Alman
sanayici Bosch motorlu araçlar için elektrik donanımı üreten dünya çapında
başta gelen firmayı küçük bir tesisatçı dükkanından başlayarak kurdu. 20.
yüzyılın başında hemen hemen her otomobile takılan manyetoyu geliştirerek dünya
çapında ünlendi.
Bosch Schwaebische Alp dağlarında bir köy olan Albeck'de bir çiftçi ailesinin
oniki çocuğunun onbirincisi olarak dünyaya geldi. Ailesinin başlıca gelir
kaynağını, arabacıların geceledikleri ve atlarını değiştirdikleri bir han
oluşturuyordu.
Tren hattı döşendiğinde ailece Ulm'e taşındılar. Bosch ince tesviyecilik
dalındaki çıraklığını tamamladıktan sonra ülkesinden ayrıldı. 1884'te ABD'ye
giderek burada Thomas Alva Edison ile birlikte çalıştı ve ardından da
İngiltere'ye gitti.
Ondan iki yıl sonra da 10.000 marklık bir sermaye ile Stuttgart'ta bir tesisat,
ince tesviyecilik ve elektroteknik şirketi kurdu. 1887'de bir arkadaşının
kızkardeşi olan Anna Kayser ile evlenerek iki çocuk sahibi oldu.
Bosch, bir makinacı kalfa ve bir çırak çocukla birlikte her türlü elektrik
tesisatı onarıyor ve telefon, ev telgrafı ve paratoner (yıldırımsavar) gibi
aygıtları monte ediyordu.
1887'de gazlı motorlar için ürettiği manyetoyu izleyen yıllarda giderek
geliştirdi. Elde ettiği başarılar yüzünden tesisatçı firmasının kapasitesini
gözünde büyüttü. Yeni makine alımı için fazla yatırım yaptı ve 1890'da parasal
sıkıntıya düştü. Ancak 1897'de ekonomik sıkıntısını atlatabildi.
Kendisi tarafından üretilen manyeto artık bir motorlu araca, bir Dioa-Bouton Üç
Tekerleklisine takılabildi. Bosch bundan beş yıl sonra kesin başarıya ulaştı.
Proje mühendisi Gotdob Honold bujilerle bir yüksek gerilim manyetosu
geliştirdi. Bir aygıt ateşleme hızı ve dakiklik açısından tüm rakip firmaların
ürünlerinden üstündü.
Ayrıca hızlı çalışan benzinli motorların geliştirilmesi üzerinde etken oldu.
Aradan çok geçmeden Bosch hemen hemen bütün büyük otomobil firmalarından
sipariş almaya başladı.
Yeni yüzyıla girdikten birkaç ay sonra, bu arada 45 kişi çalıştıran Bosch,
Stuttgart'a taşındı. Elektroteknik fabrikasını plânlarken ABD'de edindiği
deneyimlerden yararlandı.
Modera iş bölümünü göz önünde tutarak imalathanelerini donattı. Sık sık
"Kızıl Bosch" olarak nitelendirilen sanayici, Almanya genelinde ancak
1918'de kabul edilen 8 saatlik iş gününü 1906'da uygulayarak sosyal tutumunu
kanıtladı.
1910'da fabrikasında çalışanlara Cumartesileri öğleden sonra izin verdi. Diğer
işletmelerin çoğunda o tarihte haftada altı tam gün çalışılıyordu. Şirketi
1913'te 7 haftalık bir işçi mücadelesine sahne olunca, Bosch işverenler
birliğine katıldı. O tarihe kadar bu örgüte üye olmayı reddetmişti.
Birinci Dünya Savaşı patlak vermeden önce Bosch ürünlerinin % 90'ını dış
ülkelere satıyordu. Şirketi, motorlu taşıtlar için buji, ışık makinesi, akü,
starter, far vb. parçalardan oluşan ilk standart elektrikli donanımı sunuyordu.
İngiltere, Fransa ve ABD'de kendi şirketleri ve temsilcilikleri bulunmaktaydı.
