9 Şubat 2014 Pazar

SEDEF ÇİÇEĞİ

Mahkeme salonunda, seksen yaşlarındaki yaşlı çiftin durumu içler acısıydı.

Adam inatçı bakışlarla, suskun ninenin ağlamaktan iyice çukurlaşmış gözleri ve bıkkın bakışlarını süzüyordu. Hakim yaşlı kadına sordu.


"Anlat teyze, neden boşanmak istiyorsun?"


Yaşlı kadın, derin bir nefes çektikten sonra, baş örtüsünü düzeltti, kısılmış sesi ile konuşmaya başladı.


"Bu adam canıma yetti. Elli yıldır bezdirdi hayattan..." Sonra uzunca bir sessizlik oldu mahkeme salonunda... Sessizlik, bu tür haberleri her gün manşet yapan gazetecilerden birinin flaşıyla bozuldu. Kim bilir nasıl bir manşet atacaklardı, yaşanmış elli yılın ardından. Çok sayıda gazeteci izliyordu davayı... Kadın neler diyecekti? Herkes onu dinliyordu. Yaşlı kadının gözleri doldu anlatmaya devam etti. "Bizim bir sedef çiçeği vardı çok sevdiğim... O bilmez... Elli yıl önceydi... O çiçeği bana verdiği çiçekler arasından kopardığım bir yapraktan tohumlamıştım, öyle büyüttüm. Yavrumuz olmadı, onları yavru bildim. Bir süre sonra çiçek kurumaya başladı. O zaman adak adadım. Her gece güneş açmadan önce, bir tas suyla sulayacağım onu diye... İyi gelirmiş öyle dediler. Elli yıl oldu, bu adam bir gece kalkıp bir kere de bu çiçeği ben sulayayım demedi. Zaten ben sulayacağıma dair adak dilemiştim, o sulasa olmazdı ama ondan bunca yıllık evliliğimizde bir tek şey istedim. Uyuya kalırsam beni uyandırmasını.


Ama elli yıl boyunca onun uyandırmasına gerek kalmadan hep kendim kalkıp suladım sedefimi. Taa ki geçen geceye kadar. O gece takatim kesilmiş uyuyakalmışım... Ben, böyle bir adamla elli yıl geçirdim. Hayatımı, umudumu, her şeyimi verdim. Ondan hiç bir şey görmedim. Bir kerecik olsun, benim görevlerimden birisini yapmasını beklemedim. Onsuz daha iyiyim, yemin ederim" Hakim yaşlı adama dönerek; "Diyeceğin bir şey var mı baba?" dedi.


Yaşlı adam elindeki bastonla kürsüye zar zor yürüdü. O ana kadar suçlanmış olmanın utangaçlığını hissettiren yüz ifadesiyle hakime yöneldi. Tane tane konuştu. "Askerliğimi Reisicumhur köşkünde, bahçıvan olarak yaptım. O bahçenin, görkemli görünmesi için çiçeklere emek verdim. Hanımımı da orada tanıdım, Sedef çiçeklerini de... Ona en güzel çiçeklerden buketler verdim. İlk evlendiğimiz günlerin birinde, boyun ağrısı nedeniyle, onu doktora götürdüm. Doktor çok uzun süre uyanmadan yatarsa; boynundaki kireç sertleşir, kötüleşir dedi. Her gece uykusunu bölüp uyansın, gezinsin dedi. Ama bizim hatun doktoru dinlemedi. 


Lafım geçmedi... O günlerde, tesadüf, bu çiçek kurumaya yüz tuttu. Ben ona "Bu sedef çiçeğini gece sulamak lazım, yoksa bozulur." dedim. Adak dilettim... Her gece onu uyandırdım ve onu seyrettim. Her gece o çiçek ben oldum sanki. Her gece, o yattıktan sonra uyandım. Saksıdaki suyu boşalttım. Sedef, gece sulanmayı sevmez hakim bey... Geçen gece de... Yaşlılık... Ben de uyanamadım. Uyandıramadım... Çiçek susuz kalırdı ama kadınımın boynu yine azabilirdi. Suçlandım... Sesimi çıkartmadım..."


