(1901-1954) Enrico fermi, İtalyan asıllı Amerikalı bir fizikçidir.
1922 yılında Pisa Üniversitesi’nden mezun olmuştur. Lisansüstü çalışmalarında
Max Born yönetiminde Almanya’da yapmıştır. 1924 yılında İtalya’ya dönmüş ve
1926 yılında Roma Üniversitesi’nde fizik profesörü olmuştur. Nötron
bombardımanı ile radyo aktif transuranyum elementlerinin elde edilmesi ile ilgili
çalışmalarından dolayı, 1938 yılında nobel fizik ödülünü kazanmıştır.
Fermi, fizikle ilk olarak 14 yaşında iken, Latince eski bir fizik kitabını
okuduktan sonra ilgilenmeye başladı. Fermi çok iyi bir hafızaya sahipti.
Dante’nin İlahi Komedi’sini ve Aristo’nun pek çok eserini ezbere bilirdi. Teorik
fizik problemlerini çözmede büyük yeteneğe sahipti. Çok karışık problemleri
çözmedeki bu başarısı nedeniyle kendisine kahin gözüyle bakanlar bile vardı. Kendisi
aynı zamanda, deneysel fizik ve fizik eğitiminde büyük beceriye sahipti. İlk
Amerika seyahatlerinden birinde satın aldığı otomobil bozulunca, büyük bir
üzüntüye düşmüş ve otomobilini en yakın benzin istasyonunda kendisi tamir
etmiştir. Bunu gören benzin istasyonu sahibi ona iş teklif etmiştir.
Fermi ve ailesi, 1944 yılında Amerika’ya göç ederek orada Amerikan vatandaşı
olmuştur. Fermi, Amerika’da önce Colombia Üniversitesi’ne kabul edilmiş sonrada
Chicago Üniversitesi’ne profesör olarak atanmıştır. Manhattan projesinin
başlatılmasından sonra, Fermi zincir reaksiyonun kendi kendine devam
edebileceği bir tertibin tasarımı ve imal edilmesinde görevlendirilmiştir.
Söz konusu tertip nötronları, termik hızlarla yavaşlatan grafit blokları ile
bir araya getirilmiş uranyum içerecek şekilde Chicago Üniversitesinin bahçesinde
kurulmuştur. Nötronları soğurmak ve böylece reaksiyonun hızını kontrol etmek
amacıyla, atom piline kadmiyum çubuklar yerleştirildi. Kadmiyum çubuklar yavaş
yavaş çekildi ve kendi kendine devam eden zincir reaksiyon gözlendi. Ferminin
bu başarısı, dünyada ilk nükleer reaktörün imali ve atom çağının başlangıcı
olmuştur. Fermi 53 yaşında iken kanserden öldü. Bir yıl sonra yüzüncü element
keşfedildi ve kendisinin onuruna bu element Fermium olarak adlandırıldı.
21 Şubat 2021 Pazar
ENRICO FERMI
ERATOSTHENES
(M.Ö. 273-192) Bilim tarihinde Helenistik dönem (M.Ö. 300 -M.S.
100), özellikle ilk aşamasında, bilimsel yöntemin gerçek anlamda işlerlik
kazandığı yaratıcı bir ortamdır. Daha önceki bilimsel çalışmalar ya Mısır ve
Mezopotamya'da olduğu gibi daha çok pratik amaçlara yönelik gözlem ve ölçme
düzeyinde kalan bir etkinlikti, ya da, Antik Grek döneminde olduğu gibi
gözlemden çok kuramsal düşünmeye ağırlık veren, varlığın doğasını anlamaya
yönelik metafiziksel türden bir uğraştı.
Thales'den Aristoteles'e uzanan üçyüz yıllık düşünsel arayışın başlıca hedefi
gerçekliğin asal niteliğini belirlemekti. Grek düşünürleri arasında olgusal
araştırmaya belki de en yatkın olan Aristoteles bile, temelde, kimi
metafiziksel ilkelere dayanan bütüncül bir açıklama arayışı içindeydi. Ussal
düşünme ile gözlemsel verilerin etkileşimini içeren bilimsel yöntemin ilk
yetkin örneğini Helenistik dönemin başta Archimedes (Arşimet) olmak üzere
sayılı seçkin bilginlerinin çalışmalarında bulmaktayız.
Arşimet, bundan önceki yazıda ayrıntılı olarak belirttiğimiz gibi buluşlarıyla
klasik çağın bilimde en büyük öncüsüdür. Çağdaşı Aristarkus, Kopernik'ten 1700
yıl önce, güneş-merkezli sistem hipotezini ilk ortaya süren büyük bir
astronomdu. Onun öngördüğü sistem çerçevesinde güneş ile yıldızların gökyüzünde
sabit konumlarda olduğu, arzın ise güneş çevresinde çembersel bir yörünge
çizerek devindiği, dahası kendi ekseni çevresinde de günlük dönüş içinde olduğu
türünden, dönemin yerleşik anlayışına ters düşen savlar ortaya koymuştu.
Ayrıca, yazdığı bir kitapta Güneş ile Ay'ın oylumlarını, dünyadan uzaklıklarını
hesaplamaya, ulaştığı sonuçları geometri yöntemiyle ispatlamaya çalıştığı
görülmektedir.
Eratosthenes'e gelince, bu çok yönlü bilgin için hiç kuşkusuz dönemin
Arşimet'ten sonra en büyük öncüsü diyebiliriz. Geniş bilgisi, pek çok konularda
yazdığı kitaplarıyla daha yaşam döneminde ün kazanan Eratosthenes, İskenderiye
büyük kütüphanesinin yöneticisiydi. Arzın küresel olduğunu ileri süren, güneşin
dünyadan uzaklığını 92 milyon mil olarak hesaplayan (doğrusu 93 milyon mildir),
Eratosthenes, özellikle coğrafya alanındaki çalışmalarıyla tanınmaktaydı. Ama
onu bilim tarihinde unutulmazlar arasına sokan asıl başarısı, arzın çevrel
çemberinin uzunluğunu belirleme çalışmasıdır. Deniz ve kara ulaşımının bir kaç
bin millik açılmayla sınırlı kaldığı bir dönemde arzın büyüklüğünü belirleme
kolayca ulaşılabilecek bir başarı değildi.
Daha önce bu yönde uğraş veren pek çok kimse olmuştu; ama hiç biri
Eratosthenes'in ulaştığı sonuç ölçüsünde gerçeğe yakın bir sonuç ortaya
koyamamıştı. Asıl amacı güneş ile Ay'ın boyutlarını belirlemek, dünyadan
uzaklıklarını saptamaktı. Ama bunun için öncelikle arzın büyüklüğünü hesaplaması
gerekiyordu. Elde yararlanabileceği hiç bir optik araç yoktu.