Her ne kadar savaş başladığında dış ülkelerden sağladığı kazanç elden gittiyse
de, savaş için yaptığı üretim bunu kat kat çıkartıyordu. Bosch bu kazancının
büyük bir bölümünü Neckar kanalının inşası için kurulan bir vakfa devretti.
1916'da firmasını anonim şirkete çevirdi.
Her zaman teknikteki yenilikleri göz önünde bulunduran Bosch, Birinci Dünya
Savaşı sona erdikten sonra araştırmaya büyük paralar ayırdı ve işletmesini
giderek büyüttü.
Özel hayatında 20'li yıllarda kaderin birkaç sillesine katlanmak zorunda kaldı.
Oğlu mültipl skleroz hastalığından öldüğü gibi, çocuğunun ölümünü
kabullenemeyen karısı da geçirdiği ağır depresyonlar yüzünden hastanelerde
bakılmak zorunda kaldı. Bosch 1926'de boşandı ve bir yıl sonra Margarete Woerz
ile evlenerek bir kız çocuk sahibi oldu.
Yine 1927'de çalışanlara şirkette uzun yıllar çalıştıktan sonra,
emekliliklerinde parasal destek sağlayan Bosch Yardımı adı altında toplumsal
bir kuruluşu hayata geçirdi. Ne var ki, 30'lı yılların başındaki dünya ekonomik
buhranı 1937'den beri Robert Bosch GmbH adını taşıyan bu kuruluşu da etkiledi.
Satışlar hissedilir derecede gerilerken çalışanların kimisine yol vermek
gerekti.
Bosch' un fabrikaları İkinci Dünya Savaşı'nda geniş çapta yıkıldılarsa da
kendisi buna tanık olmadı. Şirketin kurucusu 1942 yılinda 80 yaşında
Stuttgart'ta hayata veda etti. Fabrikaları yeniden inşa edildikten sonra üretim
yelpazesine buzdolapları ve diğer elektrikli ev aletleri eklendi.
21 Şubat 2021 Pazar
ROBERT BOSCH
ROBERT BOYLE
Boyle, pek çok maddenin, kendi içinde değişmeyen birtakım basit elementlerin bileşiği olduğu düşüncesini işleyerek yüzyılların öğretisi simyayı geçersiz kılar. Simyacılar, özellikle Ortaçağ boyunca, "iksir" denen gizemli bir sıvıyla yaşamı ölümsüzleştirme, bayağı madenleri altına dönüştürme yolunda yoğun uğraş içindeydiler. Onlara göre, bir madde nitelik bakımından istenen başka bir maddeye çevrilebilirdi.
Boyle'un yaşadığı dönemde elementlerin sayısı bilinmiyordu, kuşkusuz. Ama Boyle ilk kez, en az iki elementi içinde taşımayan her maddenin bir element sayılabileceği savını ileri sürmekteydi; öyle ki kimyacı, inceleme konusu her maddenin kimliğini, elementlere çözümleme yöntemiyle belirleyebilirdi.
Onun buna koşut bir savı da, element ya da bileşik olsun her saf maddenin kimliğini koruduğuydu: Herhangi bir örneklemin değişik görünmesi temsil ettiği maddenin değiştiğini değil, olsa olsa yabancı bir madde ile katıştığını gösterirdi.
Boyle'un, kimyasal çözümleme yöntemini sağlam bir temele oturttuğu söylenebilir; ama onun ilgi alanı kimya ile sınırlı değildi. Elektrik konusundaki çalışmaları da, bir başlangıç olarak, umut verici bir düzeyde idi. Pozitif ve negatif elektrik yükü ayırımını ona borçluyuz. Ayrıca, sesin tersine ışık gibi elektrik çekiminin de bir boşluktan geçebileceğini ilk gösteren odur.
Deneysel çalışmalarıyla kısa zamanda tanınan Boyle'un bilimdeki en büyük atılımı hava basıncı üzerindeki çalışması ve bu basınca ilişkin "Boyle Yasası" diye bilinen ilişkiyi bulmasıdır. Daha sonra matematiksel olarak dile getirilen bu ilişki, gazların basınç altında nasıl davrandığını açığa vurmaktadır.
