30 Mart 2014 Pazar

KİMYASAL GÜBRE

XIX. yüzyılın ilk yarısında et özüyle yaşanabileceğine inanılamıyordu. Günümüzde bunca bollaşan konsantre çorbalar henüz çok enderdi. Temel besin ekmek ve halkın büyük çoğunluğu için tahıllardı. Ekmek yapımı da gelişmemişti. Makinelerle hamur yoğurma tekniği gittikçe yaygınlaşmaktaydı ve fırınlar genellikle odunla ısıtılmakla birlikte kömür de kullanılmaya başlanmıştı.

Buğday ekimine gelince hâlâ eski yöntemle sürdürülüyor ve bu tarım hâlâ bilgisizlik içinde yüzen köylülerin elinde bulunuyordu. Ama yine de Devrim'den bu yana toprak işçisinin hayat şartlarında bir gelişme olmuş, botanikçiler tarım işleriyle yakından ilgilenmeye başlamışlardı. XVIII. yüzyılda "iyi tarımcı" aranıyor, bilim adamları tarım üzerine makaleler yazıyor, kaliteli tohum ve verimli çalışma konuları ciddi şekilde ele alınıyordu.

Henri-Louis Duhamel du Monceau (1700-1782), buğdayı on yıldan fazla saklamanın yolunu bulmuş, ayrıca hayvanların beslenmesi ve ağaçların aşılanması konusunda incelemeler yapmıştı. Abbe Henri Alexandre Tessier (1741-1837), 1776'da buğday çeşitleri üzerinde denemelere girişmişti. 1800'den sonra Alman tarım bilgini Albrecht Taer (1752-1828), tarım tekniğini modernleştirmeye çalışmış. İsviçreli Theodore de Saussure (1767-1845), bitkilerde solunum ve beslenme mekanizmasını aydınlatmıştı. Fransız Jean-Baptist Boussingault (1802-1887), toprağın beslenmesi ve gübrelerin rolü üzerinde çalıştı. Böylece bilim, tarım konusuna da eğilerek onu başlı başına bir bilim dalı haline soktu. Fransa'da ilk tarım okulu 1822'de Nancy'de kuruldu. Bunu 1827'de Grignon'daki okul izledi. 1830'da bir Tarım Bakanlığı ve 1848'de Tarım Enstitüsü kuruldu.

Ancak, bu takdirde değer çabalara rağmen, tarım konusunda ağır bir gelişme göze çarpmaktaydı. Köylüler atalarından kalma bilgilerinden şaşmıyorlardı. Elde ettiklerini iyi fiyatla satmaya bakıyor ve gerisini umursanıyorlardı, İngiltere dışında, öteki ülkelerde yenilik çıkaranlara kuşkulu gözlerle bakılmaktaydı. Yaşayışlarındaki yalınlık, kalın kafalılıklarının aynasıydı sanki.

Daha önce anlattığımız gibi, İngiltere toprağı dinlendirme yöntemim kaldırarak bir "tarım devrimi" yapmayı başarmıştı. Bu yenilik özellikle 1840'larda Kara Avrupası'na yayıldı. Böylece toprak yalnız tahıl vermekle kalmayıp hayvan yemi de verdiğinden davarlar ve bunun sonunda da gübre çoğalmıştı. İngilizler bu durumdan yararlanıp hayvan türlerini geliştirmişler, bilinçli çiftleştirmelerle en iyi yünü veren koyun, en iyi eti sağlayan sığır türleri üretip yetiştirmişlerdi.

Toprağın ekiminde iki, üç, dört yıllık bir almaşık yöntem, o ezeli kıtlık korkusuna son vermiş, aynı zamanda kolza, şeker pancarı, şerbetçiotu gibi sınai bitkilerinin ekimine ve bostancılığa da hız vermişti. Bu arada saban yavaş yavaş yerini pulluğa bırakıyordu. Böylece toprak daha derin kazılmaya, gübrelenmeye, kireçten yoksun topraklara kireç verilmeye başlanmıştı.

Gübrelemek ve kireçlemek toprağı fizik ve kimyasal yönden geliştirmenin tek yöntemi olarak bilinmekteydi. Tarımcılığın başlamasında o güne kadar bilinen tek gübre türü hayvansaldı. Buna ara sıra bazı deniz yosunlarını da eklerlerdi. Bu sırada Thiersli köylülerin ilginç bir gözlemi oldu: Yakınlarında bulunan bıçak sapı fabrikasının, kemik artıklarını tarlalara döktüklerinden iyi ürün aldıkları dikkatlerini çekti. Bu gözlemin söylentileri kulaktan kulağa yayıldı ve kemiklerin gübre olarak kullanılması yaygınlaştı. Açıkgözler kemikleri toplayıp değirmenden geçirmeye ve tarımcılara satmaya koyuldular. Tüketim çoğalınca insan kemiklerine de dadandılar ve Napolyon'un savaş alanları temizlenmeye başlandı.

Kemik nasıl bir oluşumla tarlaların verimini artırmaktaydı? Bu soru Liebig'in kafasını kurcaladı ve Giessen'deki laboratuvarında bitkilerin beslenmeleri üzerine araştırmalar yapmaya koyuldu. 1840'da şöyle bir gözleme vardı: Bitkiler beslenmeleri için gerekli olan karbonu havadan, fosfor ve potasyumu topraktan alıyorlardı. Öyleyse toprağın verimliliği bu maddelerin ne oranda bulunduğuna bağlıydı. Kemiklerde fosfat bulunduğundan, bu oluşum açıktı.