Güç kaynağını, uyguladığı yöntem sağlıyordu. Basit bir orantıya dayanan
yöntemin kullanımı bazı varsayım, gözlemsel bilgi ve geometrik kurallar
gerektiriyordu. Örneğin, arzın küreselliği, daire çemberinin 360 derece olduğu,
güneş ışınlarının yer yüzüne paralel düştüğü, vb. Bilindiği gibi, yer yüzeyi
düz değil, eğmeçlidir. Bu nedenle gün ortasında güneş değişik enlemlerde
bulunan kişilere, ufuktan değişik yüksekliklerde görünür. Bu gözlemi dikkate
alan Eratosthenes yaklaşık aynı boylam üzerine düşen iki yer seçer. Bunlardan
biri Syene (bugünkü Asvan barajına yakın küçük bir kasaba), diğeri dönemin ünlü
bilim merkezi İskenderiye kenti idi.
Syene'de yaz ortasında güneş öğle vakti tam tepede bir konumdadır; öyle ki, dik
duran bir direk gölge düşüremediği gibi, derin bir kuyu dibinden bakıldığında
güneş görülür. İskenderiye'de ise durum değişiktir; Syene'nin yaklaşık 514 mil
kuzeyinde bulunan bu kentte güneş ışınları hiç bir zaman dik düşmez.
Eratosthenes bu verilere dayanarak aşağıdaki şekilde gösterildiği üzere,
İskenderiye'de güneş ışınlarının, arzın merkezine dik inen bir doğru üzerinde
oluşturduğu açıyı (şekilde a ile gösterilen açıyı) ölçer. Adı geçen iki yerin
arzın merkezinde oluşturdukları açıya eşit olan ve iki yer arasındaki mesafeyi
temsil eden bu açı yaklaşık 7.5 derecedir. Her daire çemberi gibi yer kürenin
çevrel çemberinin de 360 derece olduğunu varsayan Eratosthenes basit bir orantı
işlemiyle bu çemberin 24.670 mil olduğunu (doğrusu 24.870 mildir) hesaplar. Bu
kadarla kalmaz, 60 millik bir hatayla arzın çapını da belirler.
Eratosthenes'in azımsanamayacak bir başarısı da o zaman bilinen dünyanın haritasını çıkarması. Harita İngiliz adaları dahil Avrupa, Afrika ve Asya anakaralarını kapsıyordu. Küresel bir yüzeyi düz kağıt üstünde göstermek kolay bir iş değildi. Tıpkı bir portakal kabuğunu masa üzerine dümdüz yerleştirmek gibi. Eratosthenes enlem paralelleriyle boylam meridyenlerini kullanarak oldukça duyarlı ve güvenilir bir projeksiyonla güçlüğün üstesinden gelmişti. Yaptığı harita yüzyıllarca denizcilikte ve başka alanlarda kullanıldı.
Eratosthenes, geliştirdiği bir yöntemle, güneşin öğle vaktindeki yüksekliğine bakarak herhangi bir yerin enlemini hesaplayabiliyordu (Boylamın hesaplanması aradan ikibin yıllık bir sürenin geçmesini beklemiştir). Onun ilginç bir savı da fiziksel coğrafya ile ilgilidir. Hint ve Atlas okyanuslarındaki gel-git devinimleri arasındaki yakın benzerliği göz önüne alarak, iki okyanusun aslında birleşik olduğunu, üç anakaranın (Avrupa, Asya ve Afrika) da bir ada oluşturduğunu ileri sürer.
Dahası, kimi kaynaklara göre, Eratosthenes daha ileri giderek Atlantik ötesi yeni bir anakaranın varlığından bile söz etmiştir. Ona göre, okyanusun öte yakasında bilinen dünyayı dengeleyen bir başka dünyanın varlığı büyük bir olasılıktı.
Roma yönetiminde zamanla İskenderiye'deki parlak bilim meşalesi sönmeye yüz tutar. O dönemin bilim öncülerinin son temsilcisi Hero'nun matematik, fizik ve teknolojideki başarılarını, kendisinden 300 yıl önce yaşamış Eratosthenes'e borçlu olduğunu söylemiş olması büyük bilginin bilim dünyasındaki kalıcı etkisini yansıtmaktadır.
Eratosthenes 81 yaşında öldüğünde en küçük bir mal varlığı yoktu; ama bıraktığı dünya doğduğundaki dünyadan bilgi birikimi ve araştırma yöntemi bakımından çok daha zengindi.
ERNEST RUTHERFORD
(1871 -1937) Yüzyılımızın başında bilimde yer alan büyük devrimsel
atılımlar genellikle "Planck" ve "Einstein'ın adlarıyla bilinir.
Oysa onların kuramsal atılımlarının yanısıra, sonuçları bakımından son derece
önemli deneysel çalışmalar da vardır. Bunların başında, Marie Curie ve Ernest
Rutherford'un radyoaktivite üzerindeki çalışmaları gelir.
Rutherford, dış görünümüyle bir bilim adamından çok bir "çiftlik
kâhyası" ya da bir "aşiret reisi"ni andırmaktaydı. Esmer,
irikıyım yapısı, gür sesi ve pos bıyığıyla yabanıl ve ürkütücü; her yönüyle
heybetli bir kişiydi. Laboratuvarında bir şey tersine gitmesin; kükreyen sesi
ortalığı sarsar, asistanlar suspus olurlardı. Oysa bu kızgınlık gelip
geçiciydi; onun hiç bir yapmacığa kaçmayan anlık sert davranışlarının gerisinde
sıcak, sevecen yaradılışı saklıydı.
Ernest, Yeni Zelanda'da küçük bir çiftlikte dünyaya gelmiştir. İskoç göçmeni
olan babası, araba tamircisiydi. Ernest, yoksul ve kalabalık bir ailenin içinde
büyüdü. Ne var ki, daha küçük yaşta sergilediği olağanüstü öğrenme merakı ona
çevredeki en iyi okulların kapısını açtı. Özellikle üniversitedeki parlak
başarısıyla dikkatleri çekti ve kazandığı burs, bilim ateşiyle yanan
delikanlının yaşamında yeni bir dönemin başlangıcı oldu. 1894'de, Cambridge
Üniversitesi ünlü fizik bilgini J.J. Thomson'un yanında çalışmak üzere
İngiltere'ye geldi.
Üniversiteye bağlı Cavendish Laboratuvarı'ndaki ilk yılını radyo dalgaları,
ikinci yılını yeni keşfedilmiş olan X-ışınları üzerindeki çalışmalarla geçirdi.
Sonra, yaşam boyu uğraş konusu olan radyoaktivite üzerindeki araştırmalarına
koyuldu. Adı kısa zamanda bilim çevrelerinde duyulan Rutherford'u 1898'de,
Kanada'da McGill Üniversitesi, fizik profesörlüğüne çağırdı. Genç bilimadamı
beklenmedik bu çağrı karşısında bir ikilem içine düştü: Bir yanda erişilmesi
güç, saygın bir unvan, öte yanda araştırma ortamı olarak bulunmaz nimet saydığı
Cavendish Laboratuvarı.