İrlanda kökenli Robert Boyle bilimsel yaşamını öğrenim gördüğü İngiltere'de sürdürür. Zengin ve kültür düzeyi yüksek bir ailenin tüm olanaklarıyla büyüyen Robert daha küçük yaşında Latince, Yunanca ve Fransızca öğrenmişti. Onbir yaşına geldiğinde Avrupa'nın başlıca bilim ve kültür merkezlerini gezme ve tanıma olanağı bulur.
Ondört yaşında İtalya'ya gider. Canlı ve renkli yaşamıyla bir çok yönden göz kamaştıran bu Akdeniz ülkesinde gezip tozup eğleneceğine, Galileo'nun çalışmalarını incelemeye koyulur. Sonunda öylesine büyülenir ki, İngiltere'ye döndüğünde yaşam planı çizilmiş, hedefi belirlenmiştir, artık! Delikanlı için bundan böyle yaşam bilime verildiği ölçüde anlamlıdır.
İlk işi, Oxford Üniversitesi'nde kimi seçkin öğrencileri çevresinde toplayarak "Görünmez Kolej" dediği bir dernek oluşturmak olur. Derneğin amacı, deneysel bilim etkinliklerini teşvik etmek, bilimsel yönteme tartışarak açıklık getirmekti. Görünmez Kolej çok geçmeden saygınlık kazanır, 1660'da kralın onayı ile belli sayıda seçkin bilim adamına üyelik olanağı tanıyan "Royal Society" adı altında kurumsallaşır.
Boyle'un yetiştiği dönemde tartışılan konuların başında hava basıncı geliyordu. Onyedinci yüzyıl başlarında kullanılmaya başlanan su çekme pompası bir sorun ortaya koymuştu: Suyun kuyudan yaklaşık 10 m'den daha yukarı çekilmesi neden olanaksızdı? Galileo bile bu soruya doğru bir yanıt verememişti. Soruna aranan açıklamayı Galileo'nun öğrencisi Torricelli getirir.
Torricelli analojiden yararlanarak havanın da su gibi içindeki nesneler üzerinde basınç etkisi olabileceği düşüncesinden yola çıkar. "Hava Denizi" denen bu hipotezin 10 m'lik su sütunuyla yoklanması pratik olarak kolay değildi. Torricelli deneysel yoklamasını içi cıva dolu l m'lik bir tüple gerçekleştirir.
Deney basittir: Tüp, açık ucu parmakla kapatılarak ters çevrilip, üstü açık, cıva dolu bir çanağa daldırılınca cıva sütununun tüpün kapalı üst ucunda bir boşluk bırakarak 76.2 cm düzeyine düştüğü görülür (Bilindiği gibi cıva sudan ondört kat daha ağırdır). Torricelli cıvanın bu düzeyde kalmasını, çanak üzerindeki hava basıncı ile açıklar. Bu açıklama daha sonra Fransa'da Blaise Pascal, Almanya'da Otto von Guericke tarafından değişik deneylerle doğrulanır.
Bu deneyleri duyan Boyle de "Hava Denizi" hipotezini deneysel olarak yoklamaya koyulur. O cıva tüpünü üstü açık cıva dolu çanağa değil, havası boşaltılmış kapalı bir kaptaki cıvaya daldırır. Hava basıncı desteğinden yoksun cıva sütunu tümüyle çöker; ancak kaba yeniden hava verildiğinde cıva sütununun yükselerek 76.2 cm'lik düzeyi bulduğu görülür.
Royal Society'nin kurucusu Boyle kendi adıyla anılan bilim yasasıyla da ünlüdür. Bu yasa yukarıda da belirttiğimiz gibi bir gazın oylumu ile üzerindeki basıncın ilişkisini dile getirmektedir. Şöyle ki, sıcaklık sabit tutulduğunda, bir gazın oylumu üzerindeki basınçla ters orantılıdır (Matematiksel olarak: V= sabit bir sayı X 1/P, ya da, PV= sabit bir sayı. V oylumu, P basıncı simgelemektedir).
