(14 MART 1879 - 18 NİSAN 1955) Alman asıllı bir fizikçidir. 20. yüzyılın
en önemli kuramsal fizikçisi olarak nitelenebilir. Görelilik kuramını
geliştirmiş, kuantum mekaniği, istatistiksel mekanik ve kozmoloji dallarına
önemli katkılar sağlamıştır. Kuramsal fiziğine katkılarından ve fotoelektrik
etki olayına getirdiği açıklamadan dolayı 1921 Nobel Fizik Ödülü'ne layık
görülmüştür. (Nobel Ödülü'nün ve Nobel Komitesi'nin o zamanki ilkeleri
doğrultusunda, bugün en önemli katkısı olarak nitelendirilen görecelik kuramı
fazla kuramsal bulunmuş ve ödülde açıkça söz konusu edilmemiştir.)
Ulm'da doğdu. Çocukluğunu Münih'de geçirdi ve ilk öğrenimini burada yaptı. Lise
öğrenimini 1894'te İsviçre'de tamamladı ve 1896'da Zürih Politeknik
Enstitüsü'ne (ETH) girdi. Sonradan İsviçre vatandaşı oldu ve Sırp asıllı bir
kız öğrenci ile evlendi. Sonra Bern'de federal patent dairesinde görev aldı. Bu
görevden arta kalan zamanlarda çağdaş fizikte ortaya atılmaya başlanan
problemler üzerinde düşünmek fırsatını buldu. Önce atomun yapısı ve Max
Planck'ın kuvantum teorisi ile ilgilendi. Brown hareketine ihtimaller hesabını
uygulayarak bunun teorisini kurdu ve Avogadro sayısının değerini hesaplayarak
teorisini test etti. Kuvantum teorisinin önemini ilk anlayan fizikçilerden
birisi oldu ve bunu ışıma enerjisine uyguladı. Bu da onun, ışık tanecikleri
veya fotonlar hipotezini kurmasını sağladı. Bu yoldan fotoelektrik olayını
açıklayabildi. Bu çalışmalarını açıklayan ve 1905 yılında "Annalen der
Physik" dergisinde yayımlanan iki yazısından başka, üçüncü bir yazısı daha
çıktı ve bu yazıda görecelik teorisinin temelini attı. Teorileri sert
tartışmalara yol açtı. 1909'da Zürih Üniversitesi'nde öğretim görevlisi oldu.
Prag'da bir yıl kaldıktan sonra, Zürih Politeknik Enstitüsü'nde profesör oldu.
1913'de Berlin Kaiser-Wilhelm Enstitüsünde ders verdi ve Prusya Bilimler
akademisine üye seçildi. İsviçre vatandaşı olarak 1. Dünya Savaşı'nda tarafsız
kaldı.
İkinci defa, bu kez akrabası olan bir kadınla, evlendi; bu yirmi yıl içinde
birçok özlü inceleme yazısı yayımladı ve bunlarda teorilerini geliştirdi.
1921'de Fizik Nobel Ödülü'nü kazandı.
Yabancı ülkelere bir çok gezi yapmakla birlikte 1933'e kadar Berlin'de yaşadı.
Almanya'da yönetime gelen Nasyonal Sosyalist (Nazi) rejimin ırkçı tutumu
dolayısıyla, pek çok Musevi asıllı bilim adamı gibi o da Almanya'dan ayrıldı.
Paris'te College de France'ta ders verdi; burdan Belçika'ya oradan da
İngiltere'ye geçti. Son olarak Amerika Birleşik Devletleri'ne giderek Princeton
Üniversitesi kampüsünde etkinlik gösteren Institute for Advanced Study'de
(İleri Araştırma Enstitüsü) profesör oldu. 1940 yılında Amerikan yurttaşlığına
geçti. 1955'de Princeton'da öldü.
Fizik alanındaki çalışmaları modern bilimi büyük ölçüde etkiledi. Kendisi
özellikle zaman ve uzay için düzenlenmiş bağlılık (izafiyet) teorisiyle
tanındı. Bu teori üç bölüme ayrılır: Newton mekaniğinin yasalarını değiştiren
ve kütle ile enerjinin eşdeğerli olduğunu öne süren sınırlı bağlılık (1905);
eğrisel ve sonlu olarak düşünülen dört boyutlu bir evrene ait çekim teorisini
veren genel bağlılık (1916); elektro-manyetizma ve yerçekimini aynı alanda
birleştiren daha geniş kapsamlı teori denemeleri. İlk iki teorinin geçerliliği
atom fiziği ve astronomi alanında yapılan deneylerle çok başarılı bir biçimde
sınanmıştır; çağdaş fiziğin temel taşları arasında yer alırlar.Söylediği güzel
bir söz vardır "Ben atomu iyi bir şey için keşfettim, insanlar atomla
birbirlerini öldürüyorlar."