Liebig, köklerin fosfatı daha iyi emebilmeleri için kemiklerin sülfürik asitle işlenmesini salık verdi. Bu öğüdü John Lawes adlı bir İngiliz (1414-1900) değerlendirdi. Rothamsted'deki (Hertfortshire) malikânesinde daha önce de bitkiler üzerinde araştırmalar yapmıştı. Liebig'le işbirliği kurarak kemik toplama işine girişti ve evini fabrika durumuna soktu. Buldukları kemikleri burada işleyerek süperfosfat adiyle piyasaya sürdüler (1843).

Lawes iyi bir sanayiciydi. Büyük bir servet yaptı ve tarımcıları da zengin etti. Aynı zamanda bilim adamı olduğundan, bir deneme merkezi haline gelen fabrikasında deneylerini sürdürmekteydi. Çalışmalarının sonunda, bitkilerin azotu havadan değil de topraktan aldıklarını ortaya koydu, önemli olan bu buluş tarımsal kimyaya yeni bir alan açmıştı. Bunun üzerine Şili'den nitratlar ve Peru'dan guano (kuş gübresi) ithal edilmeye başlandı.

Liebig, bitkilerin beslenmesinde potasyumun rolünü açıklamıştı. Bu besin Şili nitratlarında bulunmaktaydı. XIX. yüzyılın ikinci yarısında, Stassfurt'da (Almanya) dünyanın en zengin potasyum yatakları ortaya çıkarıldı. Böylece 1860 dolaylarında kimyacılar toprağa ihtiyacı olan fosfor, azot ve potasyumu istenen oranda verebildiler. Verim büyük çapta artmış ve o ezeli kıtlık korkusu tarihe karışmıştı. Rothamsted Deney İstasyonuna göre, 1771'de hektar başına alman ürün 21 hektolitre iken, 1885-1894 arasında 25.7'ye yükselmişti.

Öte yandan, ekim tarzı da gelişmişti. Makineleşmenin sanayiye getirdiği baş döndürücü ilerleme herkesin gözü önündeydi. 'Azami' üretim için bunun şart olduğunu artık herkes takdir ediyordu. Çünkü makine insandan daha çabuk iş görmekle kalmamakta, üretime insan elinin aciz olduğu bir düzen ve standardizasyon getirmekteydi.

Makineleşmeyi tarıma sokmak, denenmeye değer bir şey olarak görülmeye başlanmıştı. Toprağı kazan, eken, sürgü çeken, biçen, döven bir makine, o güne kadar saçma olarak düşünülmüştü, ama neden olmasındı? Galyalılar bir tür biçki makinesi kullanmışlardı: Öküzlerin çektiği bir arabanın altında bulunan dişliler buğdayı kapıp kesmekteydi. Ne var ki, bu makine tutulmamış, çarçabuk unutulup gitmişti. Çünkü tarımda makineleşme, ancak el emeğinin kıt olması durumunda yararlıdır.

Sezar'ın zamanında el emeğinin kıt olması diye bir şey söz konusu değildi. Bu ihtiyaç gerçekten ancak XVIII. yüzyılın sonlarında duyulmaya başlandı. O dönemde Sanayi Devrimi İngiliz köylülerini şehirlere çekmekteydi. Yüzlerce hektarlık toprakların sahipleri bu durumda modern tekniğe başvurmak zorunluluğunu duydular. Küçük toprak sahipleriyse topraklarını satıp şehirlere, fabrikalarda işçi olarak çalışmaya gidiyorlardı. El emeği kıtlığı tehlikeli bir durum almaya başlamıştı. Zengin tarımcıların projeleri altüst olacağa benzerdi. Buğdayı makineler aracılığıyla biçme imkânı bulunmaz mıydı?

Royal Society, sorunu yarışmaya koydu (1780). Binlerce ve çoğu hayali cevaplar geldi, öyle ki, XIX. yüzyılın ilk çeyreğine kadar şöyle elle tutulur bir çözüm şekli ileri süren olmadı. Ta 1828'e, Patrick Bell'in "biçer"ine kadar. Bu araçla, ekinler gel-git hareketine uyan bir bıçakla kesilip kenara atılmaktaydı.

Aynı tarihlerde makineleşme sorunu Amerika'da ciddi bir durum almıştı. Bu ülkede el emeği kıtlığı yoktu, ama topraklar el emeğiyle ekilmeyecek kadar büyüktü. Louisiana'yı ve daha birçok devletleri de içine alarak genişlemiş olan Amerika Birleşik Devletleri'nde çiftliklerden her biri Belçika büyüklüğündeydi ve esir tüccarları harıl harıl zenci köle taşıdıkları halde, bunlar uçsuz bucaksız topraklarda kayboluyorlardı. Bu durumda, makineleşme çok ciddi bir sorun olarak karşılarına çıkmaktaydı.

Sorunu, Virginialı bir çiftçinin oğlu, Cyrus McCormick çözümledi (1809-1884). Babasının tarlalarına iki beygirle çekilen garip bir makine getirdi. Bir kayış aracılığıyla tekerlekler bir bıçkıyı harekete geçiriyorlardı. Bu araç buğdayları biçiyor ve özel bir bölmeden geçirip yana atıyordu. Tarlaların ne büyük bir hızla ve ne kadar düzgün tarandığını görenler şaşırıp kaldılar. Bunun üzerine McCormick sanayici oldu ve 1839'dan başlayarak makinelerini satmaya başladı.