Buna göre, örneğin, bir gazın üzerindeki basınç iki katına çıkarıldığında oylumu yarıya inmekte, tersine, basınç yarıya indirildiğinde oylumu iki katına çıkmaktadır. Gazların pek çoğu bu ilişkiyi tam, küçük bir bölümü ise yaklaşık olarak yansıtmaktadır.
Gazların fiziksel teorisinin gelişmesinde önemli bir adım olan Boyle Yasası, gazların kimyasal yapısını anlamaya da yol açmıştır. Özellikle, molekül ve atomların saptanmasında, bunların oluşturduğu bileşiklerin incelenmesinde yasanın oynadığı rolün önemi yadsınamaz.
Boyle'un çalışması izlenerek, sıcaklık değişikliğinin basınç ve oylum üzerindeki etkisi de incelenmiştir. Onsekizinci yüzyıl sonlarına doğru, biribirinden bağımsız olarak iki Fransız bilim adamı (Jacques Charles ile Gay-Lussac), ısıtılan bir gazda basıncın sabit tutulması isteniyorsa, sıcaklığın artışı ile orantılı olarak oylumun artışına olanak verilmesi gerektiğini belirler.
"Charles Yasası" diye bilinen bu ilişki, "Sabit basınç altında bir gazın oylumu, mutlak sıcaklığıyla doğru orantılıdır" diye dile getirilebilir: V = sabit bir sayı X T. (T sıcaklığı, V oylumu simgelemektedir.) Boyle gibi Charles da yasasını deneysel olarak ortaya koymuştu. İki yasanın da matematiksel olarak temellendirilmesi ondokuzuncu yüzyılda oluşturulan gazların kinetik teorisini bekler.
Francis Bacon'u izleyen Boyle da, uygarlığın geleceği bakımından bilime büyük umutla bağlanmıştı. Yaşadığı dönemi bilime yönlendirme yolundaki çabasının anlamını yansıtan şu sözleri ilginçtir:
İnsanlığın gönenç ve mutluluğu, doğa bilginlerinin düşün yaşamımıza getirdiği yeni anlayışla koşut gidecektir.
İçine doğduğu dünya büyücülüğün, falcılığın, batıl inançların kol gezdiği bir dünyaydı. Bıraktığı dünya, olgusal deneye, ussal ve eleştirel düşünmeye, doğal güçleri anlama ve denetlemeye yönelen bir dünya olmuştu. Öldüğünde çağdaşları onu, "Gerçeği Soluyan Robert Boyle" diye anmışlardı.
ROBERT FULTON
Hikâye
basit bir şekilde başlıyor; Pennsylvania'da (A.B.D.), 1765'te İrlandalı yoksul
bir göçmen ailesinin bir oğlu doğuyor: Robert Fulton... Üç yaşındayken babasını
kaybettiği ve annenin bakımına kaldığı için çok geçmeden köy okulundan ayrılıp
çalışma hayatına atılmak zorunda kalıyordu. Ama bu gencin resme büyük yeteneği
ve özellikle eşine az rastlanır bir iradesi, çalışma gücü vardı. Yaptığı
portreler sahiplerine tıpatıp benziyor ve genç adam tutkusunun ardından taşralı
müşterilerini bir yana koyup şansını denemek üzere Washington'a gidiyor.
Şansının yardımını da görmüyor değil. Günün birinde genç ulusun değerli kişisi
Benjamin Franklin'in karşısında buluyor kendini. Delikanlı portreye çalışırken,
tutkularını bu değerli kişiye açma fırsatını buluyor: Yeteneklerini Avrupa'da
sanatın vatanında geliştirebilir, Franklin acaba kendini orada ün yapmış bir
kişiye, sözgelişi Benjamin West'e tavsiye edemez miydi?