Rutherford 27 yaşındaydı. Kısıtlı bursu ile nişanlısını İngiltere'ye
aldırtamaması bir yana; kendi yolculuğu nedeniyle yaptığı borcu bile
ödeyemiyordu. Aldığı öneri ona bu olanakları da sağlayacaktı. Rutherford,
sonunda ister istemez çağrıyı kabul etti. Karar isabetliydi: McGill'de
geçirdiği yaklaşık on yıl içinde hem radyoaktif atomların kendiliğinden değişik
nitelikte atomlara dönüştüğünü ispatlayarak Nobel Ödülü'nü kazandı; hem de
atomun yapısına ilişkin olarak aranan açıklığı getiren çekirdek buluşunu ortaya
koydu.
Birbirini izleyen başarılarına değinen bir meslekdaşı, "Sen gerçekten çok
şanslı birisin: hep dalganın tepesinde seyrediyorsun," diye takıldığında,
Rutherford'un yanıtı kısa ve çarpıcı olmuştur: "Unutma, o dalgayı ben
kendim yarattım." Alçakgönüllülük bir yana, Rutherford çoğu kez insanları
küçümserdi. Ona göre, bilim ya fizikti, ya da pul koleksiyonculuğu. Ama Nobel
Ödülü'nü fizikten değil, küçümsediği kimyadan almıştı. Hatırlatılınca,
elementler gibi kendisinin de transmutasyona uğradığını söyleyerek, işi şakayla
geçiştirirdi.
1887'de J.J. Thomson'un elektronu keşfetmesiyle, bilim dünyası yeni bir
problemle karşı karşıya kalmıştı. Negatif elektrik yüklü elektronlar, hidrojen
atom kütlesinin ikibinde biri kadardı; oysa hidrojen, en basit madde türü
olarak biliniyordu. Üstelik Thomson, hangi elemente ait olursa olsun, atomların
özdeş parçacıklar saldığı görüşündeydi. Bu da elektronların, sözü geçen
parçacıkların bir bölümü olduğu anlamına gelmekteydi. Yanıtlanması gereken soru
şuydu: Atomlar eskiden sanıldığı gibi basit, bölünmez birimler değilse, atomun
yapısal özelliği ne olabilirdi?
Thomson, atomun, içinde elektron taşıyan pozitif elektrik yüklü top biçiminde
bir madde olduğunu ileri sürmüştü. Başka bir deyişle, atom basit değildi; ama
katı, yoğun bir madde olmanın ötesinde birşey de değildi.
Rutherford'un radyoaktiviteye ilişkin ilk önemli buluşu, "alfa" ve
"beta" dediği iki değişik ışının varlığını belirlemesiydi. Ayrıca,
asistanı Soddy ile birlikte bir elementin bir başka elemente dönüşümünde
radyoaktivitenin rolünü, deneysel olarak kanıtlamıştı.
1907'de McGill'den Manchester Üniversitesi'ne geçtiği zaman ilk ele aldığı
problem atomun yapısıydı. Araştırmasında, beta parçacıklarından sekizbin kat
daha yoğun olan alfa parçacıklarının işe yarayacağını düşündü. Hans Geiger ve
Ernest Marsden adlı iki asistanını, alfa parçacıklarının ince bir altın
yaprağına çarptığı zaman nasıl dağıldıklarını incelemekle görevlendirdi. Alman
sonuç beklentiye hiç de uygun değildi. Parçacıkların büyük çoğunlukla altın
yapraktan doğrudan geçtiği gözlenmişti. Sanki altın yaprağın yapısında geçişi
engelleyen hiç bir atom yoktu! Ama gözden kaçmaması gereken durum, yaprağa
çarpan alfa parçacıklarının yaklaşık 20.000'de birinin geri sapmasıydı. Bu ne
demekti?
Uzun bir bocalamadan sonra Rutherford bu gözlemin, atomun yapısına ilişkin
ipucu verdiğini gördü: Atomun kütlesi neredeyse tümüyle, kapsamında son derece
küçük bir yer tutan pozitif elektrik yüklü bir çekirdekte toplanmış olmalıydı.
Çekirdeğin çevresinde hızla dönen elektronlar ise pozitif yükü dengeleyen
negatif yüklü daha küçük parçacıklardı. Kısacası atom güneş sistemine benzer
bir düzen sergilemekteydi. Alam büyük ölçüde boş bir atom gözönüne alındığında,
alfa parçacıklarının neden büyük bir çoğunlukla, hiç bir engelle karşılaşmamış
gibi altın yapraktan geçtikleri açıklık kazanmaktaydı.
Mikroskopla görülebilen nesnelerden bile küçük olan atomdan daha da küçük olan
çekirdek ve elektron gibi parçacıkları hayalde canlandırmak kolay değildir.
Rutherford'un modelini çizdiği atomu bir futbol stadyumu büyüklüğünde
düşünürsek, çevresinde birkaç sineğin döndüğü çekirdek, bu alanda bir golf topu
büyüklüğünde olacaktır.
Rutherford, kuramcı bir bilimadamı değildi: Ona göre, her problemin çözümü
deney sonuçlarıyla sınırlı tutulmalıydı. Öyle ki, ortaya koyduğu atom modelinin
kuramsal açıklama gerektiren önemli bir sonucuna duyarsız kalmıştı. Üstelik
atom modeline ilişkin deneysel kanıtları, yerleşik fizik yasalarıyla da tam
bağdaşır değildi.
Örneğin, negatif yüklü elektronlar belirtildiği gibi gerçekten çekirdek
çevresinde hızla dönüyorlarsa, bunların da devinen diğer elektrik yükleri gibi,
radyasyon oluşturmaları gerekirdi. Bir elektrik yükünün, antende yukarı ve
aşağı hareket ettirildiğinde radyasyon üretmesi buna bir örnektir. Çekirdek
çevresinde dönen elektron, gerçekten radyasyon çıkarsaydı, çok geçmeden
yavaşlayıp çekirdeğe kapanması ve atomun tümüyle çökmesi beklenirdi (Soruna
kuramsal açıklamayı ortaya koyan kişi, daha sonra Rutherford'un seçkin
öğrencisi olan Niels Bohr'dur).
Rutherford 1908'de Nobel Ödülü'nü, 1914'de "Lord" unvanını aldı.
1919'da Cavendish Laboratuvarı'nın başına geçti. Cavendish onun yönetiminde çok
geçmeden dünyanın başta gelen deneysel fizik merkezi oldu. Burada giriştiği ilk
çalışmalardan biri, yine alfa parçacıklarını kullanarak bir elementin başka bir
elemente yapay dönüşümünü gerçekleştirmek oldu.
Deneyde, alfa parçacıklarının, nitrojen atomları gibi daha hafif atom
çekirdeklerine çarptırıldıklarında, geriye sapmaksızın çekirdekle kaynaştıkları
ve nitrojen atomunun oksijen atomuna dönüştüğü görülür. Bu süreçte başka bir
parçacığın ortaya çıktığını saptayan Rutherford, çekirdeğin temel taşı saydığı
pozitif yüklü bir parçaya "proton" adını verdi.
Kütlesi bakımından diğerlerine benzeyen, ama elektrik yükü olmayan üçüncü bir
parçacık daha söz konusuydu ("Nötron" denen bu parçacığı
Rutherford'un asistanı James Chadwick 1932'de bulur). Bu, bilimsel araştırmaya
bol paranın henüz akmadığı bir dönemdi. Cavendish'te bile deneyler, "derme
çatma" denebilecek basit araçlarla sürdürülüyordu.
