12 Şubat 2014 Çarşamba

BÜYÜ DÜKKANI

Uzak diyarlardan birinde bir ülkede, yemyeşil tepelerin arasında, kışın bembeyaz bir kar örtüsü ile, baharda rengarenk kır çiçekleri ile kaplanan bir vadi vardı. Ortasından küçük bir ırmağın geçtiği bu vadi "büyülü vadi" olarak anılırdı. Ona bu adı veren ise, vadideki ilginç bir dükkân ile, bu dükkânda yaşananlardı. Ünü ülkenin dört bir yanına yayılmış olan dükkânın adı "büyü dükkânı" idi.

Büyü Dükkânı'nın sahibi, ak saçlı, ak sakallı bir ihtiyardı. Burası, aynı zamanda onun yaşadığı yerdi. Bu nedenle dükkânın dışarıdan görüntüsü, tıpkı bir ev gibiydi. Üç tarafında da yeşil çerçeveli pencerelerin olduğu, tamamı ahşaptan yapılmış olan bu binaya, bir verandadan giriliyordu. İçeri girer girmez, ilginç eşyalarla donanmış oldukça geniş bir oda ile karşılaşıyordunuz. Büyük bir kütüphane, üzerlerinde çok sayıda eşyanın bulunduğu raflar, masa ve konsollar, dükkânın dört bir tarafını kaplıyordu.

Ancak bu kalabalık görüntü içinde çok etkileyici bir düzen göze çarpıyordu. Bütün eşyalar, belli bir estetik içinde duruyor ve bu estetik hiçbir zaman bozulmuyordu.

Büyü dükkânını çevreleyen pencereler, içerdeyken bile günün aydınlığına ve vadinin güzelliğine hakim olmanıza izin veriyordu. Dükkânın içinde, arka taraftaki bölmeye açılan bir kapı vardı. Bu bölmede mutfak, banyo ve yatak odası bulunuyordu. Dükkâna gelen müşteriler, arka tarafa açılan kapıyı daima kapalı görürlerdi.

Her insanın yaşamında çok istediği ancak sahip olamadığı birşeyler vardır ya da sahip olup kaybettiği şeyler. Bazen de sahip olduğu ancak kurtulmak istediği şeyler. İşte bütün bunlar, o ülkede yaşayan insanların bir kısmı için, büyü dükkânına gelme nedeniydi. Bu dükkânda, isteklerinizi sınırlamak zorunda değildiniz. Müşteriler, hayal edebildikleri her şeyi isteme ve alma hakkına sahiptiler. Tabii, bedelini ödedikleri takdirde. Her yerde olduğu gibi bu dükkânda da almak istediğiniz şeyin bir bedeli vardı.

Bu bedelin ne olacağı, dükkân sahibiyle yaptığınız pazarlık sonucunda ortaya çıkardı. Ancak, büyü dükkânında yapılan pazarlıklar, günlük yaşamdakilerden biraz farklı olur ve pek çok müşteriyi şaşırtırdı.

Dükkân sahibi yaşlı adam, her sabah gün ağarırken kalkar, kendine büyük bir fincan kahve yapar ve bir insanın isteyebileceği her şeyin var olduğu dükkânıyla gurur duyarak kahvesini yudumlardı. Kahvenin ardından gelen zevkli bir kahvaltıdan sonra da pencerenin perdelerini sonuna kadar açarak, sallanan koltuğuna oturur ve içeri dolan gün ışığının yardımıyla okumaya başlardı.

Büyü dükkânında satıcı olmak bilgelik isterdi. O güne kadar dükkâna gelen hiçbir müşteriyi geri çevirmemişti dükkân sahibi. Herkes, çok istediği bir şeye sahip olmak uğruna onca yolu göze alarak gelir ve mutlaka alabileceği en iyi şeyi almış olarak çıkardı. Ama genellikle aldığı şey, istediği şeyden çok farklı olurdu.

Yaşlı adam ara sıra, okuduğu kitaptan başını kaldırır, yolu gören pencereye bir göz atardı. Sabah dışarı baktığında, yağan karın yolu iyice kapattığını gördü. Bu havada gelen giden olmaz diye düşünüp, hüzünlendi.

Büyü dükkânı, hemen her gün bir müşteri ağırlardı. Ancak, yılda birkaç kere de olsa kimsenin uğramadığı günler olurdu. Yaşlı adam, o günün de bunlardan biri olmasından korktu. Nedense işsizlik içini ürpertmişti. Tam o sırada uzakta bir karartı gördü. Kar beyazının kamaştırdığı gözlerini kırpıştırıp tekrar baktığında, bunun yaklaşmakta olan bir insan olduğunu anladı.

İçini bir sevinç kapladı. Gidip sobasına bir odun attı ve tam pencerenin karşısındaki sallanan koltuğa oturup, müşterisini beklemeye koyuldu.

Kış mevsiminin bu soğuk gününde epeyce üşümüş, yorgun düşmüş olmalıydı. Kapının önüne gelinceye kadar, gözlerini hiç ayırmadan izledi onu. İyice kulak kabarttı. Üç basamakla çıkılan, ahşap zeminli verandadaki ayak seslerini ve onlara eşlik eden gıcırtıyı duymaktan çok hoşlanırdı.Beklediği kişinin ayak sesleri, ikinci basamakta kesilirdi. Müşteri çalmadan, kapıyı açmamayı prensip edinmişti yaşlı adam. Çünkü, hemen herkes o kapının önünde durup, bir kez daha düşünürdü.

Kapıyı çalmaktan vazgeçip dönenler, az da olsa olmuştu. O gün de aynı şeyi yaptı. Sonunda kapı çalındı. Açtığında, karşısında soğuktan kızarmış elleriyle atkısını çıkarmaya çalışan bir erkek gördü. "İyi sabahlar, girebilir miyim?" diye sordu müşteri.

Dükkân sahibi, müşterisini içeri aldıktan sonra, ısınması için ona bir kahve ikram etti. Sessizce kahvesini içerken etrafı seyreden adam, karşısında oturan yaşlı satıcının ikna edilmesi pek güç olmayan biri olduğunu düşündü. Herhalde o da müşterisini anlar, onun haklı isteğini geri çevirmek istemezdi. Acaba büyü dükkânından çıkarken istediği gibi bir alışveriş yapmış olacak mıydı?