Bir süre sonra onu Londra'da görüyoruz. Perukalı, soylu kişilerin portrelerini
yapıyor ve tablolarını Royal Academy'de sergiliyordu. Yaşı daha yirmi altı ve
kaderi birden değişiveriyor. Stanhope'nin portresini yaparken ünlü mucit onu,
sanatını bir yana koyup kendini tekniğe vermesini sağlayacak kadar etkiliyor.
Fulton, Stanhope'nin icadının bir püf noktası olduğunu düşünmektedir. Genç
Amerikalı paleti, fırçayı bir yana atıp ünlü teknikçinin açtığı yeni ufuklara
doğru koşuyor: Watt makinesi, buharlı gemi...
Kalbi sonsuz bir heyecanla çarpıyor. Bu defa West'in şaşkınlık dolu bakışları
karşısında cetveli alıp bundan böyle ölçekli resimler yapmaya koyuluyor.
Kaleminden sırasıyla siper kazma makinesi, mermer kesme cilalama makinesi,
kenevir ipliği tezgâhı, kanallar için dip tarama gemisi, bir su arkı ve bir
köprü tasarısı çıkıyor. 1796'da da ırmak gemiciliğinin geliştirilmesi üzerine
bir makale yayımlıyor.
Bu verimlilik İngilizleri şaşırtıyor. Ressam Fulton'u beğenirken Teknisyen
Fulton'un karşısında güvensizlik duyuyorlar. Wattların, Murdockların,
Arkwrightların ülkesinde, onun vatandaşlarına bir şeyler öğretebileceğin!
sanmak ne görülmemiş cüret! Bu soğuk karşılanma Fulton'u hayal kırıklığına uğratıyor
ve Fransızlar belki daha anlayışlı olurlar umuduyla Manş'ı geçiyor.
Primum vivere... Önce karın doymalı. Fırçalarını yeniden eline alıyor ve tabiat
manzaraları çizmeye koyuluyor. Parisliler onu iyi karşılıyorlar. Sanatı
sayesinde Fulton, Laplace, Monge gibi çağın bilim adamlarıyla tanışma imkânını
buluyor.
Yıl 1800; Fransa ile İngiltere arasında siyasal gerginlikler baş gösteriyor.
Birinci konsül Manş’ın ötesine geçmek istiyor, ama İngiliz donanmasından
korkuyor. Ne var ki, öte yandan Fulton bu donanmayı yok etme imkânlarını
getirmiş: Denizaltı ve torpil.
İyice belirtelim; söz konusu sadece bir proje ya da bir model değildir.
Fulton'un denizaltısı suyun üstünde yelkenlerle, altındaysa elle işletilen bir
manivela aracılığıyla ilerleyen 6.40 m. uzunluğunda bir gemiydi. Balastların
içine su doldurmak yoluyla dibe iniyor ve basılmış hava taşıyan bir depo,
tayfalara 6 saat yetecek kadar hava sağlıyordu. Gerçekten Fulton'un 1801'de
Brest'te 7.60 metreye dalan "Neutitis" adlı denizaltısı tam altı saat
suyun dibinde kaldı. Torpil de bu deneyler sırasında ortaya çıkmıştı. Araç
patlayıcı maddeyle dolu bir keseden ibaret olup askerin kendi elleriyle gidip
düşman gemisine saplaması gerekiyordu. Bu sakıncaya rağmen deney yine de büyük
bir heyecan yarattı.
Napolyon da başta olmak üzere resmi makamların kafasızlığına insan bir kere
daha şaşmadan edemez. Kim bilir, belki de Fulton'un elinden tutsalar, onu
destekleselerdi yine onun sayesinde İngiliz donanmasını çok zayıflatmayı
başarabilirlerdi. İngiltere istilâya uğradı mı, kuşkusuz tarihin akışı
değişirdi. Londra Hükümeti bu tehlikeyi sezerek gemi komutanlarını bir
denizaltı saldırısına karşı hazır bulunmaları için uyardı. Ayrıca, Fulton'a da
projesini satın almayı teklif etti.