_____________________________________________________________________
BAŞKA BİR KAYNAKTAN;
ALBERT EINSTEIN
(1879 -1955)
- "Okula gitmem neden gerekiyor babacığım?" Sert görünüşlü baba,
sekiz yaşındaki oğlunu tepeden süzdü.
- "Albert, kara cahil biri olarak mı büyümek istiyorsun, yoksa?"
- "Kara cahil de ne demek?"
İyi döşenmiş geniş salonun öbür ucundan bir kahkaha yükseldi. Baba ile oğul,
birlikte büyük piyano başındaki anneye döndüler.
- "Ah Hermancığım, bilmiyor musun, o oyunda Albert'le başa
çıkamayacağını?" "Doğrusunu istersen, ne demek istediğini
anlayamıyorum." diye kekeledi kocası.
Eski bir Macar halk şarkısını çalmayı sürdüren bayan Einstein,
- "Haydi, haydi, bilmezlikten gelme. Bilmiyor muyum sanki, Albert'i soru
sormaktan vazgeçirmek için sorusuna soruyla yanıt vermek taktiğini!" Ama
görüyorsun ya, yürümüyor!" dedi.
Albert seğirterek annesinin yanına gitti; tuşlar üzerinde kayan usta parmaklar
ona bir anda ne sorduğunu unutturmuştu. Piyano şarkı söylüyordu, adeta! İki
tuşa sert bir vuruşla çalmasını noktalayan anne, taburesinde döndü, oğlunu
kolları arasına aldı. Albert'in koyu gür, dalgalı saçlarının üstünden kocasına
gülümsedi: - "Görüyorsun ya, Albert'i soru sormaktan alıkoymanın bir yolu
vardır: benim müziğim!"
Baba da gülümsedi; bir şey demeye kalmadan, oğlan annesinin kucağında dönerek,
- "Soru sormak kötü bir şey mi?" diye sordu. Bu kez gülme sırası
babasındaydı:
- "İşte sana! Boşuna övünme, senin müziğinin de onu durduracağı yok."
Anne kocasını duymazlıktan gelerek, oğluna döndü:
- "Soru sormanın hiçbir kötü yanı yok, tatlım. Yeter ki, soruların
karşındakini küçük düşürmeye ya da kırmaya yönelik olmasın!"
- "Ama ben öyle bir şey yapmıyorum, anneciğim. Bilmediğim o kadar çok şey
var ki, sorarak öğrenmek istiyorum; her şeyi öğrenmek istiyorum."
Anne gururla gülümsedi; baba ise biraz duraksamalı,
- "Peki, dediğin gibi gerçekten her şeyi öğrenmek istiyorsan yavrum, okula
neden gitmen gerektiğini nasıl sorabilirsin? Okul soruların yanıtlandığı yer
değil midir?" diye araya girdi.
- "Değildir, babacığım!" dedi çocuk. "Yanıtlamak şöyle dursun,
soru bile sordurmuyorlar, insana. Okuldan hoşlanmıyorum. Hapishanedeymişim gibi
sanki. Öğretmenler gardiyanlardan farksız; sıralar arasında gidip gelen
gardiyanlar!"
Karı koca birbirlerine tedirgin gözlerle bakıştılar. Albert'in bu suçlamalarına
ne diyebilirlerdi ki...
İşte her şeyi sorgulayan bu çocuk, ilerde büyük bilimsel atılımların yanı sıra
özentisiz, erdemli bilge kişiliğiyle de tüm dünyanın ilgi odağı olacaktı.
Albert Einstein, Güney Almanya'nın Ulm kentinde dünyaya geldi. Küçük bir
elektrokimya fabrikasının sahibi olan babası başarılı bir iş adamı değildi.
Annesinin dünyası müzikti; özellikle Beethoven'in piyano parçalarını çalmak en
büyük tutkusuydu. Aile Musevî kökenliydi, ama dinsel bağnazlıktan uzak, açık
görüşlü, kültürel etkinliklerle zengin bir yaşam içindeydi. Ne var ki, çocuğun
ilk yıllardaki gelişmesi kaygı vericiydi. Özellikle konuşmadaki gecikmesi
aileyi telaşa düşürmüştü.
Albert, içine kapanıktı; çocukların arasına katılmaktan, oyun oynamaktan
hoşlanmıyordu. Okulu sıkıcı buluyor, ezbere dayanan eğitim disiplinine
katlanamıyordu. "Gimnazyum"da geçen orta öğrenimi mutsuz ve
başarısızdı. Mühendis amcasının özel ilgisi olmasaydı, belki de öğrenimden
tümüyle kopacaktı. Amca, yeğene cebir ve geometriyi sevdirdi. Geometri
özellikle Albert'i bir tür büyülemişti.