Bir süre söze nasıl başlayacağını bilemedi. Belki de dükkân sahibinin birşeyler söylemesi gerekirdi. Ancak karşısında sabırlı bir ifade ile müşterisinin gözlerinin içine bakarak oturan satıcının, alışverişi başlatmaya niyetli olmadığını anladı. Bu sabırlı bekleyiş, onda hem cesaret hem de yumuşak bir etki oluşturdu. Anlaşılan, başlangıç sözleri kendisinden bekleniyordu.

Sonunda, fazla düşünmeden aklından ilk geçeni söyleyiverdi;

"Ününüzü duyunca çok uzaklardan kalkıp geldim buraya. İstediğim şeyi, bir tek sizin dükkânınızda bulabileceğimi söylediler. Karşılığında ne isterseniz vermeye hazırım."

"İstediğiniz şeyin ne olduğunu öğrenebilir miyim?"

"Bakın, ben elli beş yaşındayım. Yani yolun yarısını geçeli çok oldu. Söylemeye dilim varmıyor ama yolun sonuna yaklaştım galiba. Bu gerçeğe tahammülüm yok. Ben bugüne kadar ki hayatımı geri istiyorum. Mümkün mü?"

"Elbette mümkün. Biliyorsunuz, dükkânımda her şey mevcut. Ancak tam olarak ne istediğinizi anlayabilmem için, bana geri istediğiniz hayatınızı biraz anlatabilir misiniz?"

Dükkân sahibinin sorduğu soru, müşteriyi iç dünyasına döndürmüştü. Gözünün önünden geçen sahnelerin kendi yaşamına ait olduğunu kabul etmek için kendini zorluyordu. Bütün görüntüler, bir kargaşa ve telaş içinde birbirlerine karışarak geçip gittiler ve geride yalnızca ıssız bir hüzün bıraktılar.

Hüznünün yüzüne yansımasına engel olamayan müşteri, yaşlı satıcının sorusu karşısında ancak şunları söyleyebildi;

"Geçmiş yaşamımda birçok hata yaptım. Bunlar için pişmanlık duyuyorum. Yanlış kararlar verdim, kayıplara uğradım. Zamanı hovardaca harcadım. Bir gün bir de baktım ki, hayat yanımdan geçip gidiyor. Paniğe kapıldım ve bir çare aramaya başladım. Dostlarımla konuşmayı denedim. Beni teselli edip derdimi unutturmaya çalışanlar da oldu, yardım etmeye çalışanlar da. Ama hiçbiri kâr etmedi. Kendimi çok mutsuz hissediyordum. Derken, bir gün birisi bana sizden ve büyü dükkânından söz etti. Bunu duyar duymaz sanki içimde bir ışık yandı. Büyük bir umutla hemen yollara düşüp size geldim. Kendimi çok çaresiz hissediyorum. Lütfen elli beş yılımı bana geri verin."

"Yani, siz pişmanlık duyduğunuz hayatınızı yeniden yaşamak mı istiyorsunuz?"

"Elbette hayır. Söylemek istediğim bu değil. Ben yalnızca kaybettiğim yıllarımı geri istiyorum. Eğer bir şansım daha olursa aynı hataları tekrarlamayacağım."

"Herhalde bunu çok istiyorsunuz."

"Evet, hem de her şeyimi verecek kadar."

"Peki, benim size vereceğim elli beş yılın karşılığında siz bana ne verebilirsiniz?"

"Ne isterseniz?"

"Sanki bunun için her şeyden vazgeçmeye hazır gibisiniz."

"Hiç kuşkunuz olmasın. Şu anda sahip olduğum her şeyden vazgeçebilirim. Yeter ki geride bıraktığım yıllarımı bana geri verin."

Yaşlı adam, ellerini sakallarında dolaştırırken, kendini sallanan koltuğunun devinimlerine bırakmıştı. Bir süre düşündü. Müşterisinin, sabırsızlıkla, pazarlığın bitmesini beklediğinden emindi. Büyü dükkânına gelen kişiler, genellikle bir an önce istediklerini alıp gitmek için acele ederlerdi. Bu nedenle, yaşlı adam, pazarlığın başındaki düşünce yolculuklarında yalnız kalırdı. Şu anda da, sessizliğin yalnızca kendi işine yaradığını biliyordu.

Koltuğu ile birlikte öne doğru eğilerek müşterisinin gözlerinin içine baktı ve ağır ağır konuşmaya başladı;

"Beyefendi, her ne kadar siz elli beş yıl karşılığında bana her şeyinizi vermeye hazır olsanız da, ben sizden bir tek şey isteyeceğim."

"Dileyin benden ne dilerseniz."

"Belleğinizi..."

"Anlamadım?"

"Belleğinizi dedim. Elli beş yılın yaşantısını içinde barındıran belleğinizi istiyorum."

"Ah evet anladım. İlginç bir bedel. Kabul ediyorum. Tamam alın belleğimi."

"Emin misiniz?"

"Neden olmayayım? Elli beş yıl kazanacağım."

"Belleğinizi, içindeki her şeyle birlikte bu dükkânda bırakıp gideceksiniz. Elli beş yılın tek bir anını hatırlamayacaksınız, buraya neden geldiğinizi bile."

"Daha iyi ya. Her şeye yeniden başlayacağım. Zaten geçmişi hatırlamak istemiyorum ki."

"O halde, korkarım elli beş yıl sonra buraya tekrar gelirsiniz. Tabii o zaman benim yerime bir başkası size yardımcı olur."

"Hayır hayır. Emin olun ki, şu dakika belleğimi size bırakıp elli beş yılımı geri alacağım ve dükkânınızı bir daha dönmemek üzere terk edeceğim. Ve yine söz veriyorum, şu ana kadar yaptığım hataların hiçbirini tekrar etmeyeceğim."

"İsterseniz başka sözler vermeyin. Çünkü, az sonra, belleğinizle birlikte bütün hepsini burada bırakıp gideceksiniz."