Büyük Amerikalı, icadının kapsamını Napolyon'un takdir edemediğini sezerek
Jouffroy ve Stanhope'nin hayali olan buharlı gemiyi ele almıştı. Fransızın
olumlu çalışmalarından ve vatandaşı Fitch'in aldığı sonuçlardan haberi vardı.
Bunlardaki kusurları buldu ve giderebileceğine inandı. Dostlarından birinin,
Robert Livingstone'un mali yardımları sayesinde 1803'te ilk buharlı gemisini
inşa etti. Bu araç tahtadan yapılmış olup 20-30 m. uzunluğunda, 3.20 m.
genişliğindeydi. Çift etkili bir Watt makinesi 3.65 m. çapındaki çarkı
çeviriyordu. 9 Ağustos günü, akşam saat altıda buharlı gemi Seine ırmağında
saatte 4,7 km. hızla dolaştı.
O yıllarda Auxiron ve Fitch ölmüşlerdi. Jouffroy markisi de sürgünde
bulunuyordu. Ne var ki Fulton da halkın güvensizliğini yenmekte ötekilerden
daha başarılı olamadı. Onlarca icadı eğlenceli bir oyuncaktı, o kadar. Gelecek
nasıl olsa yelkenindi. Napolyon belki de donanmasına beklenmedik bir güç
verecek olan bu deneylerin sürdürülmesini destekleyecek sabrı gösteremedi.
Fulton'un değeri yalnız, Watt'ınkine eşit diyebileceğimiz bir yaratma dehasına
sahip oluşunda değildir. Aynı zamanda kötü şansına eşsiz bir kararlılıkla karşı
gelmesini bilmiş, yoluna dikilen önyargılar, çıkarlar, kayıtsızlıklar ve kötü
niyetli kimselerle, görülmemiş bir inat ve azimle savaşmıştır.
Fransa ve İngiltere değerini takdir edemediler, öyle mi? 1806'da vatanına
dönüyor. Ona olan güvenini kaybetmeyen dostu Livingstone'un sayesinde New
York'ta Charles Brown' un tersanesinde bu defa gerçek bir buharlı yolcu gemisi
inşa etmeye koyuluyor. Ve 10 Ağustos 1807'de "Clermont" Hudson'un
sularına indiriliyor.
Clermont 40 m. uzunluğunda 3.60 m. genişliğinde ve sualtı derinliği 2 m.'yi
bulan bir tekneydi. 4.60 m. çapındaki iki çarkını iki silindirli, güçlü bir
Watt makinesi çeviriyordu. Vapur, gazetelerin günlerden beri alay konusu
ettikleri "bu Fulton delisi"ni görmeye gelen kalabalığın önünde demir
aldı. Ama gemi rıhtımdan ayrılıp yelken açmadan ve öteki teknelerin arasından,
dümencisine uysalca uyarak geçip uzaklaşınca, bütün bu alayların sonu geldi.
Rıhtımı önce bir sessizlik, sonra da çılgın alkışlar kapladı. Fulton zaferi
kazanmıştı.
Clermont, Hudson üzerinde, New York-Albany (260 km. uzaklıkta) arasında düzenli
seferler yapmaya başlayacağı 7 Ağustos gününde bu 260 km.'lik yolu 32 saatte
aldı. iyiden iyiye ağız değiştiren gazetelerin, yeni icadı hararetle övmelerine
rağmen vapura tek yolcu bile binmeye cesaret edememişti. Dönüşte ise yalnız bir
yolcu bindi ve Fulton adamın altı dolarını büyük bir heyecanla aldı. Zaferi,
çetin bir mücadelenin meyvesi olmuştu, ama kesindi. Kısa zamanda araçların
sayısı artmaya başladı. 1811'de Clermont'a üç kardeş daha ekledi ve
Fulton-Livingstone Firması başarılara doğru hızla ilerlemeye başladı.