1851 Londra Sergisi tarımsal makineleşmenin zaferini ilân etti. Birçok tip biçer makine sergilenmişti. Ama McCormick'inkinin bunların en gelişmişi olduğu ilk bakışta anlaşılıyordu. Biçki makinelerinin yanı sıra mekanik ekerler, döverler ve birkaç demirli mekanik saban da sergilenmişti.

1868'de Rus Andrey Vlassenko'nun "biçerdöver"i ortaya çıktı ve aynı yıllarda ilk buharlı döverler de işlemeye başladı.

KİBRİT

Kibrit 1809'da icat edildi; bu küçücük âlet, sadece uçlarından biri, içinde potasyum klorat bulunan bir karışıma batırılmış küçük bir kükürtlü tahta parçasından ibaretti. Tutuşturmak için yoğun sülfürik aside daldırmak gerekiyordu: bu da tehlikeli ve oyalayıcı bir işti.

Kullanılışı basit ilk kibrit 1831 yılında, Dole'de, on dokuz yaşındaki genç bir Fransız öğrencisi olan Charles Sauria tarafından geliştirildi: Sauria bu karışıma, en basit sürtünmeyle alev alıveren beyaz fosfor katmayı akıl etti. Daha sonra, İsveç'te, çakma yerine sürülen bir başka karışıma kırmızı fosfor (beyaz fosforun tersine, zehirli değildir) katıldı ve kibritin ucunda sadece potasyum klorat kaldı, böylece «İsveç» kibriti veya «güvenlik» kibriti doğdu.

Türkiye 1929'a kadar kibriti Avrupa'dan ithal ederdi; ilk fabrika İstanbul'da Büyükdere'de kuruldu (1932). Yirmi yıl devlet tekelinde tutulan kibrit yapımı işi 1952'de serbest bırakıldı ve bu tarihten sonra özel fabrikalar da kuruldu.

KAUÇUK

Şimdi 1745'e XV. Louis'in saltanat yıllarına gideceğiz.

Paris çalkalanıyor: Kâşif La Condamine, Güney Amerika'ya yaptığı bilimsel inceleme gezisinden dönmüş... On yıl süren bu gezinin bastıca amacı meridyenin bir derecesini ölçmekti. Daha önce Maupertuis tarafından Laponya'da yapılan benzeri bir incelemenin sonuçlarının karşılaştırılması, Cassini ve Newton taraftarlarının arasındaki mücadeleye son vermişti: Dünya ekvatorda değil kutuplarda basık bir küre idi.

Aydın tabaka, Maupertuis'in Cassini'ye La Condamine'in Bourguer'ye karşı sürdürdüğü ve Voltaire'in kışkırtıp körüklediği polemiği yıllarca ilgiyle izlemişti. Halkın gözüyse kâşifin Peru'dan getirdiği ve Akademi'ye sunduğu bir keşifteydi. Bu, yerlilerin bir ağacın özsuyundan elde ettikleri esnek bir maddeydi. Ağacın kabuğu hafifçe yarılınca özsuyu akıveriyor ve bu su hemen donduğu halde yumuşaklığını kaybetmiyordu. Yerliler hem kırılmaz, hem de su geçirmez bu maddeyle çanta, ayakkabı, elbise ve kaplar imal edebiliyorlarmış. Bu madde aynı zamanda yay gibi uzayabildiği için çok güzel zıplayan toplar ve cam şırıngaların yerine kullanılan armut biçiminde esnek şırıngalar yapılabiliyormuş. Halk buluşu sevinçle karşılıyordu. Ne var ki Akademi üyeleri. La Condamine'in, erdemlerini sayıp tüketemediği bu maddeyi küçümseyerek bir yana ittiler.

Bunun hevea ağacının özsuyu, yani kauçuk olduğunu anlamışsınızdır. Kauçuk! Yüzyılın en önemli keşfi diyebileceğimiz madde Avrupa'ya böyle getirilmişti. Gerçekten bebeklerin biberonundan tutun da, tekerleklere, okul silgilerinden çiklete kadar günlük yaşantımızın en ufak ayrıntılarına girebildiğinden, kauçuğun uygarlığımızdaki yeri, bir benzeri daha bulunamayacak kadar büyük ve önemlidir. Kauçuktan elde edilen sayısız yararları da La Condamine'e borçluyuz. Ancak mucidin çağdaşları bunu hiç mi, hiç akıllarından geçinmiyorlardı. Şırınga ağacı deyip kahkahayı basıyor ve her biçime kolayca girebilen bu uysal maddeyi parmaklarının arasına alıp oynamakla yetiniyorlardı. Hammaddeyi ilk değerlendirme alanı ancak 1770'te bulunabildi: Okul silgisi...

Gerçek şu; kauçuğa karşı gösterilen anlayışsızlık pek de haksız değildi. Bu olağanüstü madde erdemlerine karşılık büyük kusurlara da sahipti. Amerika'dan Avrupa'ya gelinceye kadar mayalanması yetmiyormuş gibi her tarafı kirletiyor, pis kokuyor, üstelik kolay kalıplanmadığı gibi hava, ışık ve sıcağın etkisiyle bozuluyordu.