Einstein, yıllar sonra amcasına borcunu şöyle dile getirir: "Çocukluğumda
yaşadığım iki önemli olayı unutamam. Biri, beş yaşımda iken amcamın armağanı
pusulada bulduğum gizem; diğeri on iki yaşımda iken tanıştığım Öklit
geometrisi. Gençliğinde bu geometrinin büyüsüne girmeyen bir kimsenin ilerde
kuramsal bilimde parlak bir atılım yapabileceği hiç beklenmemelidir!"
Einstein, yüksek öğrenimini güç koşullara göğüs gererek Zürih Teknik
Üniversitesi'nde yapar. Mezun olduğunda iş bulmak sorunuyla karşılaşır.
Üniversitede asistanlık bir yana orta okul öğretmenliği bile bulamaz. Sonunda
bir okul arkadaşının yardımıyla Bern Patent Ofisi'nde sıradan bir işe yerleşir;
ama asıl dünyası olan bilimden kopmaz; çok geçmeden büyüsü bugün de süren
devrimsel atılımlarıyla yaratıcı dehasını kanıtlar. 1905'te Annalen der Physik
dergisinde yayımlanan üç çalışmasının her biri, fizik tarihinde bir dönüm
noktası sayılabilecek nitelikteydi.
Bunlardan biri, şimdi "fotoelektrik etki" dediğimiz bir olaya
ilişkindi. Newton, ışığı tanecikler akımı, kimi bilim adamları ise dalga
devinimi diye nitelemişti. Aslında ışığın davranışını açıklamada iki kuramın
birbirine bir üstünlüğü yoktu; ancak, Newton'un adı parçacık kuramına bir tür
ağırlık sağlamaktaydı.
Ne var ki, 19. yüzyılın başlarında Young'la başlayan, Fresnel ve daha sonra
Faraday ve Maxwell'in çalışmalarıyla pekişen deneyler dalga kuramına belirgin
bir üstünlük sağlamıştı. Einstein'ın fotoelektrik çalışması bu gelişmeyi bir
bakıma tersine çevirmekle kalmaz, Planck'ın 1900'de ortaya sürdüğü kuantum
teorisini de çarpıcı bir biçimde doğrular.
Daha az bilinen ikinci çalışma "Brown devinimi" denen bir olayı
açıklıyordu. 1850'lerde İngiliz botanikçisi Robert Brown, mikroskopla polenleri
incelerken, taneciklerin su içinde gelişigüzel sıçramalarla devinim içinde
olduğunu gözlemlemişti. Ancak bu gözlem 1905'e dek açıklamasız kalır.
Einstein'ın bugün de geçerliliğini koruyan açıklaması oldukça basittir: Son
derece hafif olan polenlerin ani kımıltıları, su moleküllerinin çarpmalarıyla
oluşuyordu. Gerçi molekül kavramı yeni değildi; ancak en güçlü mikroskop
altında bile görülemeyecek kadar küçük olan moleküllerin varlığı ilk kez bu
açıklamayla kanıtlanmış oluyordu.
Yüzyılımızın başında Ernst Mach gibi kimi seçkin fizikçilerin bile gözlemsel
kanıt yokluğu gerekçesiyle atom teorisine uzak durdukları bilinmektedir. Öyle
ki, bu olumsuz tutum, gazların kinetik teorisinin kurucusu Boltzman'ı intihara
sürükleyecek kadar ileri gitmişti. Einstein'ın açıklaması, bu tutuma son
vermekle fiziğin içine düştüğü bir tıkanıklığı giderir.
1905'in bilim dünyasına yeni bir ufuk açan üçüncü ve en önemli çalışması, Özel
Görecelik (Special Relativity) kuramıdır. Bu kuram, Einstein'ın genç yaşında
kendini gösteren bir merakına dayanır. Daha on dört yaşında iken Einstein,
"Bir ışık ışınına binmiş olsaydım, dünya bana nasıl görünürdü,
acaba?" diye sormuştu.
19. yüzyılın sonlarında ışığın hızına ilişkin Michelson-Morley deneyi, bu
merakı derinleştiren bir sorun ortaya koymuştu: Ses ve başka dalga olaylarının,
tersine ışık hızının referans sistemine görecel olmayışı! Saatte 100 km hızla
ilerleyen bir lokomotifin, iki istasyon arasında düdük çaldığını düşünelim.
Sesin ön ve arka istasyonlara değişik hızlarla ulaşacağını biliyoruz: Öndeki
istasyona normal ses hızından saatte 100 km daha fazla, arkada kalan istasyona
ise saatte 100 km daha yavaş bir hızla ulaşır. Oysa trendeki insanlar için
sesin hızında bir değişiklik yoktur; ön ve arka uçlara normal hızıyla aynı anda
ulaşır. Sesin hızı gözlemcinin hızına göreceldir.
