: Zarif insanların yeri başkaydı.

Üyeler, bu değerli bilgini de aralarına almaya karar verdiler. Başkan listeye Molla Camî´nin adını ekledi. Otuz sayısının önüne bir sıfır koyarak, 300 yazdı. Bununla Molla Camî sayesinde, meclisin değerinin on misli arttığını belirtiyordu.

Listenin son şekli Molla Camî´ye gelince, meseleyi anladı. Ancak sayının büyük gösterilmesinden hoşlanmadı. Sağdaki bir sıfırı silerek, otuz sayısının soluna koydu. Yani 030 yazdı. Alçak gönüllü Molla Camî, böylece kendisini solda sıfır sayıyor, bardağı taşırmadığı gibi, o meclisin yapısını da etkilemeyeceğini söylemek istiyordu. Diğer üyeler bunu görünce, saygı ve hayranlıkları bir kat daha artmış olarak suskunlar meclisinin yeni üyesini selamladılar.

9 Şubat 2014 Pazar

HAYIR VARDIR

Bir zamanlar Afrika'daki bir ülkede hüküm süren bir kral vardı. Kral, daha çocukluğundan itibaren arkadaş olduğu, birlikte büyüdüğü bir dostunu hiç yanından ayırmazdı. Nereye gitse onu da beraberinde götürürdü.

Kralın bu arkadaşının ise değişik bir huyu vardı. İster kendi başına gelsin ister başkasının,ister iyi olsun ister kötü,her olay karşısında hep aynı şeyi söylerdi: "Bunda da bir hayır var!"

Bir gün kralla arkadaşı birlikte ava çıktılar. Kralın arkadaşı tüfekleri dolduruyor, krala veriyor, kral da ateş ediyordu. Arkadaşı muhtemelen tüfeklerden birini doldururken bir yanlışlık yaptı ve kral ateş ederken tüfeği geriye doğru patladı ve kralın baş parmağı koptu. Durumu gören arkadaşı her zamanki sözünü söyledi: "Bunda da bir hayır var!"

Kral acı ve öfkeyle bağırdı:

"Bunda hayır filan yok! Görmüyor musun, parmağım koptu? "Ve sonra da kızgınlığı geçmediği için arkadaşını zindana attırdı.

Bir yıl kadar sonra, kral insan yiyen kabilelerin yaşadığı ve aslında uzak durması gereken bir bölgede birkaç adamıyla birlikte avlanıyordu. Yamyamlar onları ele geçirdiler ve köylerine götürdüler. Ellerini,ayaklarını bağladılar ve köyün meydanına odun yığdılar. Sonra da odunların ortasına diktikleri direklere bağladılar. Tam odunları tutuşturmaya geliyorlardı ki, kralın başparmağının olmadığını fark ettiler. Bu kabile, batıl inançları nedeniyle uzuvlarından biri eksik olan insanları yemiyordu. Böyle bir insanı yedikleri takdirde başlarına kötü olaylar geleceğine inanıyorlardı. Bu korkuyla, kralı çözdüler ve salıverdiler. Diğer adamları ise pişirip yediler. Sarayına döndüğünde, kurtuluşunun kopuk parmağı sayesinde gerçekleştiğini anlayan kral, onca yıllık arkadaşına reva gördüğü muameleden dolayı pişman oldu. Hemen zindana koştu ve zindandan çıkardığı arkadaşına başından geçenleri bir, bir anlattı.

"Haklıymışsın!" dedi. "Parmağımın kopmasında gerçekten de bir hayır varmış. İşte bu yüzden, seni bu kadar uzun süre zindanda tuttuğum için özür diliyorum.Yaptığım çok haksız ve kötü bir şeydi." "Hayır" diye karşılık verdi arkadaşı. "Bunda da bir hayır var." "Ne diyorsun Allah aşkına?" diye hayretle bağırdı kral. "Bir arkadaşımı bir yıl boyunca zindanda tutmanın neresinde hayır olabilir." "Düşünsene, ben zindanda olmasaydım, seninle birlikte avda olurdum,değil mi? Ve sonrasını düşünsene? "