Kimyacılar bu güçlüğün çözümünü bulmakta gecikmediler: Madde, gerekli bir solüsyon (eriyik) içinde eritilip kalıba döküldükten sonra buharlaşmaya bırakıldığı takdirde kalıbın sekilini alırdı elbet. Ancak bu eritici maddenin ne olduğunu bulmak gerekiyordu. Terebentin özü, eter, petrol gibi birkaç solüsyon birden bulundu ama yalnız sonuncusuyla pratik bir sonuca ulaşıldı. 1823'te İskoçyalı kimyacı Charles Macintosh kauçuğu petrolün içinde erittikten sonra kumaşları bu solüsyonun içine batırarak su geçirmez hale getirdi.

Kısa zaman sonra daha iyi bir solüsyon bulunabileceği düşünülerek yeniden araştırmalar başladı. Çünkü bu türlü işlenmiş şekliyle kauçuk hâlâ pis kokulu, üstelik tahta gibi sertti. Kimyacılar bu maddeyi her ne pahasına olursa olsun uygarlığa kazandırmak için harıl harıl çatışmaya koyuldular.

Amaca ilk ulaşan Amerikalı Charles Goodyear oldu (1800-1860). Goodyear, Macinthos gibi bir bilim adamı değildi. Tersine kendini yeteneklerinin esinlemesine bırakan bu amatör araştırmacı, kauçuğu eline geçen her türlü kimyasal maddeyle işlemeye koyuldu. Deneme yordamı ona olumlu yolu açtıysa da kendinin ve ailesinin servetini ve sonunda hayatını bu uğurda kurban etti.

Evet, bir rastlantıyla bir gece kauçuğu ve kükürdü sobanın yanında unutması sonucu "vulkanizasyonu" (kauçuğu belli miktarda kükürtle karıştırarak soğuk ve sıcaktan etkilenmez duruma getirme işlemine "vulkanize etmek" denir.) keşfetti. AL bir oranda kükürtle karıştırdığında (2-5/100), kauçuk tam istenilen yani kalıplanmaya elverişli, dirençli ve sağlam bir madde haline geliyor, lastik dediğimiz şekli alıyordu. Baş döndürücü bir gelişmenin ve dev servetlerin kaynağı olan kauçuk sanayii doğmuştu. Ama ne yazık ki mucite kimse inanmamış, onu desteklemeyi göze alabilecek önsezisi güçlü bir tek kapitalist çıkıp elinden tutmamıştı. O kadar ki, Goodyear, 1844'te icadının beratını alabildiği zaman karşısında daha şanslı bir rakip buldu: İngiliz Thomas Hancock maddeyi bir yıldan beri imal etmekteydi.

Goodyear, dul karısına ve artı çocuğuna 200.000 dolar borç bırakarak bir otel odasında öldü. Buna karşılık Britanyalı rakibinin elinde vulkanizasyon, yaygın bir teknik haline girmiş ve 1839'da 300 ton olan dünya kauçuk üretimi 1850' de 1.000 tona yükselmişti. Ve yüzyılın sonunda da 40.000 tona varacaktı. Hancock daha da ileri gitti: Kauçuğu kükürdün etkisinde daha uzun zaman tutmak yoluyla sert bir madde olan "ebonit"i buldu. 1849'da vatandaşı F. Walton keten yağını oksitlemek ve bunu talaş ya da mantarla karıştırmak yoluyla bir tür yerli kauçuk meydana getirdi. "Linolyum" denen bu madde çabuk yaygınlaştı ve üretimi günümüzde 170 kilometre kareye kadar yükseldi.

HAVAGAZI

Nicolas Leblanc, Philippe Girard, Jacquard, gibi bahtsız mucitlere şimdiden Jouffroy d'Abbans, Chappe ve Fulton'u ve konumuzla ilgili olarak Philippe Lebon'u ekleyelim. Havagazınm, mucitlerinden biri olan Lebon da ötekilerden daha şanslı olmadı. Bir sabah ölüsünü sokakta buldular ve mezarlıkta bir çukura gömdüler.

Eski dönemlerde verilen gösterişli davet ve eğlentilerin öyküsünü tarih kitaplarında okuyoruz: Kral saraylarının muhteşem dekoru, muazzam salonlarda şatafatlı giyimleriyle boy gösteren senyörler, operada suareler, balolar, şölenler... Bu zengin dünya nasıl aydınlatılmaktaydı, diye kendi kendimize sık sık sormuşuzdur.

Geriye doğru işleyen bir zaman makinesi olsa da sözgelişi üç yüzyıl öncesine, XIV. Louis zamanına gidebilsek, şimdi bize gülünç gelen görünümlerle karşılaşırız: Versay sarayının Aynalı Galeri'sinde orada burada yanan pis kokulu isli mumların titrek ışığı altında davetlilerin gölgeleri hayaletler gibi kımıldar dururdu...

Mumlar, Devrim öncesi yıllarına kadar pahalı ve en ileri ışıklandırma aracı olarak kullanılmıştı. Balmumundan yapılanı halkın asla uzanamayacağı büyük bir lükstü. Yağ lambasıysa çok az sayıda kimseler dışında kullanılmaz olmuştu.

Sokakların aydınlatılmasına ilk defa 1667'de Paris'te başlandı ve içinde mumlar yanan lambalar kullanıldı. 1769'da bütün şehirde bu lambaların sayısı 3.500 idi ve bu göster? karşısında dünya parmak ısırdı.