Yaşlı adamın son sözleri, müşterinin duraklamasına neden olmuştu. Bu sözlerin anlamını kavrayabilmek için birkaç saniye düşünmek zorunda kaldı.

"Nasıl yani? Buradan çıktığımda hiçbir şey hatırlamayacak mıyım? Sizinle konuştuklarimızı bile, öyle mi?"

".................................."

"Yani hiçbir şeyi mi? Buraya neden geldiğimi, sizin kim olduğunuzu ve hatta..."

"Ne yazık ki!"

Yaşlı adam, şu anda pazarlığın sonuna geldiklerini hissediyordu. Karşısında oturan müşterinin yüzünde gördüğü aydınlanma, pazarlık sahnelerinin en hoşlandığı görüntüsüydü. Son sözleri müşterisinin söylemesini istediği için bir süre sessiz kaldı ve bekledi. Bu seferki sessizliğin, müşterisinin işine yaradığından emindi. Onun aydınlanan yüzünün ortasında parlayan gözbebekleri, yaşlı satıcı için, sessizliğin içinden çıkacak sesli bir coşkunun habercisi gibiydi.

Gerçekten de, konuşmaya başlayan müşterisi onu yanıltmadı;

"Sanırım ne demek istediğinizi şimdi anlıyorum. Eğer elli beş yılın bedeli bu ise, pes ediyorum. Belleğimden vazgeçemem. Bu neye benziyor biliyor musunuz? Bir kadının, çok istediği bir tokayı, saçları karşılığında satın almasına. Çok ilginç bir insansınız. Bana, büyü dükkanından almak istediğimden çok farklı bir şeyle çıkacağımı söylemişlerdi de inanmamıştım. Ben, bugüne kadar ki yaşamımı almak için gelmiştim, ancak bugünden sonraki yaşamımı alıp gidiyorum. Size teşekkür ederim."

"Bir şey değil. Güzel bir pazarlıktı. Hoşçakalın."


Yaşlı adam, müşterisini gözden kaybolana dek gülümseyene dek izlerken, aklından Santayana'nın bir sözü geçiyordu:

"Geçmişi hatırlamayanlar, onu bir kez daha yaşamak zorunda kalırlar."

DERVİŞ KAŞIKLARI

Bir gün sormuşlar ermişlerden birine; "Sevginin sadece sözünü edenlerle, onu yaşayanlar arasında ne fark vardır?" "Bakın göstereyim" demiş ermiş. Önce sevgiyi dilden gönüle indirememiş olanları çağırarak onlara bir sofra hazırlamış. Hepsi oturmuşlar yerlerine. Derken tabaklar içinde sıcak çorbalar gelmiş ve arkasından da derviş kaşıkları denilen bir metre boyunda kaşıklar.

Ermiş; "Bu kaşıkların ucundan tutup öyle yiyeceksiniz" diye bir de şart koymuş. "Peki" demişler ve içmeye teşebbüs etmişler. Fakat o da ne? Kaşıklar uzun geldiğinden bir türlü döküp saçmadan götüremiyorlar ağızlarına. En sonunda bakmışlar beceremiyorlar, öylece aç kalkmışlar sofradan.

Bunun üzerine, "Şimdi..." demiş ermiş, "Sevgiyi gerçekten bilenleri çağıralım yemeğe." Yüzleri aydınlık, gözleri sevgi ile gülümseyen, ışıklı insanlar gelmiş oturmuş sofraya bu defa. "Buyrun" deyince her biri uzun boylu kaşığını çorbaya daldırıp, sonra karşısındaki kardeşine uzatarak içmişler çorbalarını. Böylece her biri diğerini doyurmuş ve şükrederek kalkmışlar sofradan.

"İşte" demiş ermiş, "Kim ki hayat sofrasında yalnız kendini görür ve doymayı düşünürse o aç kalacaktır. Ve kim kardeşini düşünür de doyurursa o da kardeşi tarafından doyurulacaktır. Şüphesiz şunu da unutmayın. Hayat pazarında alan değil, veren kazançlıdır her zaman..."

SEVGİ KUTUSU

-Sen, dedi öfkeyle, beni hiçbir zaman sevmedin ki!
Melek Hanım, karşısında öfkeyle bağıran kızını tanıyamıyordu son günlerde. ”Ne oldu bu çocuğa. Sanki o melek gibi evladım gitti; yerine hiçbir şeyden memnun olmayan, her şeye itiraz eden, hem her zaman sinirli hem de beni sinir etmeye çalışan bu kız geldi? O’nu neredeyse hiç tanımadığımı düşüneceğim.”
Susuyordu Melek Hanım. Daha doğrusu susmaya zorluyordu kendini. Son tartışmalarının üzerinden bir gün bile geçmemişti. Sakin olmaya çalışarak:
-Nereden çıkarıyorsun bunu. Bir anne evladını  sevmez mi hiç?
-Sevmiyorsun işte! Sevseydin ilgilenirdin benimle. Sorunlarımı dinlerdin. Hınç dolu bir ses tonuyla söylemişti kızı bunları. Gözleri kocaman açılmış,elleri sinirden tir tir titriyordu genç kızın.
Melek Hanım, şaşkınlıkla ve giderek kabaran öfkesini dizginlemeye çalışarak baktı kızına. Şimdi kendisine hınçla bakan o kocaman yeşil gözleri sevgiyle bakardı bir zamanlar. Karşısında asabiyetle titreyen o eller, bulduğu her fırsatta sevgiyle sarılırdı... Kadın, kızının kışkırtıcı sözleriyle sıyrıldı daldığı düşüncelerden.
-Evet! Niye susuyorsun! Cevap versene!
Anne, sakinliğini korumaya çalışarak:
-Bu konuyu sonra konuşalım. Şimdi ikimiz de sinirliyiz.
-Kaçıyorsun demek! Her zaman yaptığın gibi, beni ve ihtiyaçlarımı arka plana atacaksın yine! dedi ve hışımla odasına girdi. Kapıyı çarpıp, hızla kilitledi.
Anne, salonun ortasında kalakalmıştı. Bu manzara bu günlerde ne çok tekrarlanır olmuştu böyle...
                                           ***
Ertesi sabah giyinmiş sakin sakin okula gitmeye hazırlanıyordu genç kız. Banyoda saçlarına spreyle şekil vermeye çalışırken bir yandan da şarkı söylüyordu.