TEBESSÜMÜN GÜCÜ

Küçük kız, evlerinin önündeki sokakta sek sek oynarken önünden geçen hüzünlü bir yabancıya gülümsemiş. Bu gülümseme adamın kendisini daha iyi hissetmesine sebep olmuş. Bu ruh hali içinde yakın geçmişte kendisine yardım eden bir dosta teşekkür etmediğini hatırlamış. Hemen bir not yazmış ve yollamış. Arkadaşı bu teşekkürden o kadar keyiflenmiş ki, her öğlen yemek yediği lokantadaki garson kıza yüklü bir bahşiş bırakmış.
Garson kız hayatında ilk defa böyle bir bahşiş alıyormuş. Akşam eve giderken, kazandığı paranın bir parçasını her zaman köşe başında oturan fakir adamın şapkasına bırakmış. Adam öylesine minnettar olmuş ki... İki gündür boğazından aşağıya bir lokma geçmemiş. Karnını doyurduktan sonra, bir apartman bodrumundaki odasının yolunu ıslık çalarak tutmuş. Öyle neşeliymiş ki, bir saçak altındaki köpek yavrusunu görünce, kucağına alıvermiş.
Küçük köpek gecenin soğuğundan kurtulduğu için çok mutluymuş. Sıcak odada gece boyunca koşturmuş durmuş. Gece yarısından sonra apartmanı dumanlar sarmış. Bir yangın başlıyormuş çünkü… Dumanı koklayan köpek öyle bir havlamaya başlamış ki, önce fakir adam uyandırmış, sonra da bütün apartman halkı... Anneler, babalar dumandan boğulmak üzere olan yavrularını kucaklayıp, ölümden kurtarmışlar... Bütün bunların hepsi, beş kuruşluk bile maliyeti olmayan bir tebessümün sonucuymuş.

YAŞANMIŞ BİR ÖYKÜ (Bir Doktorun Öyküsü)

Okulun ilk gününde 5 nci sınıfın önünde dururken, öğretmen çocuklara bir yalan söyledi.   Çoğu öğretmen gibi, öğrencilerine baktı ve hepsini aynı derecede sevdiğini söyledi.   Ancak, bu imkânsız idi, çünkü ön sırada, oturduğu yerde bir yana kaykılmış, ismi Teddy Stoddard olan küçük bir oğlan vardı.

Bayan Thompson bir yıl önce Teddy´yi izlemişti ve diğer çocuklarla iyi oynamadığını, elbiselerinin kirli olduğunu ve sürekli olarak kirli dolaştığını gözlemişti. İlave olarak, Teddy tatsız olabiliyordu.

Bu öyle bir noktaya geldi ki, Bayan Thompson onun kâğıtlarını büyük kırmızı bir kalemle işaretlemekten, kalın çarpılar (X) yapmaktan ve kâğıdının üstüne büyük "F" (en düşük derece)  koymaktan zevk alır oldu.
Bayan Thompson´un okulunda, her çocuğun geçmiş kayıtlarını incelemesi gerekiyordu ve Teddy´nin kayıtlarını en sona bıraktı. Ancak, onun hayatini gözden geçirdiğinde, bir sürpriz ile karsılaştı.

Teddy´nin birinci sınıf öğretmeni söyle yazmıştı, "Teddy gülmeye hazır parlak bir çocuk. Ödevlerini derli toplu ve temiz yapıyor ve çok terbiyeli. Onun etrafta olması çok eğlenceli."

İkinci sınıf öğretmeni söyle yazmıştı, "Teddy mükemmel bir örgenci, sınıf arkadaşları tarafından çok seviliyor, ama annesinin ölümcül bir hastalığı olduğu için sıkıntı içinde ve evdeki yasamı mücadele içinde geçiyor."

Üçüncü sınıf öğretmeni söyle yazmıştı, "Teddy´nin annesinin ölümü onun için çok zor oldu. Teddy elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyor, ama babası ona ilgi göstermiyor ve eğer bazı adımlar atılmazsa evdeki yasamı yakında onu etkileyecek."

Teddy´nin dördüncü sınıf öğretmeni söyle yazmıştı, "Teddy içine kapanık ve okulda derslere çok fazla ilgi göstermiyor. Çok fazla arkadaşı yok ve bazen sınıfta uyuyor."

Şimdiye kadar, Bayan Thompson problemi kavradı ve kendinden utandı. 