O anda gazeteciler dahil, mahkeme salonundaki herkes ağlıyordu...


SEVGİ AĞACI

Yeni evli bir çift vardı. Evliliklerinin daha ilk aylarında, evliliğin hiç de hayal ettikleri gibi olmadığını anlamışlardı. Aslında birbirlerini sevmiyor değillerdi. Son zamanlarda o kadar sık olmasa da, evlenmeden önce sık sık birbirlerini çok sevdiklerine dair ne kadar da dil dökmüşlerdi. Ama şimdilerde, küçük bir söz, ufak bir hadise aralarında orta çaplı bir kavganın çıkmasına yetiyordu. Bir akşam oturup, ilişkilerini gözden geçirmeye karar verdiler Her ikisi de, boşanmayı istememekle beraber, işlerin böyle gitmeyeceğinin farkındaydılar. Erkek, "Aklıma bir fikir geldi"dedi. "Bahçeye bir ağaç dikelim ve eğer bu ağaç üç ay içinde kurursa boşanalım. Kurumaz da büyürse ayrılmayı bir daha aklımızdan geçirmeyelim. Bu süre içinde de ayrı ayrı odalarda kalalım." Bu ilginç fikir eşinin da hoşuna gitti. Erkesi gün gidip bir meyve fidanı aldılar ve birlikte bahçeye diktiler. Aradan bir ay geçti. Bir gece bahçede karşılaştılar. Her ikisinin de elinde içi su dolu birer bidon vardı. 

AFFETMENİN HAFİFLİĞİ

Bir lise öğretmeni bir gün derste öğrencilerine bir teklifte bulunur:
"Bir hayat deneyimine katılmak ister misiniz?"
Öğrenciler çok sevdikleri hocalarının bu teklifini tereddütsüz kabul ederler. "O zaman" der öğretmen. "Bundan sonra ne dersem yapacağınıza da söz verin." Öğrenciler bunu da yaparlar. "Şimdi yarınki ödevinize hazır olun. Yarın hepiniz birer plastik torba ve beşer kilo patates getireceksiniz!" Öğrenciler , bu işten pek birşey anlamamışlardır. Ama ertesi sabah hepsinin sıralarının üzerinde patatesler ve torbalar hazırdır. Kendisine meraklı gözlerle bakan öğrencilerine şöyle der öğretmen: "Şimdi, bugüne dek affetmeyi reddettiğiniz her kişi için bir patates alın, o kişinin adını o patatesin üzerine yazıp torbanın içine koyun. " Bazı öğrenciler torbalarına üçer-beşer tane patates koyarken, bazılarının torbası neredeyse ağzına kadar dolmuştur. Öğretmen, kendisine "Peki şimdi ne olacak?" der gibi bakan öğrencilerine ikinci açıklamasını yapar: "Bir hafta boyunca nereye giderseniz gidin, bu torbaları yanınızda taşıyacaksınız. Yattığınız yatakta, bindiğiniz otobüste, okuldayken sıranızın üstünde, hep yanınızda olacaklar." Aradan bir hafta geçmiştir. Hocaları sınıfa girer girmez, denileni yapmış olan öğrenciler şikayete başlarlar:
"Hocam, bu kadar ağır torbayı her yere taşımak çok zor." "Hocam, patatesler kokmaya başladı. Vallahi, insanlar tuhaf bakıyorlar bana artık." "Hem sıkıldık, hem yorulduk?"
Öğretmen gülümseyerek öğrencilerine şu dersi verir: "Görüyorsunuz ki, affetmeyerek asıl kendimizi cezalandırıyoruz. Kendimizi ruhumuzda ağır yükler taşımaya mahkum ediyoruz. Affetmeyi karşımızdaki kişiye bir ihsan olarak düşünüyoruz, halbuki affetmek en başta kendimize yaptığımız bir iyiliktir.