İşini bitirip çıktığında; annesinin özene bezene hazırladığı kahvaltı masasına umursamaz bir bakış fırlattı. Masada ne yoktu ki… Mine'nin çok sevdiği dilimlenmiş kaşar. Çiçek şekli verilmiş domates, tereyağında pişmiş mis gibi kokan yumurtalı pastırma, siyah zeytin ezmesi. Daha neler neler..  Aslında çok etkilenmişti kendisi için hazırlanmış bu kahvaltı masasından. Ama etkilenmemiş görünmeyi tercih etti.
Annesi her zamanki güler yüzüyle:
-Sana kahvaltı hazırladım. Okula gitmeden bir şeyler ye de öyle git istersen, dedi.
-İstemem. Bu günlerde kilo aldım zaten. Acelem var, okula yetişmem gerek dedi o umursamaz ses tonuyla. Sonra, annesini yeterince sinir edemediğini düşünerek daha ağır konuşmak ve ona hiddetini savurmak için:
Hıh!, sanki sadece benim için mi hazırladın o kahvaltıyı. Biraz sonra babam işe gidecek. Kardeşlerim olacak o baş belaları da okullarına yetişecek. Eminim asıl onlar için hazırlamışsındır. Sen benim için öyle özel şeyler yapar mısın hiç! (Bu sözleri daha tamamlamadan pişman olmuştu bile. Ama ağzından çıkmıştı bir kere.) Sanki çocuk kandırıyor! diye söylenerek çarptı kapıyı ve çıktı evden.
Kapı önünde  korna çalan servise yetişmeye çalışırken  annesinin yüzündeki o kalp kırıklığının izini görmemekti asıl niyeti.
Omuzlarından aşağı sümbül gibi salınan açık kumral saçlarını sabahın rüzgarında savurup servise doğru yürüdü. Biçimli başını kaldırmış, havalı havalı atıyordu adımlarını. Kalkık burnunu biraz daha kaldırmış, çantasını sırtlamış, serviste kendini bekleyen arkadaşlarına doğru  parke taşlar üzerinde yürürken pişmandı, çok pişman...
Melek Hanım, kızının sabah sabah söylediği o kalpkırıcı sözlerinden sonra her şeyi bıraktı. Gitti ve salondaki koltuklardan birine oturdu. Aslında buna oturdu demekten daha çok koltuğun birinin bir köşesine yığıldı dense daha yerinde olurdu.Taba rengi koltuğun kabarık desenli döşemesine elleriyle dokunurken, bir yandan da için için ağlıyordu. Bu defa çok kırılmıştı. Düşündü bir süre. Neden böyle olmuştu kızı... Daha doğrusu kızına neler oluyordu böyle... Sonra kararını verdi. Okuldaki Rehber Öğretmen ile görüşecekti. Ne yapacağına karar verdikten sonra biraz daha rahatladı.
Kahvaltı yapması için eşini uyandırdı önce. Bir süre sonra da ufaklıkları. Büyük bir hızla sabahları kendisini bekleyen masayı toparlayıp, mutfağı düzenleme, mutfağın halı zeminini şarjlı el gırgırıyla temizleme işlerini yaptıktan sonra,eşine:
-Bu gün Mine’nin okuluna gidip Rehber Öğretmenle görüşmeyi düşünüyorum.
Mahmut Bey, kaç zamandır karısıyla kızı arasındaki sürtüşmeyi farketmişti. Fakat nedense karışmamayı tercih etmişti. Bu gidişin de bununla ilgili olduğunu anlamıştı:
-Sen bilirsin. Görüşmek iyi olur tabii. Konuşmasında olabildiğince yuvarlak ifadeler kullanmayı tercih etmişti. Anne-kız savaşına katılmama kararı almıştı sanki.
                                     ***
Melek Hanım kızının okuluna vardığında saat; 10;30´u geçiyordu. Danışma memuruyla görüştükten sonra Okul Rehber öğretmeninin odasına gitti. Durumu ona anlattı. Güler yüzlü ve iyi bir dinleyici bulmuştu karşısında.
Rehber Öğretmen, anneyi dikkatle dinledikten sonra:
-Kızınızın Sevgi Kutusu boş. O nedenle size böyle davranıyor. Sizin kendisini hiç sevmediğinizi önemsemediğinizi düşünüyor. Bunun için  bu kadar hırçın ve kırıcı. Dedi.
Melek Hanım:
-Nasıl olur? Her fırsatta ona sevgimi olabildiğince gösteriyorum. Hem, bir anne çocuğunu sevmez mi hiç?
Rehber Öğretmen:
-Elbette! Onu çok sevdiğinize inanıyorum. Fakat; kızınız sizin tarafınızdan ne kadar sevildiğinin farkında değil. Çünkü kendi "Sevgi Dilinizle" anlatıyorsunuz sevginizi. Onunkiyle değil.
-Sevgi Dili? dedi Melek Hanım anlayamamış bir ses tonuyla.
-Anlatayım. Ama dilerseniz önce bununla ilgili lise yıllarımda bir öğretmenimden duyduğum bir hikayeyi anlatayım size. Hem biraz rahatlamış, sakinleşmiş olursunuz.
"Zamanın birinde bir İngiliz, bir Fransız, bir Arap ve bir Türk arkadaş olmuş. Bir süre işaret diliyle hoş beş ettikten sonra canları meyve yemek istemiş. Hepsinin parası toplansa ancak bir kilogram meyve alacak kadarmış. İşte tam bu sırada anlaşmazlık çıkmış aralarında. Çünkü her biri kendi istediği meyvenin alınmasını istiyormuş pazardan.
İngiliz:
-Grape! Grape alınmalı! diye tutturmuş.
Fransız:
-Hayır. Raysin! Raysin alınsın! Diyormuş.
Arap:
-Ineb! Ineb alınsın. Yoksa yemem! diye ayak diriyormuş.
Türkün ısrarı hepsini bastıracak güçteymiş:
Olmaz! Ooolmaz! Üzüm alacağız. Başka meyve olmaz!diyormuş ta başka bir şey demiyormuş.
Onların bu kavgalarını uzaktan seyreden bilge bir kişi yanlarına giderek sormuş. Anlatmışlar meselenin ne olduğunu. Bilge kişi gülmüş:
-Verin bakalım paranızı. Demiş hepsine kendi dilleriyle. Çünkü bu kişi hepsinin dilini de biliyormuş.
Pazarın yolunu tutmuş bilge kişi. Bir süre sonra kucağında bir kilogram üzümle çıka gelmiş. Dört arkadaşın hepsi de atılmış ve:
-Hah! İşte ben de tam bu meyveyi istiyordum! Sonra da şaşırarak hepsinin hangi meyveyi istediğini nereden anladığını sormuşlar:
-Çok basit. Çünkü hepinizin dilini de biliyordum. Her biriniz kendi diliyle üzüm istiyordu."
Rehber öğretmen bu hikayeyi anlattıktan sonra her ikisi de gülüştü. Öğretmen Melek Hanım´a dönerek:
-Tıpkı bu hikayede olduğu gibi herkesin bir sevgi dili vardır. Eğer sevgimizi karşımızdakine onun diliyle anlatmazsak o kişi bizim tarafımızdan sevildiğini anlayamaz. Dolayısıyla  sevilmediğini düşünerek üzülür. Ve de sevilmediğini düşünen insanların yaptığını yaparak alabildiğince kırıcı olur. Siz de muhtemelen kendi dilinizle anlatıp durdunuz yıllarca sevginizi. Ama bu anlatım kızınız açısından sevgi davranışları olarak anlaşılmadı. Ve üstelik sizi suçladı sizin onu sevmediğinizi söyleyerek. Bu durum da sizin kalbinizi kırdı.
-İçimi okuyorsunuz vallahi hocam! dedi Melek Hanım. Bu güne kadar niye size gelmemişim sanki!
-İhtiyaçlar mecburiyet halini almadan bazı şeyleri gerçekleştirmiyoruz da ondan. Ama olsun, bundan sonrasına bakalım asıl biz.
-Peki, hocam şu dilleri bana anlatıverin de kızımla aramdaki o güzel günlere geri döneyim ben de dedi Melek Hanım.
-Öğle yemeğinin vakti gelmiş. İsterseniz yemeğe inelim. Sonra devam ederiz.
İkisi birlikte öğle yemeğine indi. Bu arada Melek Hanım kızıyla karşılaştı merdivende. Mine, annesini rehber öğretmenin yanında görünce annesine kızgınlık dolu bir bakış fırlattı annesine:
-Buraya gelip Rehber öğretmenle görüşerek benim karizmamı sıfırladın! Şimdi herkes benim problemli biri olduğumu düşünecek! diyordu.
Melek Hanım, kızının bu tehdit dolu bakışlarını görmezden gelerek yemeğe indi öğretmenle…
                                                       ***
Yemekten sonra Rehber Öğretmen devam etti anlatmaya:
-Günümüzde kabul gören bir teoriye göre insanların Beş Tane sevgi dili olduğu kabul edilmekte.
Bunlar;
Hizmet davranışları, Onay sözleri, Armağanlar, Nitelikli beraberlik, Fiziksel temas´tır, dedikten sonra anneye şu soruyu yöneltti:
-Sevdiklerinize sevginizi nasıl gösterirsiniz? Ya da bir insan size nasıl davranırsa onun tarafından sevildiğinizi hissedersiniz?
Melek Hanım bir süre düşündükten sonra gözleri parlayarak cevap verdi. Rehber öğretmenin ne demek istediğini anlamıştı:
-Galiba anladım hocam. Sorunuzun cevabına gelince; sevdiklerime sevgimi onlar için bir şeyler yaparak, onlara kendilerinin özel olduklarını hissettirerek gösteririm.
-Mesela?
-Mesela eve yorgun gelen eşime yemekten sonra orta şekerli bir Türk kahvesi hazırlayarak. Ve ya çocuklarım için özel bir kek, pasta veya yemek hazırlayarak. Birisi de benim için bunları yapsa doğrusu çok mutlu olurum. Mesela kızım bir pazar günü bana  sürpriz yapıp kahvaltıyı hazırlasa ne çok mutlu olurdum bir bilseniz,dedi umutla. Fakat sonra kızının sabah söylediği kırıcı sözleri hatırlayarak:
-Amaan hocam! Değil bana sürpriz yapmak, kalbimi kırmasın böyle ağır sözlerle, başka bir şey istemiyorum. Derin bir üzüntüyle söylemişti bunları.
Öğretmen:
-Üzülmeyin, bu problemi sanırım çözeceğiz. Sizin Sevgi Diliniz; "Hizmet Davranışları" bunu anlamış bulunuyoruz. Kızınız sizin kendisini sevmediğinizi söylerken neyi bahane etmişti?
-O´nun hiç dinlemediğimi, sorunlarıyla ilgilenmediğimi, pasta ve kekleri ondan daha çok önemsediğimi söylemişti bana bağırarak.
-Sanırım onun sevgi dili de "Nitelikli Beraberlik." Aslında işimiz çok kolay biliyor musunuz?
-Nasıl?
-Akşam okuldan geldiğinde onun anlattıklarını dinleyin. Yaşadığı sıkıntıları dinleyin ve onun duygularını anlamaya çalışın. İlk başlarda size yine hırçın davranabilir. Sabredin ve yılmayın. Hatta şöyle güzel bir çay demleyin, o size gününü anlatırken karşılıklı birer bardak çay için. Bu sizin sevgi dilinizle onun sevgi dilinin harka  bir kaynaşması olacaktır. Ve ümit ediyorum aranızdaki bu problemler kısa zamanda çözülecektir.