Rutherford'u ziyarete giden tanınmış bilim yazarı Ritchie Calder, gördüklerini
şöyle anlatmıştı: "Konuşmamız sürerken bir ara, işlerin nasıl yürüdüğünü
görmek ister misiniz?' diyerek kolumdan tuttu, beni laboratuvarın yüksek voltaj
bölümüne götürdü. Karanlık denilebilecek bir odaya girmiştik; yapay bir şimşek
çakıp duruyordu. Sonra parçalanan atomları kaydeden bir sayacın tıkırtı
seslerini duyduk. 'Atom parçalayıcı' dedikleri bir makinenin önündeydik;
günümüzdeki yüksek voltaj akseleratörleriyle karşılaştırıldığında son derece
ilkel kalan bir makine!
Rutherford ve ekibi işte bu araçlarla çalışıyorlardı. 'Paramız olmadığı için
kafamızı kullanmak zorundayız,' diyordu Rutherford. O, yalnız araçlarının
basitliğiyle değil, bilime yaklaşımındaki basit tutumuyla da övünç duymaktaydı.
'Kendim çok basit olduğum için,' diyordu, 'doğanın da temelde basit olduğuna
inanıyorum' ".
Rutherford, bir dizi seçkin fizikçi yetiştirmekle kalmadı, onlara büyük bir
esin kaynağı da oldu. Nükleer fizik onun dünyasıydı. Bu alandaki öndeyilerinden
pek azı yanlış çıkmıştır. Yanılgılarından biri, çekirdekteki saklı enerjinin
sürgit kilitli kalacağı inancıydı. Ölümünden çok değil iki yıl sonra bu
enerjinin atom bombasına dönüştürülebileceğine artık kesin gözüyle bakılıyordu.
Neyse ki, şansı bir kez daha yüzüne gülmüştü: Hiroşima'daki korkunç patlamayı
duymayacaktı.
EUCLIDES (ÖKLİD)
Öklid, M.Ö. 300 sıralarında yazdığı 13 ciltlik yapıtıyla ünlüdür. Bu yapıt, geometriyi (dolayısıyla matematiği) ispat bağlamında aksiyomatik bir dizge olarak işleyen, ilk kapsamlı çalışmadır. 19. yüzyıl sonlarına gelinceye kadar alanında tek ders kitabı olarak akademik çevrelerde okunan, okutulan Elementler'in, kimi yetersizliklerine karşın, değerini bugün de sürdürdüğü söylenebilir.
Egeli matematikçi Öklid'in kişisel yaşamı, aile çevresi, matematik dışı uğraş veya meraklarına ilişkin hemen hiçbir şey bilinmemektedir. Bilinen tek şey; İskenderiye Kraliyet Enstitüsü'nde dönemin en saygın öğretmeni; alanında yüzyıllar boyu eşsiz kalan bir ders kitabının yazan olmasıdır. Eğitimini Atina'da Platon'un ünlü akademisinde tamamladığı sanılmaktadır. O akademi ki giriş kapısında, "Geometriyi bilmeyen hiç kimse bu kapıdan içeri alınmaz!" levhası asılıydı.
Öklid'in bilimsel kişiliği, unutulmayan iki sözünde yansımaktadır: Dönemin kralı I. Ptolemy, okumada güçlük çektiği Elementler'in yazarına, "Geometriyi kestirmeden öğrenmenin yolu yok mu?" diye sorduğunda, Öklid "Özür dilerim, ama geometriye giden bir kral yolu yoktur" der. Bir gün dersini bitirdiğinde öğrencilerinden biri yaklaşır, "Hocam, verdiğiniz ispatlar çok güzel; ama pratikte bunlar neye yarar?" diye sorduğunda, Öklid kapıda bekleyen kölesini çağırır, "Bu delikanlıya 5-10 kuruş ver, vaktinin boşa gitmediğini görsün!" demekle yetinir.
Öklid haklı olarak "geometrinin babası" diye bilinir; ama geometri onunla başlamış değildir. Tarihçi Herodotus (M.Ö. 500) geometrinin başlangıcını, Nil vadisinde yıllık su taşmalarından sonra arazi sınırlarını belirlemekle görevli kadastrocuların çalışmalarında bulmuştu. Geometri "yer" ve "ölçme" anlamına gelen "geo" ve "metrein" sözcüklerinden oluşan bir terimdir. Mısır'ın yanı sıra Babil, Hint ve Çin gibi eski uygarlıklarda da gelişen geometri o dönemlerde büyük ölçüde, el yordamı, ölçme, analoji ve sezgiye dayanan bir yığın işlem ve bulgudan ibaret çalışmalardı. Üstelik ortaya konan bilgiler çoğunlukla kesin olmaktan uzak, tahmin çerçevesinde kalan sonuçlardı.
Örneğin, Babilliler dairenin çemberini çapının üç katı olarak biliyorlardı. Bu öylesine yerleşik bir bilgiydi ki; pi'nin değerinin 3 değil, 22/7 olarak ileri sürenlere, bir tür şarlatan gözüyle bakılıyordu. Mısırlılar bu konuda daha duyarlıydılar: M.Ö. 1800 yıllarına ait Rhind papürüslerinde onların pi'yi yaklaşık 3.1604 olarak belirledikleri görülmektedir; ama Mısırlıların bile her zaman doğru sonuçlar ortaya koyduğu söylenemez. Nitekim, kesik kare piramidin oylumunu (hacmini) hesaplamada doğru formülü bulan Mısırlılar, dikdörtgen için doğru olan bir alan formülünün, tüm dörtgenler için geçerli olduğunu sanıyorlardı.
Aritmetik ve cebir alanında Babilliler, Mısırlılardan daha ilerde idiler. Geometride de önemli buluşları vardı. Örneğin, "Pythagoras Teoremi" dediğimiz, bir dik açılı üçgende dik kenarlarla hipotenüs arasındaki bağıntıya ilişkin önerme "bir dik üçgenin dik kenar karelerinin toplamı, hipotenüsün karesine eşittir" buluşlarından biriydi. Ne var ki, doğru da olsa bu bilgiler ampirik nitelikteydi; mantıksal ispat aşamasına geçilememişti henüz.
Ege'li Filozof Thales'in (M.Ö. 624-546), geometrik önermelerin dedüktif yöntemle ispatı gereğini ısrarla vurguladığı, bu yolda ilk adımları attığı bilinmektedir. Mısır gezisinde tanıştığı geometriyi, dağınıklıktan kurtarıp, tutarlı, sağlam bir temele oturtmak istiyordu. İspatladığı önermeler arasında; ikizkenar üçgenlerde taban açılarının eşitliği; kesişen iki doğrunun oluşturduğu karşıt açıların biribirine eşitliği vb. ilişkiler vardı.