İNDİRİM

Ayakkabıcı, yeni getirdiği malları vitrine yerleştirirken, sokaktaki bir çocuk onu izlemekteydi. Okullar kapanmak üzere olduğundan, spor ayakkabılara rağbet fazlaydı. Gerçi mallar lüks sayılmazdı ama, küçük bir dükkan için yeterliydi. Onların en güzelini ön tarafa koyunca, çocuk vitrine doğru biraz daha yaklaştı. Fakat bir koltuk değneği kullanmaktaydı. Hem de güçlükle..

Adam ona bir kez daha göz attı. Üstündeki pantolonun sol kısmı, dizinin alt kısmından sonra boştu. Bu yüzden de sağa sola uçuşuyordu.

Çocuğun baktığı ayakkabılar, sanki onu kendinden geçirmişti. Bir müddet öyle durdu. Daldığı hülyadan çıkıp yola koyulduğunda, adam dükkandan dışarı fırlayıp:

Küçüüük!. diye seslendi. Ayakkabı almayı düşündün mü? Bu seneki modeller bir harika!.

Çocuk, ona dönerek:

Gerçekten çok güzeller!. diye tebessüm etti. Ama benim bir bacağım doğuştan eksik.

Bence önemli değil!. diye, atıldı adam. Bu dünyada her şeyiyle tam insan yok ki!. Kiminin eli eksik, kiminin de bacağı. Kiminin de aklı ya da imânı. Küçük çocuk, bir şey söylemiyordu. Adam ise konuşmayı sürdürdü:
Keşke imanımız eksik olacağına, ayaklarımız eksik olsa idi.

Çocuğun kafası iyice karışmıştı. Bu sefer adama doğru yaklaşıp:

Anlayamadım!. dedi. Neden öyle olsun ki?

Çok basit!. dedi, adam. Eğer imanımız yoksa, cennete giremeyiz. Ama ayaklar yoksa, problem değil. Zaten orda tüm eksikler tamamlanacak. Hatta sakat insanlar, sağlamlara oranla, daha fazla mükafat görecekler...

Küçük çocuk, bir kez daha tebessüm etti. O güne kadar çektiği acılar, hafiflemiş gibiydi. Adam, vitrine işaret ederek: Baktığın ayakkabı, sana yakışır!. dedi. Denemek ister misin?

Çocuk, başını yanlara sallayıp: Üzerinde 30 lira yazıyor, dedi. Almam mümkün değil ki!.

İndirim sezonunu, senin için biraz öne alırım!. dedi adam. Bu durumda 20 liraya düşer. Zaten sen bir tekini alacaksın, o da 10 lira eder. Çocuk biraz düşünüp:

Ayakkabının diğer teki ise yaramaz!. dedi. Onu kim alacak ki?

Amma yaptın ha!. diye güldü adam. Onu da, sağ ayağı eksik olan bir çocuğa satarım.

Küçük çocuğun aklı, bu sözlere yatmıştı. Adam, devam ederek: Üstelik de öğrencisin değil mi? diye sordu.

İkiye gidiyorum!. diye atıldı çocuk. Üçe geçtim sayılır. Tamam işte!. dedi adam. 5 Lira da öğrenci indirimi yapsak, geri kalır 5 lira. O da zaten pazarlık payı olur. Bu durumda ayakkabı senindir, sattım gitti!. Ayakkabıcı, çocuğun şaşkın bakışları arasında dükkana girdi. İçerdeki raflar, onun beğendiği modelin aynısıyla doluydu. Ama adam, vitrinde olanı çıkarttı. Bir tabure alıp döndükten sonra, çocuğu oturtup yeni ayakkabısını giydirdi. Ve çıkarttığı eskiyi göstererek: Benim satış işlemim bitti!. dedi. Sen de bana, bunu satsan memnun olurum. Şaka mı yapıyorsunuz? diye kekeledi çocuk. Onun tabanı delinmek üzere. Eski bir ayakkabı, para eder mi?