Melek Hanım'ın içinde yeni bir ümit ışığı yanmıştı. Fakat diğer sevgi dillerini öğrenmeden ayrılmak istemiyordu okuldan. Öyle ya, onun iki çocuğu daha vardı. Sordu öğretmene:
-Peki hocam bu iki dili anladım sanırım. Şu geri kalan üç dili de kısaca anlatır mısınız? Malum benim iki çocuğum daha var. Onlarla da aynı sorunları yaşamak istemiyorum.
-Anlatayım: sizin sevgi diliniz olan "Hizmet Davranışları"nı ve kızınızın sevgi dili olan "Nitelikli Beraberlik"i sanırım anladınız. Gelelim diğer sevgi dillerine:
Onay Sözleri: Bu sevgi dilini kullanan insanlar, sevgilerini karşısındakine anlatırken veya herhangi bir davranışı sevgi olarak algılarken; karşısındaki insanın olumlu ve üstün yönlerini vurgular, sözleriyle ifade ederler, karşısındakini takdir ederler. Kendilerine de bu şekilde ifade edilmesini isterler.
Armağanlar: Bu dilde kişi karşısındakine armağan alarak gösterir sevgisini. Öyle ki sevdiği insanlara armağan almak için adeta sebepler bulur, üretir. Sürpriz armağan almaktan ve kendisine de alınmasından  çok hoşlanır.
Fiziksel temas: Bu sevgi dilini kullanan insanlar, sevgilerini dokunarak, sarılarak v.b. gösterirler karşıdakine. Mesela bazı çocuklar hangi yaşta olurlarsa olsunlar kucaklanıp, öpülmekten çok hoşlanırlar. Gün içerisinde gelip gelip annesine sarılır. Hatta halk arasında bazen bu tip insanlar için "Sırnaşık" tabiri kullanılır maalesef. Oysa  nefes almak, su içmek kadar önemli ve vazgeçilmezdir bu davranışa olan ihtiyaçları.
-Hocam siz anlatırken en küçük çocuğum geldi gözümün önüne.Demek ki onun sevgi dili "Fiziksel Temas."
Melek Hanım teşekkür ederek ayrıldı Rehber öğretmenin odasından. Şimdi akşamı ve kızının dönüşünü iple çekiyordu.
                                             ***
Kızı eve geldiğinde gerginliği biraz gitmiş gibiydi. Ama sinirli hali devam ediyordu. Annesine:
-Seninle konuşmak istiyorum annne! dedi hırçın ve kırıcı bir edayla.
-Tabii ki yavrum. Dedi annesi, sesine anneliğin bütün şefkat tonlarını yükleyerek.
-Gel seninle mutfağın balkonunda karşılıklı birer çay içelim ve konuşalım.
Mine şaşırmıştı. Hayret, annesi bu gün çok farklıydı. Yemek yapma bahanesiyle onu dinlemeyi ertelememişti. Üstelik, karşılıklı çay içip sohbet etmeyi teklif ediyordu:
-Neden bu gün okula geldin? Üstelik de Rehber Öğretmenimizle görüşmeye! Şimdi herkes benim sorunlu biri olduğumu düşünecek.
-Herkes kim yavrum?
-Arkadaşlarım.
-Arkadaşların senin gibi güzel ve değerli bir kız hakkında böyle kolayca olumsuz hüküm veriyorsa onlarla ilişkilerini yeniden gözden geçirmen gerekli sanırım.
Mine şaşırmıştı.Annesinin kendisini güzel ve değerli gördüğünün hiç farkına varmamıştı bu güne kadar.
-Gerçekten öyle mi görüyorsun beni?
-Tabii ki yavrum.Aksini nasıl düşünebilirsin?Sen benim ilk göz ağrım,ilk yavrumsun.Ve sana söylediğim sözlerin hepsini yüzde yüz inanarak söyledim.Seni çok seviyorum.Sen Benim için her şeyden önemlisin.
Mine, biraz tereddüt geçirdikten sonra, ağlayarak annesinin boynuna sarıldı. Demek annesi için ev işlerinden, özel yapılmış bir kekten daha önemliydi.Kendini suçladı içinden. Nasıl olup da annesine böyle kötü davrandığına inanamadı. Eski güzel günlerind ki anne-kız diyalogunu ne kadar özlediğini de farketti. Fakat hemen içinden bir şey dürttü sanki. Yine o geçimsiz, huysuz tavrını takınarak:
-Biliyorum, beni kandırmaya, ikna etmeye çalışıyorsun! Bu gün beni yatıştırmak için sorunlarımla ilgileniyor gibi yapıyorsun. Ama yarın yine o yemek tarifleri, ıspanaklı kek, havuçlu kek benden önemli hale gelecek! Gözlerinde teselli bekler bir bakış, sesinde neredeyse yalvaran bir tonla annesine bakıyordu:
-Sana söz veriyorum yavrum, bundan sonra bir problemin veya anlatmak istediğin bir şey olduğunda elimdeki her şeyi bırakıp, sözünü bitirinceye kadar  can kulağıyla seni dinleyeceğim. Ben bu dünyada kimin için varım ki…
Anne-kız yeniden sarıldı. Mine´in gözlerinden akan yaşlar annesinin omzunu, annesininkiler ise Mine'nin omzunu ıslatıncaya kadar devam etti bu durum.
                                  ***
Üç ay sonra Mine'nin annesi Okulun Rehber öğretmenine teşekkür ziyaretine gelmişti. Karşılıklı orta şeker birer Türk Kahvesi eşliğinde sohbet ettiler uzun uzun….