Bununla birlikte, 1780'de İsviçreli asıllı bir Fransız, Argand (1750-1803) ışık gücünün, bir hava akımı yaratılarak artırılması durumunda yağ lambasının geleceğin aydınlanma aracı olabileceğini düşündü ve deneyler yapmaya koyuldu. Fitilli bütünüyle yağ kabının içinde bırakacağına, hafifçe dışarı çekti ve ekseni çevresinde hava akımının dolaşabilmesi için silindir biçimine soktu. Alev halka biçimini aldı ve lamba Argand'ın umduğu gibi daha güçlü bir ışık vermeye başladı.

Ne yazık ki, mucit, Etienne de Montgolfier'in de yakın dostu olduğu halde Fransız halkının ilgisini çekemedi. Tek ilgi gösteren kişi yararlı her yenilikten yana olan ve adından çok söz ettiğimiz İngiliz Boulton oldu. Ancak Argant'ın lambasının noksanları vardı; sözgelişi, baca görevi yapacak camı yoktu.

Bu camı bulanın Quinquet adında bir Fransız eczacısı olduğu sanılıyor.

Yeni ışıklandırmanın halka tanıtılması 27 Nisan 1874'te Paris'in ünlü tiyatrosu Comedie Français'de, "Figaro'nun Düğünü"nün ilk temsilinde yapıldı. Çabuk yaygınlaşarak 1860'da petrol lambalarına da uygulandı ve havagazının benimsendiği tarihe kadar bütün dünyada kullanıldı.

Argand'ın İngiltere'de, bu işi Boulton'a bırakması üzerine Birmingham'daki fabrikalar harıl harıl Argand lambası imal etmeye başladılar. Boulton'un fabrikaları durmadan gelişerek dünyanın en büyük tesisi durumuna gelmişti. Bütün ülkelerde ve İngiltere'nin bütün kontluklarında temsilcileri bulunmaktaydı. Cornouailles'daki temsilci, William Murdöck (1754-1839) adlı bir mühendisti. O güne kadar birçok yararlı icatları olmuştu. 1780'de Murdöck, Boulton'u bir ziyareti sırasında, ona çocukluğunda yapmış olduğu bazı deneylerden söz etti: Doğduğu İskoçya'nın kömür bölgesi Ayr'de kömür yakar, arıtır, dumanını toplamakla vakit geçirirmiş. Bu defa patronunun desteğiyle aynı deneyleri tekrarlamaya koyuldu.

Bu sabırlı kişinin çalışmalarının ayrıntıları hakkında bilgi sahibi değiliz. Fransız Lebon'unkinin aynısı olsa gerekti: Kuşkusuz bu dumanı topladıktan sonra arıtmak için sudan geçirmiş ve çıkan gazı yakmış, alevinin beyaz, parlak bir ışık verdiğini gözlemlemişti.

Bu "yanargaz" bir yenilik değildi. İngiliz Shirley 1667' de, Clayton 1739'da ve Dixon 1760'da buna dikkati çekmişlerdi. Hatta 1783'te Belçikalı Minkeleers, Louvain Üniversitesinin kitaplığını ve 1787'de Murdock'un vatandaşı Dundonald Kontu Culross, manastırının holünü bununla aydınlatmıştı. Ama Murdöck eserini, bu yarınsız girişimlere hiç benzemeyen bir inatla sürdürdü. 1792'de ışıklandırmayı önce evinde kurdu ve pis kokuları gidermek için karmaşık arıtma işlerine girişti.

Bu uzun çalışmalarının sonucunu ancak 1801'de alabildi. Ancak, bu yıllarda yalnız bununla uğraşmamıştı. Boulton ve Watt işten çekilmişler ve sorumluluğun bir kısmını aktarmak üzere onu çağırmışlardı. Murdöck işlerine öylesine dalmıştı ki, PhiKppe Lebon adlı bir Fransızın, havagazını keşfetmiş olduğunu ve Paris'te genel yerleri aydınlatmaya hazırlandığı söylentileri kulağına gelmemiş olsaydı eski araştırmalarını befki de unutup gidecekti. .Bunun üzerine işe koyuldu. 1803'te Boulton fabrikalarını ve 1805'te Manchester'deki Philips ve Lee fabrikalarını aydınlattı.

Murdöck 1780'de, Cornouailles'da deneylerine başladığı zaman Lebon henüz 11 yaşında idi. 1792'de, yani İskoçyalı, evini havagazıyla aydınlatmaya başladığı sıralardaysa, Lebon Angouleme'de mühendislik yapmaktaydı. Doğduğu şehirde yaşadığı bu kısa dönemde ani bir esinlenmeyle araştırmalara başladı. Talaş almış, bunu bir tüpün içinde yakmış, tüpün ağzına da ıslak bir bez bağlamış, bezden süzülen gazın yandığını ve keskin bir aydınlık verdiğini gözlemlemişti. Temel bulgu bu olmakta birlikte işi geliştirmek ve yararlanılabilir bir duruma getirebilmek için çok çalışması gerekecekti.

Lebon, ısınma ya da aydınlanmada, yanar maddelerden daha elverişli bir şekilde yararlanma ve bu maddelerden çeşitli ürünler elde etme konusundaki yöntemlerinin beratını ancak 1799'da alabildi. Bu yöntemler, önce odunu ısıtma ve damıtma yoluyla katranını çıkarmak, sonra elde edilen gazı su dolu bir kabın içinden geçirmekti. Gaz, suyun içinde arınıyor ve Lebon'un verdiği adla, "thermolampe" (ısı lambası) denen lambalarda yanıyordu.