Klasik çağın "Yedi Bilgesi"nden biri olan Thales'in açtığı bu yolda, Pythagoras ve onu izleyenlerin elinde, matematik büyük ilerlemeler kaydetti, sonuçta Elementler'de işlenildiği gibi, oldukça soyut mantıksal bir dizgeye ulaştı. Pythagoras, matematikçiliğinin yanı sıra, sayı mistisizmini içeren gizliliğe bağlı bir tarikatın önderiydi. Buna göre; sayısallık evrensel uyum ve düzenin asal niteliğiydi; ruhun yücelip tanrısal kata erişmesi ancak müzik ve matematikle olasıydı.
Buluş ve ispatlarıyla matematiğe önemli katkılar yapan Pythagorasçılar, sonunda inançlarıyla ters düşen bir buluşla açmaza düştüler. Bu buluş, karenin kenarı ile köşegenin ölçüştürülemeyeceğine ilişkindi.
Öklid, Pythagoras geleneğine bağlı bir ortamda yetişmişti. Platon gibi, onun için de önemli olan soyut düşünceler, düşünceler arasındaki mantıksal bağıntılardı. Duyumlarımızla içine düştüğümüz yanlışlıklardan, ancak matematiğin sağladığı evrensel ilkeler ve salt ussal yöntemlerle kurtulabilirdik. Kaleme aldığı Elementler, kendisini önceleyen Thales, Pythagoras, Eudoxus gibi, bilgin-matematikçilerin çalışmaları üstüne kurulmuştu. Geometri bir önermeler koleksiyonu olmaktan çıkmış, sıkı mantıksal çıkarım ve bağıntılara dayanan bir dizgeye dönüşmüştü. Artık önermelerin doğruluk değeri, gözlem veya ölçme verileriyle değil, ussal ölçütlerle denetlenmekteydi. Bu yaklaşımda pratik kaygılar ve uygulamalar arka plana itilmişti.
Kuşkusuz bu, Öklid geometrisinin pratik problem çözümüne elvermediği demek değildi. Tam tersine, değişik mühendislik alanlarında pek çok problemin, bu geometrinin yöntemiyle çözümlendiği; ama Elementler'in, eğreti olarak değindiği bazı örnekler dışında, uygulamalara yer vermediği de bilinmektedir.Öklid'in pratik kaygılardan uzak olan bu tutumunun matematik dünyasındaki izleri, bugün de rastladığımız bir geleneğe dönüşmüştür.
Gerçekten, özellikle seçkin matematikçilerin gözünde, matematik şu ya da bu işe yaradığı için değil, yalın gerçeğe yönelik, sanat gibi güzelliği ve değeri kendi içinde soyut bir düşün uğraşı olduğu için önemlidir.
Matematiğin tümüyle ussal bir etkinlik olduğu doğru değildir. Buluş bağlamında tüm diğer bilimler gibi matematik de, sınama-yanılma, tahmin, sezgi, içedoğuş türünden öğeler içermektedir. Yeni bir bağıntıyı sezinleme, değişik bir kavram veya yöntemi ortaya koyma, temelde mantıksal olmaktan çok psikolojik bir olaydır. Matematiğin ussallığı, doğrulama bağlamında belirgindir. Teoremlerin ispatı, büyük ölçüde kuralları belli, ussal bir işlemdir; ama sorulabilir: Öklid neden, geometrinin ölçme sonuçlarıyla doğrulanmış önermeleriyle yetinmemiş, bunları ispatlayarak, mantıksal bir dizgede toplama yoluna gitmiştir?
Öklid'i bu girişiminde güdümleyen motiflerin ne olduğunu söylemeye olanak yoktur; ancak, Helenistik çağın düşün ortamı göz önüne alındığında, başlıca dört noktanın öngörüldüğü söylenebilir:
1) İşlenen konuda çoğu kez belirsiz kalan anlam ve ilişkilere açıklık getirmek;
2) İspatta başvurulan öncülleri (varsayım, aksiyom veya postulatları) ve çıkarım kurallarım belirtik kılmak;
3) Ulaşılan sonuçların doğruluğuna mantıksal geçerlik kazandırmak (Başka bir deyişle, teoremlerin öncüllere görecel zorunluluğunu, yani öncülleri doğru kabul ettiğimizde teoremi yanlış sayamayacağımızı göstermek);
4) Geometriyi, ampirik genellemeler düzeyim aşan soyut-simgesel bir dizge düzeyine çıkarmak (Bir örnekle açıklayalım: Mısırlılar ile Babilliler kenarları 3, 4, 5 birim uzunluğunda olan bir üçgenin, dik üçgen olduğunu deneysel olarak biliyorlardı; ama bu ilişkinin 3, 4, 5 uzunluklarına özgü olmadığını, başka uzunluklar için de geçerli olabileceğini gösteren veriler ortaya çıkıncaya dek kestirmeleri güçtü; buna ihtiyaçları da yoktu. Öyle kuramsal bir açılma için pratik kaygılar ötesinde, salt entellektüel motifli bir arayış içinde olmak gerekir. Nitekim, Egeli bilginler somut örnekler üzerinde ölçmeye dayanan belirlemeler yerine, bilinen ve bilinmeyen tüm örnekler için geçerli soyut genellemeler arayışındaydılar. Onlar, kenar uzunlukları a, b, c diye belirlenen üçgeni ele almakta, üçgenin ancak eşitliği gerçekleştiğinde dik üçgen olabileceği genellemesine gitmektedirler).
Öklid oluşturduğu dizgede birtakım tanımların yanı sıra, beşi "aksiyom" dediği genel ilkeden, beşi de "postulat" dediği geometriye özgü ilkeden oluşan, on öncüle yer vermiştir (Öncüller, teoremlerin tersine ispatlanmaksızın doğru sayılan önermelerdir). Dizge tüm yetkin görünümüne karşın, aslında çeşitli yönlerden birtakım yetersizlikler içermekteydi. Bir kez verilen tanımların bir bölümü (özellikle, "nokta", "doğru", vb. ilkel terimlere ilişkin tanımlar) gereksizdi. Sonra daha önemlisi, belirlenen öncüller dışında bazı varsayımların, belki de farkında olmaksızın kullanılmış olması, dizgenin tutarlılığı açısından önemli bir kusurdu.
Ne var ki, matematiksel yöntemin oluşma içinde olduğu başlangıç döneminde, bir bakıma kaçınılmaz olan bu tür yetersizlikler, giderilemeyecek şeyler değildi. Nitekim, 18. yüzyılda başlayan eleştirel çalışmaların dizgeye daha açık ve tutarlı bir bütünlük sağladığı söylenebilir. Üstelik dizgenin irdelenmesi, beklenmedik bir gelişmeye de yol açmıştır: Öncüllerde bazı değişikliklerle yeni geometrilerin ortaya konması. "Öklid-dışı" diye bilinen bu geometriler, sağduyumuza aykırı da düşseler, kendi içinde tutarlı birer dizgedir. Öklid geometrisi, artık var olan tek geometri değildir. Öyle de olsa, Öklid'in düşünce tarihinde tuttuğu yerin değiştiği söylenemez.