Işığa gelince Michelson Morley deneyleri, ışığın öyle davranmadığını
göstermekteydi. Işık kaynağı ile gözlemcinin birbirine görecel hareketlerine ne
olursa olsun ışık hızında bir değişiklik gözlemlenmemekteydi. Bu beklenmeyen
bir sonuçtu; çünkü, sesin hava aracılığıyla yayıldığı gibi, ışığın da
"esir" denen gizemli bir ortam aracılığıyla yayıldığı ve gözlemcinin
hareketine bağlı olduğu sanılıyordu. Esir gözlemlenebilir bir nesne değildi;
ama öyle bir kavram olmaksızın optik olgular nasıl açıklanabilirdi? Kaldı ki,
Maxwell'in elektromanyetik teorisi de esir türünden bir ortam varsayımına
dayanıyordu.
Einstein'ın getirdiği çözüm, deney sonuçlarını yansıtan şu iki temel ilkeyi
içermektedir.
1) Doğa yasaları ivmesiz hareket eden tüm sistemler için aynıdır;
2) Işığın hızı, kaynağına göre hareket halinde olsun veya olmasın, her gözlemci
için aynıdır.
Özel Görecelik Kuramı'nın öncüllerini oluşturan bu iki temel ilke, yeterince
anlaşılmadıkça, Einstein devrimini kavramaya olanak yoktur. Kuramın içerdiği
tüm önermeler, bu öncüllerin mantıksal sonuçlarıdır. Aslında deneysel nitelikte
olan bu iki ilkenin yol açtığı kuramsal devrim, ilk bakışta şaşırtıcı
görünebilir. Ama sonuçlarına bakıldığında şaşkınlık, yerini büyük bir
hayranlığa bırakmaktadır.
Sonuçlardan biri, bir gözlemciye bağıl olarak nesnelerin hareketleri yönünde
uzunluklarının kısaldığı, kütlelerinin arttığı öndeyişidir. Örneğin, bir topu
ışık hızına yakın (yakın, çünkü kurama göre ışık hızını yakalamaya ve aşmaya
olanak yoktur) bir hızla uzaya fırlattığımızı varsayalım: Hareket dışındaki bir
gözlemci için top bir tepsi gibi yassılaşırken, kütlesi büyük ölçüde artar.
Hızı kesildiğinde top, önceki biçim ve kütlesine döner.
Kurama göre hızı ışık hızına erişen bir nesnenin oylumu sıfır, kütlesi sonsuz
olur. Ancak öyle birşey düşünülemeyeceğinden, hiçbir nesnenin ışık hızıyla
hareketi beklenemez. Başka bir deyişle, kütle eyleme direnç demek olduğundan,
kütlenin sonsuzlaşması hareketin yok olması demektir.
Daha az şaşırtıcı olmayan bir sonuç da, zamanın görecelliği. Örneğin, birbirine
tam ayarlı iki saatten birini çok hızlı bir roketle uzaya yolladığımızı
düşünelim. Bu saatin yerdeki saate göre daha yavaş çalıştığı görülecektir.
Roket saniyede yaklaşık 260,000 km hızla yol alıyorsa, yerdeki saatin yelkovanı
iki tam dönüş yaptığında roketteki saatin yelkovanı ancak bir tam dönüş
yapacaktır. Oysa rokette bulunan gözlemci için öyle bir yavaşlama söz konusu
değildir; saat normal hızıyla çalışmaktadır. Ne var ki, bu kişi dünyaya
döndüğünde kendisini karşılayan ikiz kardeşini daha yaşlanmış bulacaktır.
Kuramdan matematiksel olarak çıkan bu sonuçlar daha sonra deneysel olarak
doğrulanmıştır.
Kuramın belki de en önemli (atom bombası nedeniyle en çok bilinen) bir sonucu
da madde ve enerji eşdeğerliliğine ilişkin denklemdir: E = mc2 (Denklemde E enerji, m
kütle, c ışık hızı olarak kullanılmıştır).
Başlangıçta bu ilişkinin önemi yeterince kavranmamıştı. Einstein'ın denklemi
içeren yazısını yayımlamakta güçlükle karşılaştığını biliyoruz. Oysa küçük bir
kütlenin büyük bir enerji demek olduğunu ortaya koyan bu denklem yıldızların
(bu arada Güneş'in) ışığı nasıl ürettiğini de açıklamaktaydı.
Kuramın evren anlayışımız yönünden de kimi sonuçları olmuştur. Bunlar arasında
en önemlisi, hiç kuşkusuz uzay ve zaman kavramlarını birleştiren dört boyutlu
uzay zaman kavramıdır.
Özel Görecelik kuramı düzgün doğrusal (ivmesiz) hareket eden sistemlerle
sınırlıydı. Einstein'ın 1915'te ortaya koyduğu Genel Görecelik kuramı ise
birbirine göre hızlanan veya yavaşlayan (yani ivmeli hareket eden) sistemleri
de kapsıyordu. Öyle ki, birinci kuramı, kapsamı daha geniş ikinci kuramın özel
bir hali sayabiliriz.