Ne var ki, arıtma işlemi her halde tam olmamıştı; çünkü Paris'te yerleştiği evin çevresindeki komşular mahalleyi pis kokular sardı diye gürültüler koparttılar. Bunlara tabii mum ve Argand lambası yapımcılarınınki de eklenmeye başladı. Lebon boyun büküp evden taşınmak zorunda kaldı. Dominique sokağındaki Seignelay konağını kiraladı ve bütün Paris'i bir gösteriye davet etti. Sonuç bir zafer oldu. Burada halka yalnız küçük çapta bir gazhane değil, aynı zamanda bir deney laboratuvarı da göstermiş; evi ve bahçeyi, gazı yakan lambalarla ışıl ışıl aydınlatmıştı.

Bununla birlikte partiyi kazanmış sayılmazdı. Çünkü gazın kokusu çekilir gibi değildi. Deneyleri sürdürecek parası da kalmamıştı. Üstelik taşkömürü yerine odun gibi bir maddeden hareket etmiş olan Lebon, çıkmaza girmişti. Gelecek Murdock'un yöntemindeydi. İşin bir gün tatsızlığa varacağını anlayan mucit, çaresiz Normandiya'ya gitti ve gazhanesini Rouen'de kurdu. Orada kendisini İngilizler. Almanlar, Ruslar ve daha başkaları ziyarete geliyor, yöntemini öğrenip evlerinde uygulamaktan çekinmiyorlardı.

Her ne hikmetse, havagazının iki muciti de icatlarından bir yarar sağlayamadılar. Hemen hemen iflâs durumuna gelen ve mühendislikten aldığı maaşla geçinmekte olan Lebon, Napolyon'un taç giyme töreninde bulunmaya Paris'e gittiği 2 Aralık 1804 gecesi Champs-EIysee'de öldürüldü. Murdock ise 1839'a kadar yaşadı ve başka icatları oldu.

1805'te Veierendeel'in deyimiyle yarı bilgin, yarı şarlatan bir Alman Londra'ya geldi. Adı Winzler olan bu Kişi Avrupa'nın belli başlı şehirlerinde havagazının çığırtkanlığını yapıyordu. Kamusal bir gösteri yapma izni alarak Carlton Hous Gardens'in duvarlarından birinin üstüne bir havagazı feneri yerleştirdi. Sonra bir gaz şirketi kurdu ve Londra sokaklarını aydınlatma işini üstlendi.

Ama işler kolay yürümüyordu: Halk yangından ve zehirlenmekten korkuyor, öte yandan Walter Scott dumanla aydınlanmayı uman ve ışığı borularla taşımayı kuranların aklına şaşıyordu. 1814'te bütün bunlara rağmen havagazı, Londra sokaklarını aydınlatmaya başladı; 1817'de Amerika'da, daha sonra da Paris'te ilk gaz lambaları yandı.

Paris'te, Philippe Lebon'un dul eşi, kocasının yarıda kalan görevini üstüne alarak 1811'de bir gazhane kurdu. XVIII. Louis ve kendisinden başka hiç kimsenin bu yeni aydınlanma şekline güvenleri yoktu. 1817'de ilk denemenin yapılması kralın ısrarları sayesinde mümkün oldu ve gaz fenerleri ancak 1829'da Paris'i aydınlatmaya başladı. Fakat, yağ lambaları ancak 25 yıl sonra tam anlamıyla söndü.

HAVA YASTIKLARI

Hava yastıkları 80'li yılların başında ortaya çıktıklarından beri binlerce hayatı kurtarmışlardır. Aslında hava yastıkları İkinci Dünya Savaşı sırasında uçakların yere çakılmalarında bir önlem olarak tasarlanmış ve ilk patent o zamanlarda alınmıştı.

Hava yastıklarının arabalara uygulanmasında birçok problemle karşılaşıldı. Basınçlı havanın araba içinde muhafazası, süratle şişmenin sağlanması, ani şişme sırasında yastığın patlamasının veya kişiye zarar vermesinin önlenmesi vs...

Hava yastığında üç ana parça vardır. Birincisi yastığın kendisi ki, ince naylon iplikten yapılmış ve konsolda bir silindir üzerine sarılmıştır. Aslında sürücü tarafındaki hava yastığı diğerlerinden farklıdır. Diğerleri tipik bir silindir şeklinde iken sürücü tarafındaki direksiyonun ortasına uyacak şekildedir.

İkinci olarak yastığa ne zaman şişeceğini bildiren, arabanın ön tarafında bir sensör vardır. Bir tuğla duvara yaklaşık saatte 15 - 25 kilometre süratle çarpıldığında oluşacak kuvvet karşısında sinyal verecek şekilde ayarlanmıştır.

Son olarak da şişirme sistemi vardır. Hava yastıkları sıkıştırılmış veya basınç altındaki havanın veya bir gazın salıverilmesiyle şişmezler. Bir kimyasal reaksiyonun sonucunda şişerler. Bu kimyasal reaksiyonun ana maddesi 'sodyum azide'dir, yani NaN3. Normal şartlarda durağan olan bu molekül ısıtılınca anında ayrışır ve ortaya nitrojen gazı çıkar. Çok az miktarından, yani 130 gramından 67 litre nitrojen çıkabilir.

Ancak bu ayrışmadan ortaya bir de sodyum (Na) çıkar ki, çok reaktiftir. Su ile birleşince vücuda bilhassa gözlere, buruna ve ağza ağır tahribat verebilir. Bu tehlikeyi önlemek için hava yastığı üreticileri kimyasal reaksiyonda sodyum ile birleşebilecek bir gaz daha kullanıyorlar ki, bu da potasyum nitrattır (KNO3). Bu reaksiyondan da yine ortaya nitrojen çıkar.