ROBERT KOCH
İlk, orta öğrenimini başarıyla tamamladıktan sonra Tıp Fakültesine yazıldı. Ciddiliği ve çalışmasıyla dikkati çekiyor, eğlenceye hiç zaman ayırmayarak durmadan okuyor ve sistemli bir şekilde araştırıyordu. 1862’de Tıp Fakültesini başarıyla bitirerek Hamburg Hastanesi doktor yardımcılıklarından birine atandı.
Sabırlı, çalışkan bir kişi olan Doktor Koch, çevresindeki insanların kendisine üstün bir değer verdiklerini görüyor ve bu saygıyı kötüye kullanmayarak tükenmez bir çabayla araştırmalarına devam ediyordu. İnsanların hastalıkların pençesine düşmelerinden, birden bire sararıp solarak mum gibi eriyip gitmelerinden hayrete düşüyor, bunun nedenlerini öğrenmek istiyordu.
Bu soruların cevaplarının laboratuarındaki mikroskopta gizli olduğunu biliyordu. 1880 yılında Berlin Sağlık Kurulu’na atandı. Bu atama onun araştırmalarını genişletmesine yaradı. Gerçekten de işe başladıktan iki yıl sonra verem hastalığıyla ilgili ilk önemli araştırması yayınlandı.
1882 yılında bir gece hasta bir akciğer parçacığının dokuları içinde boyama usulüyle kahverengine boyanmış bir çok canlının kıpırdadığını gördü. İşte bunlar insanların bela olan verem hastalığının mikrobuydu.
Bu önemli buluş bütün dünya bili alanında büyük bir ilgiyle karşılandı ve büyük yankılar uyandırdı. Bu arada bir çok bilgin ve doktorla birlikte Hindistan, Afrika ve Japonya’ya geziye çıkan Koch, uyku hastalığı, malarya, tifüs gibi hastalıklar üzerinde incelemeler yaptı. Kolera hastalığını meydana getiren vibrion basilini buldu. Bütün bu keşiflerinden ötürü de 1905 Nobel ödülünü kazandı.
Yaşadığı sürece tıp konusundaki araştırmalarıyla insanlığa hizmet eden, bir çok eser yayımlayan Dr. Koch, 67 yaşındayken 1910 yılında kalp yetmezliğinden öldü.
SAMUEL FINLEY BREESE MORSE
Samuel Finley Breese Morse (27 Nisan 1791 – 2 Nisan 1872) Amerikan mucit,
portre ve tarih sahnesi ressamı.
Samuel F. B. Morse coğrafyacı ve papaz Jedidiah Morse ile Elizabeth Ann Breese
Morse'un ilk çocukları olarak Massachusetts, Charlestown'da doğdu. Daha küçük
bir çocukken Phillips Akademisi'ne katıldı daha sonra 14 yaşında yüksekokula
başladı. Kendini sanata ve çok tanınan bir Amerikan ressam olan Washington
Allston'ın öğrencisi olmaya adadı. Yale Üniversitesi'nde iken, Benjamin
Silliman ve Jeremiah Day'in elektrik hakkındaki konferanslarına katıldı. Portre
resimler yaparak para kazandı. 1810'da Yale Üniversitesi'nden mezun oldu. Morse
daha sonra 1811'de Allston'a Avrupa'ya giderken eşlik etti.
Morse bir taşı yada mermeri 3 farklı boyutta yontabilen mermer kesme makinesini
icat etti. Morse bunun patentini alamadı, çünkü 1820'de Thomas Blanchard'ın
benzer bir icadı vardı.
Morse 1837'de elektrikli telgrafı icat etti. Joseph Henry, bugün Princeton
Üniversitesi'nde bulunan çalışan ilk prototipi yapmıştı. Henry ayrıca, Morse'un
O'Reilly'ye karşı dava açmasına rağmen yayınlayamadığı bilimsel dokümanlara da
sahipti. Patent denemesi sürecinde, Morse'un avukatı, Morse'un kendi el
yazısıyla yazılmış olan bilimsel dokümanların yakıldığını iddia etti. Joseph
Henry zamanının açık kaynaklı teşebbüs sahiplerindendi ve Morse gizlilik
avantajlarını elinde bulunduruyordu. 1837'de Morse cihazın patentini aldı.