Çağımızın seçkin filozofu Bertrand Russell'ın şu sözlerinde Öklid'in özlü bir değerlendirmesini bulmaktayız: "Elementler'e bugüne değin yazılmış en büyük kitap gözüyle bakılsa yeridir. Bu kitap gerçekten Grek zekâsının en yetkin anıtlarından biridir. Kitabın Greklere özgü kimi yetersizlikleri yok değildir, kuşkusuz: dayandığı yöntem salt dedüktif niteliktedir; üstelik, öncüllerini oluşturan varsayımları yoklama olanağı yoktur. Bunlar kuşku götürmez apaçık doğrular olarak konmuştur. Oysa, 19. yüzyılda ortaya çıkan Öklid-dışı geometriler, bunların hiç değilse bir bölümünün yanlış olabileceğini, bunun da ancak gözleme başvurularak belirlenebileceğini göstermiştir."
Gene Genel Rölativite Kuramı'nda Öklid geometrisini değil, Riemann geometrisini kullanan Einstein'ın, Elementler'e ilişkin yargısı son derece çarpıcıdır: "Gençliğinde bu kitabın büyüsüne kapılmamış bir kimse, kuramsal bilimde önemli bir atılım yapabileceği hayaline boşuna kapılmasın!"
FARABİ
Fârâbî'ye göre, eğer bir tas, içi su dolu olan bir kaba, ağzı aşağıya gelecek biçimde batırılacak olursa, tasın içine hiç su girmediği görülür; çünkü hava bir cisimdir ve kabın tamamını doldurduğundan suyun içeri girmesini engellemektedir. Buna karşılık eğer, bir şişe ağzından bir miktar hava emildikten sonra suya batırılacak olursa, suyun şişenin içinde yükseldiği görülür. Öyleyse doğada boşluk yoktur.
Ancak, Fârâbî'ye göre ikinci deneyde, suyun şişe içerisinde yukarıya doğru yükselmesini Aristoteles fiziği ile açıklamak olanaklı değildir. Çünkü Aristoteles suyun hareketinin doğal yerine doğru, yani aşağıya doğru olması gerektiğini söylemiştir.
Boşluk da olanaksız olduğuna göre, bu olgu nasıl açıklanacaktır? Bu durumda Aristoteles fiziğinin yetersizliğine dikkat çeken Fârâbî, hem boşluğun varlığını kabul etmeyen ve hem de bu olguyu açıklayabilen yeni bir varsayım oluşturmaya çalışmıştır. Bunun için iki ilke kabul eder:
1. Hava esnektir ve bulunduğu mekanın tamamını doldurur; yani bir kapta bulunan havanın yarısını tahliye edersek, geriye kalan hava yine kabın her tarafını dolduracaktır. Bunun için kapta hiç bir zaman boşluk oluşmaz.
2. Hava ve su arasında bir komşuluk ilişkisi vardır ve nerede hava biterse orada su başlar.
Fârâbî, işte bu iki ilkenin ışığı altında, suyun şişenin içinde yükselmesinin, boşluğu doldurmak istemesi nedeniyle değil, kap içindeki havanın doğal hacmine dönmesi sırasında, hava ile su arasındaki komşuluk ilişkisi yüzünden, suyu da beraberinde götürmesi nedeniyle oluştuğunu bildirmektedir.
Yapmış olduğu bu açıklama ile Fârâbî, Aristoteles fiziğini eleştirerek düzeltmeye çalışmıştır. Ancak açıklama yetersizdir; çünkü havanın neden doğal hacmine döndüğü konusunda suskun kalmıştır.
Bununla birlikte, Fârâbî'nin bu açıklaması, sonradan Batı'da Roger Bacon tarafından doğadaki bütün nesneler birbirinin devamıdır ve doğa boşluktan sakınır biçimine dönüştürülerek genelleştirilecektir.
FERDINAND PORSCHE
Porsche, Maffersdorf/Bohemia'da musluk tamircisi bir babanın oğlu olarak dünyaya geldi. Boş zamanlarında teknik ve elektrikle uğraştı. Liseyi bitirdikten sonra Viyana'ya giderek Teknik Üniversiteye dinleyici öğrenci olarak yazıldı. İlk işini elektrik motorları üreten bir işletmede buldu.
Otomobil tutkusunun farkına burada vardı. Lohner-Porsche Porsche 1900'daki Paris Fuarı'nda, kendi buluşu olan ve dingillerindeki elektrik motorlarıyla çalışan otomobili sergiledi.
Taşıt aracını Viyana saray arabaları yapımcısı Lohner şirketinin elemanı olarak yaptığı için, bu yeni otomobil Lohner-Porsche olarak tanındı. Bunun hemen ardından düşüncesini daha da geliştirerek elektrik motorlarını bir benzin motoru aracılığıyla besledi. Bu yeni tahrik biçimiyle şanzıman dişlisine gerek kalmıyordu.
Porsche teknik müdür olarak Viyana Neustadt'taki Austro-Daimler şirketine geçti. Burada tanınmış bir uzun mesafe yarışı olan Prinz-Heinrich-Fahrt için yaptığı otomobille yarışı bizzat kazandı.
Porsche ayrıca uçak motorları ve Birinci Dünya Savaşı'nda topları taşıyan çekici araç tasarımcısı olarak kendisine bir isim yaptıktan sonra, savaşın ardından tasarladığı iki binek otomobiliyle Austro-Daimler'deki son başarılarına imza attı. 1923'te firmanın Stuttgart'taki merkezine teknik müdür ve tasarımcı olarak geçti. Avusturya'daki Steyr şirketinde kısa bir süre (1928-30) çalıştıktan sonra, 55 yaşında bağımsızlığı seçti.
Kendi Şirketi Uluslararası bir şöhrete sahip olan Porsche, yorulmak bilmeksizin daha başka teknik yenilikler de geliştirdi ve çeşitli firmalar için komple yeni otomobiller tasarladı.
Esnekliği dolayısıyla yüklenme halinde dönebilen bir amortisör elemanı olan döner çubuk yaylanıcısını (süspansiyonunu) buldu. Sıkışık parasal durumunu, ardından gelen yıllarda Nasyonal Sosyalist rejimin önemli bir taşıt aracı danışmanı olarak düzeltti. İyi kişisel ilişkilerinin ve ortak çıkarlarının bulunduğu Hitler'in buyruğuyla Porsche, geniş halk kitlelerinin satın alabilecekleri sağlam bir otomobil tasarımına başladı.
Hitler'in diğer koşulları şunlardı: Saatte 100 kilometrelik hız, 4-5 kişilik yer,100 kilometrede en fazla 8 litrelik benzin tüketimi, 1.000 RM'nin (Reichsmark) altında satış fiyatı. 1936'da 4 silindirli Boxer motorlu, 22 beygir güçlü ve 984 cc hacimli ilk 3 test otomobili hazırdı.
Sonradan "Volkswagen" (böcek) olarak adlandırılan hava soğutmalı otomobil, önce Alman İşçi Birliği çerçevesindeki Nasyonal Sosyalist Yardım Kuruluşu "Kraft durch Freude"den (Neşeden güç doğar) esinlenerek "KdF-Wagen" olarak piyasaya çıktı. Porsche genelde bu otomobilin mucidi olarak kabul edildiği halde asıl konstrüksiyon planları, tasarımını 1925'ten itibaren geliştiren ve Porsche'ye 1932'de bunları boş yere öneren Çekoslavakya'lı Bela Barenyi'ye aitti.