                                             Ümmühan YAPAR
                                  Özel Güventaş Lisesi / P.D.R./ KONYA

11 Şubat 2014 Salı

ABRAHAM LINCOLN'UN, OĞLUNUN ÖĞRETMENİNE YAZDIĞI MEKTUP

Öğrenmesi gerekli biliyorum; tüm insanların dürüst ve adil olmadığını, fakat şunu da öğret ona: Her alçağa karşı bir kahraman, her bencil politikacıya karşı kendini adamış bir lider vardır.

Her düşmana karşı bir dost olduğunu da öğret ona.

Zaman alacak biliyorum, fakat eğer öğretebilirsen, kazanılan bir doların, bulunan beş dolardan daha değerli olduğunu öğret.

Kaybetmeyi öğrenmesini öğret ona ve kazanmaktan neşe duymayı.

Kıskançlıktan uzaklara yönelt onu.

Eğer yapabilirsen, sessiz kahkahaların gizemini öğret ona. Bırak erken öğrensin, zorbaların görünüşte galip olduklarını...

Eğer yapabilirsen; ona kitapların mucizelerini öğret. Fakat ona; gökyüzündeki kuşların, güneşin yüzü önündeki arıların ve yemyeşil yamaçtaki çiçeklerin ebedi gizemini düşünebileceği zamanlar da tanı...

Okulda hata yapmanın, hile yapmaktan çok daha onurlu olduğunu öğret ona.

Ona kendi fikirlerine inanmasını öğret, herkes ona yanlış olduğunu söylediğinde dahi...

Nazik insanlara karşı nazik, sert insanlara karşı sert olmasını öğret ona.

Herkes birbirine takılmış bir yönde giderken, kitleleri izlemeyecek gücü vermeye çalış oğluma.

Tüm insanları dinlemesini ve sadece iyi olanları almasını da öğret...

Eğer yapabilirsen üzüldüğünde bile nasıl gülümseyebileceğini öğret ona. Gözyaşlarında hiçbir utanç olmadığını öğret.

Herkesin sadece kendi iyiliği için çalıştığına inananlara dudak bükmesini öğret ona ve aşırı ilgiye dikkat etmesini...

Ona, kuvvetini ve beynini en yüksek fiyata satmasını, fakat hiçbir zaman kalbine ve ruhuna fiyat etiketi koymamasını öğret.

Uluyan bir insan kalabalığına kulaklarını tıkamasını öğret.

Ona nazik davran ama onu kucaklama. Çünkü, ancak ateş çeliği saflaştırır.

Bırak sabırsız olacak kadar cesaretine sahip olsun, bırak cesur olacak kadar sabrı olsun.

Ona her zaman kendisine karşı derin bir inanç taşımasını öğret. Böylece insanlığa karşı da derin bir inanç taşıyacakır...

Bu, büyük bir taleptir, ne kadarını yapabilirsen bir bakalım...

O ne kadar iyi, küçük bir insan, oğlum...

HAMAL

Bir şehrin en zengini öldüğünde, tellallar sokaklara dökülüp; "Ey ahali",diye bağırmışlar. "Biliyorsunuz Veli efendi öldü. Bir vasiyeti var. Ahiret hayatına alışabilmek için, kendisine bir günlük yardımcı arıyor. Kim ki, mezardaki ilk gecesini onunla beraber girerse, Veli Efendiye ait servetin yarısı kendisine verilecektir.

Ey ahali, duyduk duymadık demeyin....Tellalların bütün çabasına rağmen kimse bu parlak, fakat korkulu vasiyete kulak vermemiş. Ama sonunda, şehrin en fakir sırt hamallarından birisi çıkmış ortaya. Adamcağız bakmış ki, hayatta zaten sırtındaki küfesinden ve ipinden başka bir şey yok. O halde "hamal olarak yatıp, ertesi sabah zengin olarak kalkarım" diyerek razı olmuş... Genişçe bir mezara,iyice kefenlenen zengini ve yanına hamalı yatırmışlar. Az sonra sual melekleri gelmiş. "İkisi de bize emanet" diye konuşmuşlar. "Zengin nasıl olsa kalacak, şu hamaldan başlayalım."

Sormuşlar;

- "Dünyada malın mülkün var mıydı?"

- "Alay etmeyin" demiş, hamal. "Sırtımdaki küfeden ve ipten başka hiç bir şeyim olmadığını siz de bilirsiniz."
- "Peki diye eklemiş melekler, "o ipi ne karşılığında aldın?

Sonra küfeyi ne iş gördün de nasıl elde ettin?"

Anlatmış hamalcağız.


- "Beş kişinin malını 10 kuruşa taşıdım. İkisini yedim, sekizini sakladım. Ertesi gün de aynı işleri yaptım. Yemedim içmedim, ucuza taşıdım ve bunları aldım.

Melekler;

-Cık demişler, cık... Olmadı.... Hasan Efendi’den aldığın para, hak ettiğinden çok düşük. Biz ondan bunun hesabını soracağız.

Mehmet Efendiyle de ucuza anlaşmış ve ucuza taşımışsın...."

- İyi ama, diye cevaplamış hamal, hakettiğim parayı isteseydim, bana taşıttırmazdı. Taşıttırmayınca da aç kalırdım....."

- "O bizim işimiz" demiş melekler, "nasıl olsa buraya o da gelecek.Biz senin adına ona sorarız."
Melekler, hamalı sıkıştırmaya devam etmiş.

- "Söyle bakalım, aldığın paranın kaçını yedin, kaçını sakladın?"

- "On kuruş aldı isem, yarısını sakladım... İki kuruş aldı isem, bir kuruşunu biriktirdim..."

- "Cık" demiş melekler... "Yine olmadı, hem ucuza taşımışsın,

hem de gıdandan kesmişsin... Yani sen, kendi nefsine zulmetmişsin... Nefsine zulmetmek de günahtır, bilmez misin?..."


Hamalcağız ne cevap vereceğini düşünüp ecel terleri dökerken, sabah olmuş. Acilen mezardan yukarıya bir bakmış ki, bütün millet orada...

Kadı Efendi ve şehrin mehter takımı da kendisini bekliyor. Bir kıyamet ki sormayın."Kutlu olsun" demişler... "Bu gece kimsenin yapamayacağı bir işi başardın ama, bak artık zengin oldun."

- "Yooo", diye bağırmış hamal. "İstemem , sizin olsun... Ben, bir iple küfenin hesabını sabaha kadar veremedim, Ya o kadar servetim olsaydı, ne yapardım?"

APTALIN ÖYKÜSÜ

Adamın biri, halinden yakınır dururmuş: "Çalışıyorum, didiniyorum ancak geçinebiliyorum. Üstelik yalnızım, kimim kimsem yok..." Böyle mutsuz mutsuz sızlanıp dururken, bir karar vermiş. Yollara düşüp bir melek bulacak, halini anlatıp ondan bu haksızlığı düzeltmesini isteyecekmiş.