Öğrencileri ona güzel kurdelelerle ve parlak kâğıtlarla sarılmış Noel hediyeleri getirdiğinde bile çok kötü hissetti, Teddy´nin ki hariç. Teddy´nin hediyesi bir marketten aldığı kalın, kahverengi ambalaj kâğıdı ile beceriksizce sarılmıştı, Bayan Thompson onu diğer hediyelerin ortasında açmaktan acı duydu.


Bayan Thompson paketten taslarından bazıları düşmüş yapma elmas taslı bir bilezik ve çeyreği dolu olan bir parfüm şişesi çıkarınca çocuklardan bazıları gülmeye başladı. Ama o bileziğin ne kadar güzel olduğunu haykırdığında çocukların gülmesini engelledi, bileziği taktı ve parfümü bileklerine sürdü.

Teddy Stoddard o gün okuldan sonra öğretmenine şunu söylemek için kaldı, "Bayan Thompson, bugün aynı annem gibi kokuyordunuz".

Çocuklar gittikten sonra, Bayan Thompson en az bir saat ağladı. O günden sonra, okuma, yazma ve aritmetik öğretmeyi bıraktı. Bunun yerine, çocukları eğitmeye başladı. 

Bayan Thompson Teddy’e özel dikkat gösterdi. Onunla çalışırken, zihni canlanmaya başlıyor görünüyordu. Onu daha fazla teşvik ettikçe, daha hızlı karşılık veriyordu. 


Yılın sonuna kadar, Teddy sınıftaki en zeki çocuklardan biri oldu ve tüm çocukları ayni derecede sevdiği yalanına rağmen, Teddy onun gözdelerinden biri idi. Bir sene sonra, Bayan Thompson kapısının altında Teddy´den bir not buldu, ona hala tüm yaşamında sahip olduğu en iyi öğretmen olduğunu söylüyordu. 


Altı yıl sonra Teddy´den bir not daha aldı. Liseyi bitirdiğini, sınıfında üçüncü olduğunu ve onun hala hayatındaki en iyi öğretmen olduğunu yazmıştı. 


Bundan dört yıl sonra, bazı zamanlar zor geçmesine rağmen okulda kaldığını, sebatla çalışmaya devam ettiğini ve yakında kolejden en yüksek derece ile mezun olacağını yazan başka bir mektup aldı.  


Yine Bayan Thompson´un tüm yaşamındaki e
n iyi ve ne favori öğretmen olduğunu yazmıştı. Sonra dört yıl daha geçti ve başka bir mektup geldi. 

Bu kez fakülte diplomasini aldıktan sonra, biraz daha ilerlemeye karar verdiğini açıklıyordu. Mektup onun hala karsılaştığı en iyi ve en favori öğretmen olduğunu açıklıyordu. Ama şimdi ismi biraz daha uzundu.

Mektup söyle imzalanmıştı, Theodore F. Stoddard, MD. (tıp doktoru). 


Öykü burada bitmiyor. Görüyorsunuz, ortaya çıkan başka bir mektup var. Teddy bir kızla tanıştığını ve onunla evleneceğini söylüyordu. Babasının birkaç hafta önce vefat ettiğini açıklıyordu Ve evlenme töreninde Bayan Thompson'un damadın annesine ayrılan yere oturup oturamayacağını soruyordu. 


Şüphesiz Bayan Thompson bunu kabul etti. Ve tahmin edin ne oldu? Taşları düşmüş olan o bileziği taktı. Dahası, Teddy'nin annesinin sürdüğü parfümden sürdü. 


Birbirlerini kucakladılar ve Dr. Stoddard, Bayan Thompson´un kulağına şöyle fısıldadı, "Bana inandığınız için teşekkür ederim Bayan Thompson. Bana önemli olduğumu hissettirdiğiniz ve bir fark yaratabileceğimi gösterdiğiniz için çok teşekkür ederim" Bayan Thompson, gözlerinde yaşlarla fısıldadı, söyle dedi, "Teddy, yanlış şeylere sahiptin. Bir fark yaratabileceğimi bana öğreten sensin. Seninle tanışıncaya dek, nasıl öğreteceğimi bilmiyordum".


( Teddy Stoddard, Deş Moines´teki Stoddard Kanser Binası olan  Iowa Methodist´te doktordur.)

YATMA ZAMANI

GEREKLİ OLANLAR: Oyuncak hayvan Oyuncağı içine alacak büyüklükte karton kutu Eski havlu, eski kumaş parçaları, pamuk Çocuğunuz uy...