Savaş İçin Tasarımlar 1937'de NSDAP'ye (Alman Nasyonal Sosyalist İşçi Partisi) giren Porsche bir yıl sonra SS'e de katıldı. Buna karşın, yalnız işini düşünen ve politikayla ilgisi olmayan bir insan olarak tanındı. Basit bir tasarımcıyken Wolfsburg'daki Volkswagen AG'nin kurucusu ve yöneticisi oldu. Porsche burada "böcek"in seri üretimine başladı.
Yeni teknik gelişmelere tutkun olan Porsche, İkinci Dünya Savaşı'nda askeri araç üretimine ağırlık verdi. Alman Devleti'nin en büyük ulusal onur madalyasını aldıktan sonra "profesör" ünvanını kullanabilen zırhlı araç tasarımcısı olarak ön plana geçti. Ayrıca Volkswagen'i askeri amaçla cip ve yüzer araç haline getirdi. Porsche'nin işletmesi savaşın bitmesine bir yıl kala Gmünd/ Karnten'e nakledildi.
Almanya'nın teslim oluşundan sonra tutuklanan Porsche bir Fransız cezaevinde kaldı. 1947'de kefaletle serbest bırakıldı. Bundan böyle, oğlu Ferry'nin yönetimi altında onarım işleri ve yedek parça üretimiyle ayakta kalmaya çalışan Karnten'deki fabrikasına kendini adadı.
1948'de kendi adı altında tanınan, 40 beygir gücündeki bir VW motoruyla donatılmış olan ilk spor arabasını piyasaya çıkarttı. İşletmesi 1950'de tekrar Stuttgart'a nakledildi ve Porsche burada 75 yaşında öldü.
FRANCIS BACON
(1561-1626) Bilime katkıları göz önüne alındığında bilimin
öncüleri kabaca üç grupta toplanabilir. "Kabaca" diyoruz, çünkü bilim
adamlarının en azından bir bölümü için böyle bir sınıflama yapay olmaktan ileri
geçmez.
(1) Çalışmaları deneysel ağırlıklı olanlar (Faraday, Marie Curie, Rutherford,
vb.);
(2) Kuramsal düzeyde devrim niteliğini taşıyan atılımlarıyla tanınanlar
(Newton, Darwin, Maxwell, Einstein, vb.);
(3) Çalışmalarında pratik sorunların çözümüne ağırlık verenler (Archimedes,
Pasteur, vb.).
Katkısı bu üç tür çalışmadan hiç birine girmeyen, ama bilimsel yöntem
anlayışım, bilimin uygar yaşam için önemini, uygulamaya yönelik bilginin güç ve
değerini işleyen yapıtları; "kısır" diye nitelediği Skolastik düşünce
geleneğine karşı yüreklice ortaya koyduğu tepkisiyle bilim tarihine yön çizen
bir öncü vardır: Francis Bacon.
Bacon, dar anlamda bir bilim adamı olmaktan çok, kendisine özgü yaklaşımıyla
bir bilim yorumcusu, öngördüğü bilgi dünyasını kurma misyonuyla tabuları kırma
savaşımı veren bir düşünürdü. İçine doğduğu dünya, çelişkilerle dolu bir
dönemden geçmekteydi: bir yanda insanoğlunun yeni keşiflerle bilinmeyene
açıldığı, bilgi arayışına girdiği; öte yanda büyü, fal türünden aldatıcı
uygulamaların yaygınlık kazandığı, kilise buyruğuna ters düşünenlerin yakıldığı
bir dönem!
Rönesansla birlikte sanatta belirginlik kazanan coşkulu atılım, 16. yüzyılda
doğayı anlama, olup bitenleri açıklama arayışına dönüşmüştür. Bacon'un bu
dönüşümü yorumlama ve yönlendirme tutkusu, aydınlanma çağını henüz
yakalayamamış toplumlar için bugün de geçerli bir örnektir. Bacon, İngiliz
Kraliyet Sarayı çevresinde, üst-düzey yönetici bir ailenin çocuğu olarak
büyümüştü. Amcası dönemin en etkili politikacısıydı.
Daha küçük yaşlarındayken Francis, güzel ve ciddi konuşmalarıyla Kraliçe
Elizabeth'in ilgisini çekti. Kraliçe, ziyaretçi ve misafirlerine, saçlarını
okşamaktan hoşlandığı bu çocuğu, "Saray'ın Minik Lordu" diye
tanıtırdı. Çok yönlü bir eğitimle yetişen delikanlı, 18 yaşına geldiğinde diplomatlar
arasına katılmaya, elçilerle birlikte Avrupa başkentlerine gidip gelmeye
başladı.
Ne var ki, bu parlak başlangıç uzun sürmedi. Babasının erken ölümü, yarattığı
politik skandal nedeniyle ağabeyinin ölüm cezasına çarptırılması, aileyi
çökertti. Annesinin geçim sorumluluğunu üstlenen Francis, bir yandan aile
borçlarını ödeme uğraşı verirken, bir yandan da kendi geleceğini kurma çabasını
elden bırakmıyordu. Başta Kraliçe olmak üzere, hiç kimse yüzüne bakmıyordu
artık!
Ama hüsrana dönüşen yaşamında onu ayakta tutan ve yaşam boyu sürecek bir inancı
vardı: Uygar geleceğe giden yolda aydın kesime bilimin önemini kavratmak,
bilimsel araştırmaya kurumsal bir kimlik kazandırmak! "İlgi alanımda
yalnızca bilgi, bilgiye yönelik araştırma vardır," diyordu Bacon.
Deneyimci (ampirik) felsefenin öncüsü olan Bacon, temelde somut sorunlara
ağırlık veren pragmatist bir düşünürdü. İnsanlığın mutlu ve aydınlık geleceğine
ilişkin, biraz ütopik ve iyimser bir beklentisi vardı. Ona göre, bu geleceğin
başlıca güç kaynağı güvenilir bilgiydi. İlerlemeyi tıkayan tek engel,
"idolamentis" dediği yerleşik tabulardı. Öncelikle aklı teolojinin
tutsaklığından kurtarmak, kapıları deneysel araştırmalara açmak gerekiyordu.
Bacon, militan bir tutum içindeydi; yaşamını, tasımsal argümanlarını laf
cambazlığı saydığı Skolastik "bilginlerin" yetkisini kırmaya
adamıştı.
Bacon'un önerdiği bilim, seçkin kişilerin bireysel etkinliği olmaktan çok,
örgün, kurumsal nitelikte bir girişimdi. Bunun için tüm dillerde yazılmış
değerli kitapları da içine alan zengin bir kitaplık, geniş botanik ve hayvanat
bahçeleri, görkemli bir müze ve her türlü deneye yeterli büyük bir laboratuvar
kurulmalıydı. Doğanın gizlerinin çözülmesi ve özlenen uygar dünyanın kurulması,
ancak bu kuruluşlardan oluşan kompleks bir bilim merkeziyle
gerçekleştirilebilirdi. Bacon, seçkin bilim adamlarını bünyesinde toplayan
Kraliyet Bilim Akademisi'ni (The Royal Society) de bu amaçla kurmuştu.