Özel Görecelik, Newton'un mekanik yasalarını değiştirmişti. Genel Görecelik
daha ileri giderek "gravitasyon" kavramına yeni ve değişik bir içerik
getirmekteydi. Klasik mekanikte gravitasyon, kütlesel nesneler arasında çekim
gücü olarak algılanmıştı. Buna göre, örneğin bir gezegeni yörüngesinde tutan
şey, kütlesi daha büyük Güneş'in çekim gücüydü.
Oysa, Genel Görecelik kuramına göre, gezegenleri yörüngelerinde tutan şey
Güneş'in çekim gücü değil, yörüngelerin yer aldığı uzay kesiminin Güneş'in
kütlesel etkisinde oluşan kavisli yapısıdır. Öyle bir uzay yapısında,
nesnelerin başka türlü hareketine fiziksel olanak yoktur. Genel kuram, ayrıca
gravitasyon ile eylemsizlik ilkesini "gravitasyon alanı" adı altında
tek kavramda birleştiriyordu.
Bu noktada Einstein'ın, Maxwell'in "elektromanyetik alan" kavramından
esinlendiği söylenebilir. Nitekim tanınmış bilim tarihçisi I.B. Cohen'in bir
anısı bunu doğrulamaktadır: "Ölümünden iki hafta önce Einstein'ı ziyarete
gitmiştim. Sekreter beni çalışma odasına aldı. İki duvar döşemeden tavana
kitaplıktı. Bir duvar geniş penceresiyle bahçeye bakıyordu; diğerinde iki tablo
asılıydı: Elektromanyetik teorinin kurucuları Faraday ile Maxwell'in
portreleri!
Genel Görecelik kuramının tüm mantıksal yetkinliğine karşın, hemen benimsenmesi
bir yana anlaşılması bile kolay olmamıştır. Eddington'a, "kuramı yalnızca
üç kişinin anlayabildiği söyleniyor, doğru mu?" diye sorulduğunda, ünlü astrofizikçi
bir an duraklar, sonra "üçüncü kişinin kim olduğunu düşünüyordum."
der.
Bir kez, Özel kuramın tersine Genel kuram, fizikte çözümü istenen herhangi bir
soruna yönelik bir arayışın ürünü değildi. Sonra, kuramı doğrulayan gözlemsel
bir kanıt henüz ortada yoktu; üstelik, 1915'in teknolojik olanakları kuramın
deneysel yoklanması için yeterli değildi. Kuramın öndeyilerinden yalnızca biri
yoklanmaya elveriyordu; ancak içinde bulunulan savaş koşulları bunu da
güçleştirmekteydi.
Einstein, kuramından öylesine emindi ki, deneysel yoklamada ortaya çıkacak
olumsuz herhangi bir sonucu kuramın yanlışlığı için yeterli sayacağını
bildirmekten kaçınmıyordu.
Olgusal yoklanmaya elveren öndeyi şuydu: kuram doğruysa, Güneş'in gravitasyon
alanından geçen bir ışık ışınının, eğrilmesi gerekirdi. Bu etkiyi gündüz
aydınlığında belirlemeğe olanak olmadığı için, Güneş'in tutulmasını beklemekten
başka çare yoktu.
Astronomlar Güneş'in 1919 Mayıs'ında tutulacağını, gözlem bakımından en uygun
yerin Afrika'nın batısında Prens Adası olabileceğini bildirmişlerdi.
Eddington'un önderliğinde bir grup bilim adamının gerçekleştirdiği gözlem ve
ölçmeler öndeyiyi doğrulamaktaydı. Sonuç İngiliz Kraliyet Bilim Akademisi
tarafından açıklanır açıklanmaz bilim dünyası bir tür büyülenir; Einstein,
Newton düzeyinde bir yücelik simgesine dönüşür.
Kuram daha sonra başka gözlemlerle de doğrulanmıştır. Bunlardan biri
açıklanmasında klasik mekaniğin yetersiz kaldığı bir olaya (Merkür gezegeninin
perihelisinin kaymasına), bir diğeri, Güneş (ve diğer yıldız) atomlarının
saçtığı ışığın frekans düşüklüğü nedeniyle spektral çizgilerin spektrumun
kırmızı ucuna doğru kayması olayına ilişkindir.
Özel Görecelik kuramı gibi Genel Görecelik kuramının da ilk bakışta çelişik
görünen ilginç sonuçları vardır. Örneğin, kurama göre, evren büyüklük
bakımından sonlu ama sınırsızdır. Gene kuram evrenin giderek ya büyümekte ya da
küçülmekte olduğunu içermektedir (Nitekim yıldız kümeleri üzerindeki gözlemler
evrenin büyümekte olduğunu göstermiştir).