Sen çok câhil kalmışsın be arkadaş… dedi, adam. Antika eşyalardan haberin yok her halde. Bir antika ne kadar eski ise, o kadar para tutar. Bu yüzden ayakkabın, bence en az 30- 40 lira eder.

Küçük çocuk, art arda yaşadığı şokları, üzerinden atabilmiş değildi. Mutlaka bir rüyada olmalıydı. Hem de hayatındaki en güzel rüya. Adamın, heyecandan terleyen avuçlarına sıkıştırdığı kağıt paralara göz gezdirdikten sonra, 10 liralık banknotu geri vererek:

Bana göre 20 lira yeterli.. dedi. İndirim mevsimini başlattınız ya!..  Adam onu kıramayıp parayı aldı. Ve bu arada yanağına bir öpücük kondurdu. Her nedense içi içine sığmıyordu. Eğer bütün mallarını bir günde satsa, böyle bir mutluluğu bulamazdı. Çocuk, yavaşça yerinden doğruldu. Sanki koltuk değneğine ihtiyaç duymuyordu. Sımsıcak bir tebessümle teşekkür edip:

Babam haklıymış!. dedi. Sakat olduğum için, üzülmeme hiç gerek yok!.? demişti.

Cüneyd Suavi

BAŞARI, ZENGİNLİK VE SEVGİ

Alışverişe gitmek üzere evden çıkan bir kadın, kapısının karşısındaki kaldırımda oturan bembeyaz sakallı üç yaşlıyı görünce önce duraksadı, sonra onları, tüm içtenliğiyle evine davet etti; "Burada böyle oturduğunuza göre, üçünüz de kesinlikle acıkmış olmalısınız", dedi. "Lütfen içeri gelin, size yiyecek bir şeyler hazırlayayım."

Üç yaşlıdan biri, kadına, eşinin evde olup olmadığını sordu. Kadın, eşinin biraz önce çıktığını, şu anda evde olmadığını söyledi. Yaşlı adam, başını iki yana salladı; "Eşiniz evde değilse, biz de davetinizi kabul edemeyiz", dedi.

Akşam eşi geldiğinde, kadın karşı kaldırımdaki yaşlı adamlarla arasında geçen konuşmayı anlattı. "Senin evde olmadığını öğrenince, içeri girmek istemediler" dedi. Yaşlı adamların bu davranışlarını öğrenince, kadının eşi üzüldü. "Bir bakıversene dışarı", dedi. "Hâlâ oradalarsa, şimdi davet edebilirsin eve."

Kadın kapıyı açar açmaz, karşı kaldırımdaki bembeyaz sakallı üç yaşlıyla yeniden karşılaştı. "Eşim geldi, şimdi evde" dedi ve onlara davetini yineledi; "Yemeğimizi birlikte yemek için sizi şimdi davet edebilir miyim evimize?"

Kadının davetine yaşlılardan biri yanıt verdi; "Biz hiçbir eve üçümüz birlikte gitmeyiz", dedi ve kısa bir duraksamadan sonra, bir açıklama yaptı; "Sağ yanımdaki bu arkadaşımın adı, zenginliktir. Bu yanımda oturan arkadaşımın adı başarı, benim adım ise sevgidir.

Kendini ve arkadaşlarını tanıttıktan sonra sevgi, kadına ilginç bir öneride bulundu "Şimdi evinize gidin ve eşinizle başbaşa verip, bir karara varın", dedi. "İçimizden sadece birimizi davet edebilirsiniz evinize. Hangimizi davet etmek istediğinize karar verin, sonra gelin, kararınızı bize bildirin."

Kadın, sevginin önerisini eşine anlattığında, adam sevinçten göklere fırladı. "Aman ne güzel, ne güzel", dedi. "Hangisini davet edeceğimizi bize bıraktıklarına göre, biz de içlerinden zenginliği davet ederiz ve evimiz de bir anda zenginliğe kavuşmuş olur."