Bacon, bilimin önemini vurgulamakla kalmamış, bilimsel yöntemi açıklama işini
de üstlenmişti. Doğayı tanımak, doğa güçlerini denetim altına alma yolunda
istenen sonucu verecek yöntemi belirlemek, başlıca amaçlarından biriydi. Ona
göre gözlem ve deney, bilimsel araştırmanın asal özellikleriydi. Olgusal
verileri toplayarak bunları belli bir düzen içinde işlemek dışında, doğayı
tanımanın bir yolu yoktu.
Skolastik yaklaşımda olduğu gibi, doğruluğu sorgulanmaz birtakım peşin
ilkelerden tümdengelimle olguları açıklamaya çalışmak kısır bir çabaydı. Doğru
olan yöntem, gözlem veya deneyle olguları saptamak, toplanan verilerden
indüksiyonla genellemelere gitmek, ulaşılan genellemelerden en kapsamlı
olanları aksiyom (öncül ilke) olarak seçmekti. Tümdengelim (dedüksiyon), ancak
bu aşamadan sonra yararlı olabilirdi.
Bacon, yöntem anlayışını ilginç bir benzetmeyle ortaya şu şekilde koymuştur:
"Bilim adamı ne ağını içinden çekerek ören örümcek gibi, ne de çevreden
topladığıyla yetinen karınca gibi davranmalıdır. Bilim adamı topladığını
işleyen, düzenleyen bal ansı gibi yapıcı bir etkinlik içinde olmalıdır."
Bacon'un, olgusal içerikten yoksun dedüktif çıkarımı yararsız saymakta haksız
olduğu söylenemez. Gerçekten de Aristoteles'in tasımsal mantık yöntemiyle
bilimde bir adım bile ileri gidilemeyeceği bilinmeliydi artık. Ama Bacon'un
önerdiği tümevarım yönteminin de yeterli olduğunu söylemek güçtür. Tümevarımla
yapılan genellemeler, olguları açıklayıcı değil, betimleyicidir.
Örneğin, tüm bakır tellerin iletken olduğu genellemesi, bakır telin neden
iletken olduğunu açıklamamakta, yalnızca gözlemlenen bakır tellerin ortak bir
özelliğini belirtmekle kalmaktadır. Betimleyici genellemelerin bilimde önemli
yer tuttuğu elbette yadsınamaz. Ancak bilimin, olguları betimlemenin ötesinde
daha önemli işlevi, olguları veya olgusal ilişkileri açıklamaktır.
Boyle'un yasasını alalım. Sabit sıcaklıkta, gazların hacimleri ile
basınçlarının ters orantılı olduğu genellemesi, gözlemsel bir ilişkiyi dile
getirmekle kalmaktadır. Bu ilişki ise ancak daha sonra, "gazların kinetik
teorisi" olarak bilinen kuramsal ilkeyle açıklanabilmiştir. Bacon, gözleme
dayanan genellemeler gibi açıklayıcı ilkelere de tümevarımla ulaşılabileceği
yanılgısı içindeydi.
Oysa, hipotez ya da kuram oluşturmanın bilinen bir yöntemi yoktur. Bu bağlamda,
bilim adamının deneyim, sezgi veya yaratıcı hayal gücünden söz edilebilir; ama
indüktif, dedüktif ya da başka türden bilinen bir yöntemden kolayca söz
edilemez, herhalde.
Bacon'un bilimsel yöntem anlayışındaki bir yetersizlik de, matematiğin
bilimdeki işlevini kavrayamamış olmasıdır. İleri sürülen bir hipotez ya da kuramın
olgusal olarak yoklanması, öncelikle o hipotez ya da kuramdan
"öndeyi" denen test edilebilir önermelerin çıkarımını gerektirir. Bu
ise uzun süreçli mantıksal bir işlem olup çoğu kez ancak matematiğin
tümdengelim tekniğiyle olasıdır.
Ayrıca matematik, bilim için etkili bir dildir; özellikle fizikteki, yasa ve
ilkelerin matematiksel denklemlerle dile getirilmesi, çıkarım işlemlerini
kolaylaştırmanın yanısıra bilime daha güvenilir ve açık bir ifade gücü de
sağlamaktadır.
Bacon, deneysel bilimin inançlı bir savunucusu, bilimsel yöntem bilincini ön
plana çıkaran bir öncüydü. Ne var ki, onun kendi yaşam dönemindeki bilimsel
çalışmaları yeterince izlediği söylenemez. Kepler'in ortaya koyduğu doğrulayıcı
sonuçlara karşın, Kopernik dizgesini içine sindirememesi, üzerinde durulacak
bir noktadır.
Çağdaşı Galile'nin, deneyle matematiği birleştirerek bilimsel yönteme
kazandırdığı yeni kimliğin farkına varmamış olması da ilginçtir. Aynı şekilde,
modern anatominin öncüsü Vesalius'un çalışmasına gereken ilgiyi göstermediği
gibi, kendi hekimi Harvey'in, kan dolaşımına ilişkin buluşlarını da bir bakıma
görmezlikten gelmiştir.
Değindiğimiz tüm yetersizliklerine karşın, Bacon'un bilimsel gelişme için
gerekli ortamın hazırlanmasında oynadığı büyük rolün önemi tartışılamaz.
Unutmamak gerekir ki, Bacon bir bilim adamı olmaktan çok, bilimi bağnazlığın
tekelinden kurtarma savaşı veren bir düşünürdü. Bilimin daha sonraki
gelişmeleri üzerindeki etkisi, bu gelişmelerin uygar yaşama yönelik
kazanımlarına ilişkin öngörüleri göz önüne alınacak olursa, Bacon daima övgüyle
anılacaktır.
Bacon, "bilgi kudrettir," demiştir. Ancak yüzyılımıza gelinceye dek
yalnız o değil hiç kimse, bilgelikle birleşmeyen bilginin, aynı zamanda bir
yıkım aracı olarak da kullanılabileceğini düşünebilmiş değildir.
YATMA ZAMANI
GEREKLİ OLANLAR: Oyuncak hayvan Oyuncağı içine alacak büyüklükte karton kutu Eski havlu, eski kumaş parçaları, pamuk Çocuğunuz uy...
-
Türk milletinin bugün ve gelecekte tam bağımsızlığa, huzur ve refaha sahip olması, devlet yönetiminin millet egemenliği esasına dayandırılma...
-
14. Yüzyıl Başlarında Anadolu ve Avrupa’nın Genel Durumu 1243 yılında Kösedağ Savaşı’nı kaybeden Türkiye Selçuklularının merkezi otorites...
-
KARADENİZ BÖLGESİ A. BÖLGENİN GENEL COĞRAFİ ÖZELLİKLERİ Türkiye’nin kuzeyinde yer alan bölge, ismini Karadeniz’den alır. Doğuda Gürc...