Arabanın önündeki sensör belli bir seviyenin üstündeki çarpmada, NaNS'ün bulunduğu tüpe bir elektrik sinyali gönderir. Burada çok küçük bir spark oluşur ve bunun yarattığı ısıdan da NaN3 çözülür, açığa çıkan nitrojen hava yastığına dolarak şişirir. Burada ilginç olan sensörün çarpmayı algılaması ile yastığın şişmesi arasında geçen zamandır. Sadece 30 milisaniye yani 0.030 saniye.

Bir saniye sonra yastık üzerindeki özel delikler vasıtası ile kendi kendine söner ve kazazedeye devamlı baskı yapılmasına mani olur.

GÜNEŞTE KARARAN GÖZLÜKLER

Güneş ışığına maruz kaldığında kararan gözlük camları ilk olarak 1960'ların sonlarında geliştirildi, yaygın olarak kullanılmaya başlanılması ise 1990'lı yıllarda oldu.

Bu tip gözlük camlan fotokromik veya fotokromatik adı verilen ve yüzde 0,01 ile 0,1 arasında gümüş kristalleri ihtiva eden özel camlardan yapılırlar. Kristaller normalde şeffaf olup son derecede küçüktürler ve gözlük camına bakıldığında fark edilmezler.

Gözlük camlarına bol miktarda Ultraviyole ışın ihtiva eden güneş ışığı geldiği zaman kristallerdeki gümüş iyonları etkilenerek gümüş atomlarına dönüşür ve camın içinde küçük gümüş parçacıklar oluşturmaya başlarlar. Bu siyah-beyaz fotoğrafçılıktaki partiküllerin oluşumuna benzer ve tamamen kimyasal bir reaksiyondur.

Bu gümüş parçacıkları sivri uçlu ve o kadar düzensiz şekillerdedirler ki gelen ışığı olduğu gibi absorbe ederler, hiçbir rengi yansıtmazlar ve dolayısıyla kararırlar.

Gözlük tekrar loş bir ortama götürüldüğünde, gümüş atomları tekrar birleşerek gümüş kristalleri haline dönüşürler ve gözlük camının rengi normale döner. Her iki yöndeki kimyasal reaksiyonlar da çok hızlı cereyan ederler. Eğer fotokromatik camlar tekrar eski haline dönmezlerse fırında kısa süre ile (çerçeveyi eritmeyecek kadar) ısıtılmaları önerilir.

Başlarda gözlük camının tümü fotokromatik olarak yapılıyordu. Tabii kararma olayı da camın kalın olduğu kısımlarda daha koyu, ince kısımlarda daha açık oluyordu. Sonraları merceklerin üzerleri milimetrenin binde beşi kalınlığında kaplanmaya başlandı.

Günümüzde ise merceğin milimetrenin binde 150'si kalınlığındaki kısmı bir banyoya daldırılarak fotokromatik tabaka kimyasal reaksiyon yolu ile merceğin bünyesine işleniyor.

Fotokromatik camlar gördüğümüz ışığa değil Ultraviyole ışınlarına hassastırlar ve reaksiyona girerler. Dolayısıyla Ultraviyole ışınlarını geçirmeyen camların arkasında, arabaların içinde, ortam çok ışıklı da olsa kararmazlar.

16 Şubat 2014 Pazar

GEMİ PERVANESİ

Modern gemiciliğin çığrını açan pervanenin icadı, aynı zamanda utanmaz istismarcı takımının açgözlülüğünün ve haydutluğunun da tipik bir örneğidir. Bu yeteneklerin ve yürekliliğin değil, hilenin, dalavereciliğin ve her türlü insafsızlığın kol gezip zafer kazandığı bir alan oldu.

Pervane 1803'te Charles Dallery (1754-1845) adlı bir Fransız tarafından icat edilmiştir. Dallery çeşitli dallarda ilginç icatlarda bulunmuş yetenekli bir teknisyendi. En yararlı çalışmasını buharlı gemilerin gelişmesi alanında yaptı. 1788'de bir buharlı araba, 1803'te tüpe benzeyen bir kazan yapmış ve sonunda aynı yıl Seine'de pervaneyle ilerleyen bir gemi işletmişti. Böylesine değerli bir buluş karşısında insanlar mucitini alaya almaz da ne yaparlardı!.. O kadar ki adamcağız bıkkınlık ve üzüntüsünden pervaneyi kendi elleriyle parça parça etti.

Sauvage'a karşı kader daha da zalim davrandı. Boulogne-surmer'de gemi yapımcısı olan Frederic Sauvage (1786-1857) da verimli bir mucitti. Pervanenin parlak geleceğini tahmin ederek Dallery'nin tasarısını yeniden ele aldı ve onu kabul ettirmek için üst üste denemeler yaptı. Ama ne yazık ki, mücadele yeteneğine sahip bir insan değildi. Armatörler, Bilimler Akademisi, resmi makamlar, hepsi yardım taleplerini reddettiler. 1832'de bir berat alabildi ama, bu hiç bir işine yaramadı. Çünkü öteki beriki icadını uluorta çalıp kullanmakla kalmıyor, durmadan aleyhine davalar açılıyordu. Öyle ki zavallıcık paralarının suyunu çekmesine davaların aleyhine dönüşüne beratının kamu malı haline gelmesine ve rakiplerinin icatlarını rahatça çalıp servetler edinmesine sadece tanık oldu.