Eşinin kararı, kadının hiç de hoşuna gitmedi. "Başarıyı davet etsek, daha mantıklı bir karar vermiş olmaz mıyız, kocacığım?", dedi.

Kayınvalidesiyle, kayınpederinin bu konuşmasına, içerideki odada bulunan gelinleri de kulak misafiri olmuştu. Koşarak içeri girdi ve o da kendi önerisini söyledi; "En doğru karar, sevgiyi davet etmek değil midir?", dedi. "Düşünsenize, evimiz bir anda sevgiye kavuşacak"

Gelinin bu önerisi, kayınpederin de, kayınvalidenin de çok hoşlarına gitti. "Tamam, en doğru karar bu olacak" dediler. Sevgiyi davet edelim..."

Kadın kapıyı açtı ve üç yaşlıya birden sordu; "İçinizde hanginiz sevgiydi? Onu davet etmeye karar verdik. Lütfen buyursun..."

Sevgi ayağa kalktı, eve doğru yürümeye başladı. Arkadaşları da ayağa kalktılar ve sevginin arkasından, onlar da eve doğru yürümeye başladılar. Kadın, büyük bir şaşkınlık ve heyecan içinde, zenginlikle başarıya sordu; "Siz niçin geliyorsunuz? Ben yalnız sevgiyi davet etmiştim."

Kadının bu sorusuna, üç yaşlı birlikte yanıt verdiler; "Eğer içimizden yalnız zenginliği ya da başarıyı davet etmiş olsaydınız, davet edilmeyen ikimiz dışarıda bekleyecektik. Fakat siz sevgiyi davet ettiniz. Bu durumda üçümüz birden gelmek zorundayız evinize."

Ve kadının "niçin?" diye sormasını beklemeden, zenginlik ve başarı sözlerini şöyle sürdürdüler; "Çünkü sevginin olduğu her yerde, biz zenginlik ve başarı da her zaman, onun yanında oluruz.


SON YAPRAK

Petra ve Rose, Londra'nın biraz dışında bir semtte, iki katlı bir evin ikinci katını paylaşan iki arkadaştılar. Rose bir kitapçıda, Petra ise bir kafe de çalışmaktaydılar. Çok az kazanıyor olmalarına rağmen, küçük evlerinde mutluydular ve bir çok konuda mükemmel denecek kadar iyi anlaşan bu iki genç kız, birbirleri için gerçek anlamda dost olduklarını da çok iyi bilmekteydiler.

O yıl, yaz sonuna doğru, Petra aniden rahatsızlandı. Bir kaç gün yatıp dinlenmenin ona iyi geleceğini ve sonra yine işinin başına dönebileceğini düşünüyordu ama öyle olmadı. Aradan haftalar geçmesine rağmen, Petra bir türlü iyileşememişti. Rose kısıtlı imkanlarına rağmen, defalarca doktor çağırmış, muayene ettirmişti Petra'yı ama, doktorlar da kesin bir şey söylememişler ve her defasında Rose'nin eline bir reçete sıkıştırıp "Bir de bunları kullansın" demekle yetinmişlerdi.

Haftalar geçmişti. Petra'nın durumu gün günden daha da kötüye gidiyordu. Rose gündüzleri işe gitmek zorunda olduğundan, kendisi işteyken Petra’ya alt katta oturan yaşlı ev sahibeleri göz kulak olmaktaydı. Rose her akşam iş çıkışı arkadaşının yanına koşuyordu, hep bir umutla...

Derken sonbahar gelmişti. Petra, cam kenarındaki yatağından, solgun ve bitkin hali ile bütün gün bahçedeki erik ağacının yapraklarını seyretmekteydi. Bir akşam güçsüz sesi ile,
-Rose, sonbahar geldi. Erik ağacı yapraklarını savuruyor.
Bir an durakladı yutkundu, gerçekten çok zor konuşabiliyordu.
-Rose, ben o erik ağacında ki son yaprağın düştüğü gün öleceğim!
Rose önce irkildi, sonra hiddetlendi.
-Saçmalama! diye bağırmaya başladı. Fakat Petra o günden sonra hep aynı şeyi tekrarladı durdu. Öyle inanıyordu. Erik ağacının son yaprağı düştüğünde ölecekti.