Yola koyulmuş. Dağda bir kurda rastlamış. Ayakta zor durabilen, bir deri bir kemik kalmış kurt, adama yaklaşmış, nereye gittiğini sormuş. Adam derdini anlatmış, "Bir melek arıyorum. Onu bulup bana yapılan haksızlığı düzeltmesini isteyeceğim..." Bunun üzerine kurt, "Bana da bir iyilik yapar mısın" demiş, "ben de gece gündüz dolaşıyorum, bir lokma yemek zor buluyorum. O meleğe benden söz et, böyle açlıktan öleyazmış kurt da olur muymuş diye sor..."

Adam yola koyulmuş. Çok geçmeden karşısına güzel bir kız çıkmış. Kız da ona nereye gittiğini sormuş. Melek hikâyesini dinledikten sonra adamın ellerine sarılmış:

"Yalvarırım o meleğe benim durumumu da anlat. Gencim, güzelim, zenginim, her şeyim var ama çok mutsuzum. Mutluluğa ulaşabilmek için ne yapmam lazım, ne olur o meleğe sor..."

Adam, melekle konuşacağına söz vermiş ve yola devam etmiş. Yorulduğunda dinlenmek için bir ağacın altına uzanmış. Çevre yemyeşilmiş ama bu ağacın neredeyse bir tek yaprağı bile yokmuş. Tabii ağaç, durumuna çok üzülüyormuş. Dert yanmaya başlamış:

"O meleği bulduğunda benden de bahseder misin. Bak, nasıl da bereketli bir toprak üzerindeyim. Bütün ağaçlar yaprağa, meyveye boğulmuş. Benimse hiçbir şeyim yok. Diğerleri gibi olmak için ne yapmalıyım, meleğe sorar mısın?"

Adam, ağaca da "peki" demiş ve yoluna devam etmiş...

Nihayet, meleği bulmaktan umudunu kesmiş, vazgeçmek üzereyken melek karşısına çıkıvermiş...

Adam derdini anlarmış, melek adamı dinlemiş ve "tamam, tamam!" demiş. "Zengin ve mutlu olabilmen için sana bir şans veriyorum. Şimdi geldiğin yoldan git, evine dön."

Meleğin bu sözleri üzerine rahatlayan adam kurdun, kızın ve ağacın ricalarını hatırlamış ve meleğe onları da anlatmış. Melek onlar için de birşeyler söylemiş. Adam bunları da bir güzel dinlemiş ve dönüş yoluna koyulmuş.

Ağacın yanına geldiğinde meleğin söylediklerini aktarmış:

"Köklerinin tam yanında gömülü altın dolu bir sandık varmış. Bu yüzden beslenemiyormuşsun. Beslenemediğin için yaprağın ve meyven yokmuş. Sandık çıkarılırsa senin de meyven ve yaprağın olacak."

"Yaşasın!" Demiş ağaç: "Çabuk orasını kaz ve o sandığı çıkar!"

"Hayır" demiş adam, "Melek bana kendi şansımı verdi. Evime dönmem lazım..." Ve yoluna devam etmiş. Genç kız bıraktığı yerde onu beklemekteymiş. Adamı görünce koşmuş ve "Melek ne dedi?" diye sormuş. "Sevinçlerini ve acılarını paylaşabileceğin birini bulup da evlenirsen bütün dertlerin hallolacak, mutlu olacaksın" demiş adam. O zaman kız, "Hadi seninle evlenelim, mutlu olmaya çalışalım!" diye atılmış. Adam, "hayır," demiş. "Buna zamanım yok. Melek benim şansımı verdi, bir an önce eve gitmeliyim. Sen de kendine başka bir koca bul artık..."

Çok geçmeden o bir deri bir kemik kurt çıkmış karşısına. Kendi şansını bulmak için evine gittiğini, acelesi olduğunu söylemiş. "Peki ya ben!" Demiş kurt, "Benim için ne dedi? Onu söyle ve git!" "Senin için söylediğini ben anlamadım" demiş adam; "melek dedi ki, o kurt, yiyecek bir aptal bulamazsa aç susuz dolaşmaya mahkûmdur."


Kurt, "ben çok iyi anladım" demiş ve aptalı yemiş.

DALGALARIN SOHBETİ

Bir zamanlar mutsuz küçük bir dalga vardı. “Öyle kederliyim ki” diye sızlandı küçük dalga. “Diğer dalgalar büyük ve güçlüler, bense o kadar küçük ve zayıfım ki. Hayat neden böyle adaletsiz davranıyor?”

Yanından geçmekte olan başka bir dalga bu sözleri duydu ve onunla konuşmaya karar verdi.
“Böyle düşünüyorsun, çünkü kendi ‘yaratılışının aslı’nı yeterince görmemişsin. Sen kendinin sırf dalga olduğunu düşünüyorsun ve acı çektiğini sanıyorsun. Hâlbuki gerçek böyle değil.”

“Nasıl?” Küçük dalga şaşırmıştı. “Ben dalga değil miyim yani? Dalga olduğum besbelli. Bak, tepem var, köpüklerim var... Ne demek istiyorsun, benim sırf dalga olmadığımı söylemek isterken?”

“Senin ‘dalga’ dediğin şey kısa süreliğine büründüğün geçici bir suret. Sen aslında sadece susun. Sen yaratılışının esasının suyun teşkil ettiğini anladığında, dalga olmanın getirdiği elemlerden kurtulacaksın.”

“Ben su isem, ya sen nesin?”

“Ben de suyum. Belki senden bir derece daha büyük de olsa, geçici bir süreliğine dalga suretinde görünüyorum, ama bu benim aslımı değiştirmiyor: Su! Senin de, benim de yaratılışımızın esası aynı: Su!”

YATMA ZAMANI

GEREKLİ OLANLAR: Oyuncak hayvan Oyuncağı içine alacak büyüklükte karton kutu Eski havlu, eski kumaş parçaları, pamuk Çocuğunuz uy...