Einstein, bu kuramıyla da yetinmez; yaşamının son otuz yılını daha da kapsamlı
bir kuram oluşturma çabasıyla geçirdi. Evrende olup bitenleri bir tek ilke
altında açıklamak, insanoğlunun, kökü klasik çağa inen değişmez bir arayışıdır.
Thales tüm varlığı suya, Pythogoras sayıya indirgeyerek açıklamaya çalışmıştı.
Modern çağda Oersted, Faraday ve Maxwell'in elektrik ve manyetik güçleri
özdeşleştirme yoluna gittiklerini görüyoruz. Einstein'ın da ömür boyu süren
düşü buna yönelikti: Doğanın tüm güçlerini (gravitasyon, elektrik, manyetizma,
vb.) "birleşik alanlar" dediği temel bir ilkeye bağlamak. Bu düşün
gerçekleştiği söylenemez belki; ama Einstein, çağdaş fiziğin egemen akımı
dışında kalma pahasına, umudundan hiçbir zaman vazgeçmez. Evrenin nedensel
düzenliliği onda bir tür dinsel inançtı. "Seçeneğim kalmasa, doğa
yasalarına bağlı olmayan bir evren düşünebilirim belki; ama doğa yasalarının
istatistiksel olduğu görüşüne asla katılamam. Tanrı, zar atarak iş
görmez!" diyordu.
Kuantum mekaniğini yetersiz ve geçici sayan çağımızın (belki de tüm çağların)
en büyük bilim dehası, kendi yolunda "yalnız" bir yolcuydu; çocukluğa
özgü saf ve yalın merakı, evren karşısında derin hayret ve tükenmez coşkusuyla
ilerleyen bir yolcu!
_____________________________________________________________________
EİNSTEİN’DEN
SÖZLER
Albert
Einstein, yüzyılımızın önemli isimlerinden birisi hiç şüphesiz. Onu, ilk defa
Galile tarafından dile getirilen fakat kendisinin geliştirdiği İzafiyet
Teorisi, ayrıca madde-enerji ilişkisini veren ünlü (E=mc2) denklemi ve 1922'de
Nobel Ödülü almasını sağlayan fotoelektrik etki üzerindeki çalışmalarıyla
tanıyoruz.
Einstein, sadece iyi bir fizikçi ve matematikçi değildi, matematiği, fizikte
iyi kullanabilme kabiliyetine de sahipti. Evren'i en azından mekanik anlamda iyi
anlayabilen başarılı bir sentezciydi.
Kimine göre bir keman virtüyözüydü aynı zamanda. Annesi ona, küçükken keman
dersleri aldırmıştı ve müziği seviyordu. Yakından tanıyanlara göre ise bir
virtüyöz olamadı ancak, amatörler arasında da hatırı sayılır bir yeri vardı.
Batı'nın kendi kriterleri açısından 20. yüzyılın önemli düşünürlerinden birisi
olarak kabul ettiği Einstein, aslında felsefi meselelerle çok erken yaşlarda
ilgilenmeye başlamıştır. Bunda kısmen, evlerinde kiracı olarak kalan Max Talmey
adlı bir öğrencinin payı olduğunu söyler.
Küçük Einstein henüz 13 yaşındayken, Leibniz'in bazı metinlerini ve Kant'ın Saf
Aklın Tenkidi'ni, Talmey ile birlikte okuyup tartışmıştır. Daha sonra, madde ve
enerji arasındaki eşdeğerlik ilkesine dair notlarında, ünlü Alman filozofu
Leibniz'den de bahsedecektir.
Einstein bilimsel gerçeklik, felsefe, etik ve siyasete dair yazılar yazmış,
sosyal konular üzerinde de düşünmüş ve kanaatlerini fiziksel metaforlarla değil
de, herkesin anlayacağı bir dille ifade etmiştir. Bunlar, esas olarak
Einstein'ın düşünce yapısı hakkında (her ne kadar bazı tarafları; yetiştiği
dönem, ortam ve din kültürüne bağlı olarak bize garip ve ters gelse de) fikir
vermesi açısından önemlidir. İşte bunlardan bazıları:
"Müzik için bir tutku olduğu gibi, anlamak için de bir tutku vardır. Bu
tutku daha ziyade çocuklarda görülür, fakat yaşın ilerlemesiyle çoğunda
kaybolur. Bu olmaksızın, ne matematik ne de bilimler olurdu. Bende her zaman
mevcut olan bu tutku asla azalmadı."
"Konfor ve mutluluk, benim için asla ulaşılması gereken amaçlar olmadı.
Mal sahibi olma, aldatıcı vitrin başarıları ve lüks hayat, ilk gençlik
döneminden bu yana bana küçümsenmeye ve hor görülmeye lâyık şeyler gibi geldi.