Zaman çabuk geçmekteydi, kısa bir süre sonra bir Cumartesi sabahı uyandığında erik ağacında sadece üç tane yaprağın asılı kaldığını farketti. Petra yine o son derece bitkin sesiyle ve artık kurtulmak istiyormuşcasına.
-Rose, çok az kaldı. Ben öleceğim. dedi. Rose cam kenarında arakasını Petra’ya dönmüş gözyaşı dökmekteydi, kendini zorlayarak "Saçmalıyorsun" diyebildi zorlukla ve sonra bir şeyi bahane ederek koşardım merdivenleri indi, yaşlı ev sahibelerinin boynuna sarılıp hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Yaşlı kadın da son derece endişeli ve kederliydi ama elinden gelen bir şey yoktu. Ertesi sabah Petra uyandığında, Rose'nin evde olmadığını farketti. Oysaki günlerden pazardı ve Rose sabahın bu erken saatinde asla dışarıya çıkmazdı. Bir süre sonra yaşlı kadın geldi Petra'nın yanına ve ona bir not uzattı.

"Petra, aylardır her hafta sonumu seninle geçirmekten çok sıkıldım. Bugünü kendime ayırdım. Akşama eve geç döneceğim, beni merak etme. Bayan Kenston seni yalnız bırakmayacağına dair bana söz verdi, o yüzden içim rahat. Beni anlayacağını umuyorum, görüşmek üzere tatlım... Rose..."

Petra bu notu okuduktan sonra, Rose'ye ne kadar haksızlık ettiğini farketmişti. Aylardır her hafta sonu ona "Beni yalnız bırakma Rose" diye ısrar ettiği için şimdi hem üzülmüş hem de bu kadar bencil davrandığı için kendisinden utanmıştı.

O günün akşamı Rose eve gelmedi. Gece yarısı saat bir sularında, bayan Kenston yanında iki adamla birlikte Petra'nın odasına girdi ve Petra'nın yatağını odanın bir diğer köşesine çektirdi. Petra hastalığından ötürü geceleri son derece bitkin olduğundan, kendisinde onlara neler olduğunu soracak gücü bile bulamadı. Evet yatağı odanın diğer köşesine çekmiş ve daha sonra da hiçbir şey söylemeden çıkıp gidilmişti.. Petra neler olduğunu anlamaya çalışmış ama bu son derece saçma davranışa bir anlam verememişti. Sonra yine ilaçların etkisiyle derin bir uykuya dalmıştı. Ertesi sabah çok erken bir saatte bayan Kenston, yine yanında o iki adamla birlikte Petra'nın odasına girip, yatağı yine cam kenarındaki eski yerine çektirdi. Petra güçlükle,
-Neler oluyor bayan Kenston? Neden yatağımı oradan oraya taşıyorsunuz? Hem de hiç olmadık zamanlarda...
-Senin haberin yok. Dün gece nasıl bir fırtına vardı biliyor musun?! Pencereler pek sağlam değil, cam kenarında üşütebilirdin. Şimdi fırtına dindi biz de yatağını yine eski yerine çektik.