İlk pervaneli gemiyi denize indiren sanayi alanında bir çok gelişmelerin yaratıcısı İsveçli Johan Ericsson (1803-1889) oldu. 1837'de işleyen bir gemi saatte 10 mil yol alıyordu. Amerikalılar Ericsson'u donanmalarının yapımını gözetmek üzere ülkelerine çağırdılar. Öte yandan işi gemi mühendisliğine çeviren İngiliz çiftçisi Francis Petty Smith (1808-1874), pervane ile işleyen bir gemi inşa ederek 9 mil hıza ulaştı. Ve her yanda pervaneli gemiler yapılmaya başlandı. Hepsi de pek güzel para kazandılar. Kimse ne berat düşündü, ne de öncelik hakkı bildi. Sauvage ise hem umutlarını yitirmiş hem beş parasız kalmıştı. Paris'te hastanelerden birinde ölüp gitti.

1840 yılını hatırımızda tutalım: Liverpool-New York arasında ilk pervaneli gemi Britannia o yıl işledi. 1843'te de Fransa, Napolyon adlı pervaneli gemisiyle 11 mil hıza ulaştı. Durmadan artan ülkelerarası rekabetin sonucu olarak gemilerin hızı artmakla kalmıyor, konfor ve makineler de gelişiyordu. Transatlantiklerin tonaji 1865'te 2.500 iken 1900'de 15.000 ton ve kırk yıl sonra da 40.000 tona yükseldi. Hızları da New York hattı üzerinde 1840’ta 11 mil iken, 1900'de 22'yi ve 1939'da 30 mili buldu. Bu hız artışı makinelerin gittikçe güçlenip gelişmesinin sonucuydu: "Britannia 500 beygir, Etrusla (1885) 14.000 beygir, Lucanla (1893) 31.000 beygir-Mauretanta (1908) 70.000 beygir, Bremen (1933) 96.800 beygir, Rex (1934) 120.000 beygirgücündeydiler.

Makinelerin gelişmesiyle birlikte pistonların yerini türbinler, kömürün yerini mazot aldı. Hızın artırılması için çalışmalarının yanı sıra gemilere en gelişmiş hidrodinamik şeklin verilmesi kaygısı da yer almıştı. Çizgilerin titizce hesaplanması sayesindedir ki, Normande (1935) 160.000 beygirgücünde olduğu halde 200.000 beygirgücündeki Queen Mary ile rekabet edebiliyordu.

Okyanusaşırı hız rekoru sembolünün mavi kurdele olduğunu biliyoruz. Bunu 1952'den beri Amerikan gemisi olan United States elinde tutmaktadır. Aşılmaz bir rekoru kıran bu transatlantiğin hızı 35.6 mil/saat olup okyanusu 3 gün 10 saatte geçmiştir.

Makineler hidrodinamik alandaki gelişmelerin dışında, denizlere egemenlik mücadelesinde iki etken daha büyük rol oynamışlardır. Biri, gemicilik yöntemlerinde kaydedilen ilerlemedir... Bu konu, daha önce de sözünü ettiğimiz gibi bilimlerin tekniğe verimli müdahalelerde bulunabildikleri bir alandır. Hadley'in yansımalı oktant'ı (denizlerde yıldızların yüksekliğini ölçmeye yarayan araç) (1731), Alman Tobie Mayer'in ay hareketleri tablosu (1767) ve İngiliz Harrison'un kronometresi (1760) olmasaydı okyanusaşırı bağlantılarda ticaretin gerektirdiği dakiklik asla sağlanamazdı. Buna haritaların geliştirilmesini ve deniz fenerlerinin artırılmasını da eklemek gerekir. Bütün bu araçlar önceleri odunla aydınlatılırken, sonra kömür ve 1823'ten başlayarak havagazı kullanılmıştı. Aynı zamanda önce küre biçiminde olan; ışık yansıtıcıları daha sonra parabol biçimine sokulmuştur. (1765.)

Deniz egemenliğini aynı güçle destekleyen ikinci etken XIX. yüzyılda başlayan benzeri görülmemiş ekonomik atılımdır. Bu yüzyıl, kömür sayesinde İngiltere'nin dünya egemenliğini kurduğu, Almanya'nın sanayide dev adımlar attığı Amerika'nın zenginlik ve dinamizmiyle ortaya çıktığı, sömürgelerdeki zenginliklerin Avrupa'ya aktığı dönemdir. Bu denizaşırı servetlerin parlaklığıyla gözleri kamaşan tüccar ve sanayicilerin buharlı gemiyi desteklemekte çıkarları büyüktü.

Bakışlar okyanuslar ötesi ticaretin ve gemiciliğin gelişmesine öyle bir hayranlıkla dikilmişti ki, karalarda da malları gittikçe daha uzaklara daha hızlı taşıma ihtiyacının doğduğunun ve bu alanda gelişmeler kaydedildiğinin kimse farkında değildi. Bununla birlikte yolların, bir ülkenin can damarları olduğu ve hayatında belli başlı rolü oynadığını bilinci uyanmaktaydı.

YATMA ZAMANI

GEREKLİ OLANLAR: Oyuncak hayvan Oyuncağı içine alacak büyüklükte karton kutu Eski havlu, eski kumaş parçaları, pamuk Çocuğunuz uy...