Hatta ahlâkın bu en alt derecesini zevk düşkünü sefihlerin ideali olarak
adlandırıyorum."
"Hayat her zaman bir şey olmaktır, asla mevcut olmak değil."
"Kozmik dini tecrübe, derin bir bilimsel araştırma sırasında birden
beliren en soylu, en güçlü şeydir. Kendi çabalarını ve yeteneğini anlamayan,
bilimsel düşüncede hiçbirşeyin kendiliğinden oluşmayacağını görmeyen kişi,
bilimsel bir eseri doğurabilecek tek şey durumundaki doğrudan pratik hayatın
gücü olan his gücünü değerlendirmesini de bilemez."
"Dinin gerçeği benim için, insanın kendisini bir başka insanın yerine
koyabilmesi, onun sevinciyle sevinip, onun üzüntüsüyle kederlenmesidir."
"Emredici ahlâk, insanlığın en kıymetli geleneğidir. Ahlâki davranış,
basitçe, hayatın belli zevklerine sırt dönmenin emredilmesine dayanmaz. Daha
ziyade, bütün insanlar için daha mutlu bir kader olarak kabul edilen faydaya
dayanır."
"Şu kâinatın akla dayandığı veya en azından anlaşılır olduğu kanaati (ki
bu, dini duyguya yakındır) bütün bilimsel çalışmaların temelini teşkil eder. Bu
kanaat, aynı zamanda benim Tanrı anlayışımı oluşturur."
"Bence, bir kişiye hayranlık duyulması doğru değildir. Tabiatın, çocukları
arasında yetenekleri çok çeşitli olarak dağıtması kendindendir ve oldukça
yetenekli bu çocukların sayısı da bir hayli fazladır. Bunların büyük kısmının
sessiz ve silik bir varlık sürdürdüğü kanaatindeyim. Bunlardan bazılarına
ölçüsüz olarak hayranlık duyulması, bana ne doğru, ne de iyi bir beğeni olarak
geliyor, zira insanlar, onlara insanüstü zekâ ve karakter atfediyorlar. Kesin
olarak benim payıma düşen şu; bana atfedilen kapasite ve mükemmellik ile
gerçekte sahip olduğum arasında gerçekten gülünç bir tezat var. Eğer güzel bir
teselli bulmasaydım, hakkımdaki bu kanı, benim için dayanılmaz olacaktı.
Bulduğum teselli, tarih boyunca kıymeti sadece ruhi ve ahlâki planda olan
insanların kahraman kabul edildiği gerçeğidir. Maddeci çağımızda çok sık tenkit
edilse de, bu olgu, insanların çoğunun, kişinin sahip olduğu bilgiye ve
dürüstlüğe, zenginlik ve güçten daha fazla değer biçtiğini ispat eder."
"Sosyal adalet ve sorumluluğa dair şiddetli idealim, insanlarla doğrudan
biraraya gelme konusunda bilinen yetersizliğimle her zaman zıtlık arzetmiştir.
At koşulan bir araba için biçilmiş bir kaftan, yani tek kişilik bir koşu takımı
için uygun bir atım. Böyle bir tecerrüd bazen acıdır ama, diğerlerinin anlayış
ve sempatisinden uzak olmaktan üzüntü duymuyorum. Muhakkak birşeyler
kaybediyorum bu bakımdan, fakat diğerlerinin alışkanlıklarından ve peşin
hükümlerinden kendimi kurtarıyorum ve ruh duruluğumu böylesine hareketli
temeller üzerine dayandırma arzusunda değilim."
"Benim barışseverliğim bende insiyaki bir duygudur. Çünkü insanın
öldürülmesi, bende tiksinti doğurmaktadır. Benim teorim, entelektüel bir
teoriden doğmuyor, bilakis her türlü kan dökücülük, vahşet ve kine karşı duyduğum
derin antipatiden ileri geliyor. Bu reaksiyonumu akılcılaştırmaya
yönelebilirdim, ama bu gerçekte "a posteriori" (olaydan sonra, ondan
ibret alarak geliştirilecek bir tepki) bir düşünce olacaktı."
"İnsanları barışçılığa kazandırmak, sosyalizme kazandırmaktan daha
kolaydır. Ekonomik ve sosyal meseleler bugün çok daha zordur, fakat erkeklerin
ve kadınların barışçı çözümlere inandıkları bir noktaya ulaşmaları
gerekmektedir. Siyasi ve iktisadi problemlere bir işbirliği anlayışı içinde
yaklaşılması ümit edilir. Her şeyden önce sosyalizm için değil ama pasifizm
(barışçılık) için çalışmamız gerektiği kanaatindeyim"
"Modern eğitim tarzı, araştırma merakını henüz tam olarak boğamamıştır.