Ertesi gün, daha sonraki gün ve ondan sonra ki günlerde Rose eve gelmedi. Petra artık iyice endişelenmekteydi.
-Bayan Kenston, Rose'nin başına mutlaka bir şey geldi. Polise haber vermeliyiz. Ona birşey oldu yoksa o beni asla bu kadar uzun süre tek başıma bırakmazdı...
Artık dayanacak gücü kalmamıştı ve başını yaşlı kadının omzuna koyup hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Bu öyle bir ağlamaktı ki yaşlı kadın şaşkın , ne yapacağını ne diyeceğini bilemez bir halde sadece Petra'nın saçlarını okşayıp, "Üzülme" diyebilmişti.
Petra saatlerce ağladı ve hep aynı şeyleri tekrarlayıp durdu.
-Biliyorum, onun başına kötü bir şey geldi... Ona bir şey oldu... bunu hissediyorum...
Yaşlı kadın artık dayanamıyordu. Gözlerinden yaşlar süzülürken bir yandan konuşmaya başladı.
-Petra, güçlü olmak zorundasın. Hayat bazılarına karşı son derece acımasız... Sana nasıl söyleyeceğimi bilmiyorum ama artık saklayamam çünkü sen böyle kahroldukca, ben de seninle birlikte tükendiğimi hissediyorum... Petra güçlü olmak zorundasın yavrum...Güçlü ve metanetli olmak zorundasın... Rose öldü !
-Öldü mü !!!... Nasıl... nasıl öldü?
Yaşlı kadın ağlayarak anlatmaya devam etti.
-Hani şu erik ağacındaki yaprak var ya... O en son yaprak da düştüğünde öleceğine o kadar çok inanıyordun ki, Rose bu duruma bir çare bulmak gerektiğini düşündü ve buldu da. Bir akşam benim dairemde oturup, kırtasiyeden aldığı özel bir karton ve boyalarla bir yaprak yaptı, onu erik ağacına çıkıp bağlayacak ve o erik ağacının hiç düşmeyecek son yaprağı olacaktı. Böylelikle sen de umudunu hiç yitirmeyecektin. Bunun bir mucize olduğunu düşünecek ve hayata yeniden bağlanacaktın. Rose böyle düşünüyordu. Yaprak bittiğinde, o korkunç fırtınanın olduğu gece, sen uyuyana kadar benim dairemde bekledi. Zaten gündüz de gerekli özel malzemeleri almak için alışverişe çıkmış daha sonra akşama kadar yine benim dairemde o yaprağın inandırıcı görünmesi için uğraşmıştı. Sana Not yazıp bıraktığı gün, Rose aslında hiç bir yere gitmemişti, benim dairemde bütün gün kartonlarla, kalemlerle uğraşıp durdu. Sen uyuduktan sonra birlikte bahçeye çıktık bir merdiven yardımı ile erik ağacına tırmandı, yaprağı dallardan birine bağladı ve sanıyorum fırtınanın etkisiyle, dengesini kaybetti ve düştü... Onu hastaneye götürdüğümüzde artık yaşamıyordu. O gece yatağını cam kenarından odanın diğer köşesine çekmemizin nedeni de buydu. Kalabalığı görmemen ve olup biteni anlamaman içindi...

Artık o yok ama şunu bilmeni istiyorum Petra, senin yaşaman için yapılan bu fedakarlığı ancak bir şekilde ödeyebilirsin; Umudunu hiç yitirmemeli, hayata sımsıkı sarılıp yaşamalısın kızım.


FİLOZOF

Eski çağlarda yaşayan bir filozof, daima gerçekleri söylediği için kralı kızdırmıştı. Kral filozofa ölüm cezası verdi ve ölmeden önce filozofun zekasıyla alay etmek için ona şöyle dedi:

- Ölmeden önce son bir cümle söylemene izin vereceğim. Bu söylediğin cümle doğru çıkarsa başın kesilecek; yalan çıkarsa asılacaksın.

Filozof, derhal bir cümle söyledi ve her iki ölümden de kurtuldu:

- Beni asarak öldüreceksiniz.

Şimdi, onu asmaya götürseler, filozof doğruyu söylemiş oluyordu ki o zaman asılması değil, başının kesilmesi lazımdı.

Yok eğer başını kesmeye götürseler, o zaman yalan söylemiş oluyordu ki asılması gerekti.

Böylece, onu ne asabildiler, ne de başını kesebildiler!


YATMA ZAMANI

GEREKLİ OLANLAR: Oyuncak hayvan Oyuncağı içine alacak büyüklükte karton kutu Eski havlu, eski kumaş parçaları, pamuk Çocuğunuz uy...