Nazenin bir çiçeğe benzeyen araştırma merakı teşvik ve özellikle hürriyete
ihtiyaç duyar, aksi takdirde sararıp solar. Gözlem ve araştırma yapma hazzının
baskı, zorlama veya ödev duygusundan kaynaklandığına inanmak ciddi bir
hatadır"
"Birşeyi ezberlemektense, her türlü cezayı çekmeyi tercih ederdim"
"Benim tipimde bir adamın gelişme sürecinde, bütün çabayı varlık
hakkındaki entelektüel kaygıya teksif etmek için sadece şahsi ve anlık
konularla ilgilenmek, yavaş yavaş bırakıldığında bir dönüm noktası meydana
gelir. Benim gibi bir adamın varoluşunda esas olan şey "ne" düşündüğü
ve "nasıl" düşündüğüdür"
"İnsanlar dinlenmeli mi? Evet ama dinlenme nedir? Yattıkları zaman
dinlenen insanlar vardır ve bunlar uyurlar, diğer bir kısım insanlar uyanık
iken dinlenirler; bazılarının ise dinlenmek için çalışmaları veya yazmaları ya
da eğlenmeleri gerekir. Herkese, nasıl dinlenilmesi gerektiğini göstermek için
bir kanun çıkarırsanız, bu sizin herkesi aynı kabul ettiğiniz anlamına gelir.
Aynı olan iki insan bile yoktur"
"Belli bir hisle, saf düşüncenin, eskilerin rüyasını gördükleri, gerçeği
yakalama istidadına sahip olduğunu düşünüyorum".
Einstein, Kuantum Mekaniği'ni içine pek sindiremiyordu ve bugün bu konuda
bazılarından tenkit almaya devam etmektedir. Aslında Kuantum Mekaniği'ne cephe
alması (1926), belirsizliği kabullenememesinden dolayıdır.
Heisenberg belirsizlik, Born da probabilite (olasılık) prensibini
geliştirdiğinde, sadece determinizm değil, şartlı determinizm de bundan yara
almıştı. Halbuki Einstein'a göre, Evren'deki işleyiş, belli ilke ve
prensiplere, yani bir düzene göre olmalıydı.
Ünlü "Tanrı zar atmaz!" sözünü de bu yüzden söylemişti. Aynı şekilde,
olayları karmaşık yollarla açıklamak isteyenlere, "Tanrı titizdir ama kötü
niyetli değildir." diyordu.
_____________________________________________________________________
EİNSTEİN
TUHAFLIKLARI
Einstein'ın
beyni 1955'te otopsisini yapmış olan pataloğun evinde, karton kutu içinde
korunuyor. Çok ufak birkaç parçası ise dehalığın kökeni üzerinde çalışan bazı
araştırmacılara gönderilmişti.
Gözleri New Jersey'de ölümünden sonra onları saklamak isteyerek çıkartan göz
doktoru Henry Abrahamsta bulunuyor.
Einstein, sürekli deldiği için, çözümü hiç çorap giymemekte bulmuştu. Bu
bilgiden, bu büyük adamın tırnaklarını düzenli olarak kesme fikrine zaman kaybı
olarak baktığı açıkça anlaşılıyor.
Kadınlar üzerinde olağanüstü bir etkiye sahipti. Hiç tanımadığı kadınlardan
gelen ısrarlı evlenme teklifleri ve onun çocuklarını doğurduğunu iddia eden
sayısız kadın, son yıllarında bile onu rahat bırakmadı.
Einstein'ın ilk çocuğu olan Lieserl, ilk evliliğinden iki yıl önce dünyaya
gelmişti. Lieserl'in kimden olduğu, yaşamı boyunca esrarını korudu. Lieserl
yaşasaydı, bugün 96 yaşında olacaktı.
Kariyerine patent memurluğuyla başlayan Einstein, bu süre içinde birçok
patentli buluş yaptı. Bunlardan biri de sessiz çalışan buzdolabı idi.
1944'te ateşli bir barış taraftarı olarak Einstein, Amerikan savaş
girişimlerine karşı kaynak elde etmek amacıyla özel görecelik konusundaki
makalesini çoğaltarak sattı. Kendi el yazısıyla yazdığı makale, müzayedede 6
milyon dolara satıldı.
9 yaşına gelene kadar konuşmada zorluk çekmesi anne-babasının, oğullarının
zekâsından şüphe etmesine neden olmuştu. Bu olayların nasıl tam tersine
dönebileceğini açıklamak açısından ideal bir paradoks örneği olmuştur.
1934'te çocuk öldürmek suçundan hapishanede bulunan Amerikalı Nathan Leopold,
Einstein'a hapishaneden bir mektup yazdı ve teorik fizik konusunda bilgi sahibi
olmak istediğini söyledi. Einstein da Leopold'e bu konuda yararlanabileceği
kaynakların bir listesini gönderdi.