1832'de, Morse elektomanyetik telgraf ve Dr. Charles T. Jackson'la yaptığı
telgraf görüşmelerinde kullandığı Morse Kodları olarak bilinen sinyal alfabesi
fikirlerini geliştirdi.
1830'da Roma'da öğrenim görürken, Danimarkalı/İzlandalı heykeltıraş Bertel
Thorvaldsen tarafından eğitildi; Bazen bu iki sanatçı Antik Roma yıkıntılarında
yürüyüşe çıkardı. Morse ayrıca Thorvaldsen'in portresini de yaptı. 1835
sonbaharında, Morse hareketli kâğıt şerit üstüne kayıt yapan bir telgraf
geliştirdi ve sergiledi. 1836 başlarında, Morse kayıt yapan telgrafını Dr.
Leonard Gale'e sundu. Aynı yıl topladığı 1496 oyla New York belediye başkanlığı
seçimlerinde başarısız oldu.
1836'da Morse çalışan ilk telgraf örneğini bitirdi. Bu telgraf tek elementli
bir pil ve basit bir manyetizma kullanıyordu. Bu örnek 13 – 14 metre gibi çok
kısa mesafelerde çalışıyordu. 1836 kışında Morse ilk örneğini Leonard Gale'e
gösterdi. Gale, Joseph Henry'nin elektromanyetik röleler üzerine
çalışmalarından haberdardı. Bu bilgilere dayanarak Gale, Morse'a birkaç gelişme
tavsiyesinde bulundu ve Henry'nin bu gelişmeleri anlatan 1831 tarihli bilimsel
yayınlarını okuması için teşvik etti. Bu gelişmelerle birlikte Morse ve Gale 16
kilometrelik bir alandan gelen mesajları kaydedebilecekti. Aynı yılın Eylül
ayında, Alfred Vail New York Üniversitesi’nde telgrafın gösteriminde asistanlık
yaptı. Vail’in babası iyi bağlantıları olan mucit, avukat, topluluk lideri ve
teknoloji yatırımcısıydı. Morse’un telgraf üstündeki çalışmalarını finanse
etti.
1838’de, Morse her harfe bir nümerik kod atanmış olan telgrafik sözlüğünü,
telgrafik bir şifreyle değiştirdi. Alfred Vail ilk günlerden beri tartışılan bu
basit kodların asıl mucididir. Bu konuda ki birçok yazıya göre Vail gerçek
mucitti, buna karşın Morse ve taraftarları bunun akisini iddia etti.
Morse telgrafı 24 Ocak’ta yüksek okullarda sergiledi. Morse elektrikli
telgrafın ilk halka açık sunuşunu 8 Şubat 1838’de Philadelphia Pensilvanya’da
bulunan Franklin Enstitüsü’nde bir bilim komitesinin karşısında gerçekleştirdi
(İlk çalışma tarihi 6 Ocak’tır). Morse 21 Şubat’ta telgrafı başkan Martin Van
Buren’e sundu. Kısa bir zaman sonra, Birleşik Devletler Ticaret Temsilcileri
Komitesi başkanı F.O.J. Smith Maine, Morse’un arkadaşı oldu ve Kongrede 30,000
Amerikan Dolarını geçmeyen telgraf hattı projesini önerdi. Morse ayrıca bir su
kütlesi üstünden, demiryolu altından veya iletken herhangi bir şeyden sinyal
gönderebilen radyo telgrafın icadına öncülük etti.
1839’da Samuel Morse (Paris’den) Louis Daguerre tarafından Daugerreptype
Fotoğrafçılığın ilk Amerikan tanımlamasını yayınladı. Morse Amerikan
daugerreptypelara öncülük etti. 24 Mayıs 1844’de Morse Washington D.C.’de
bulunan Yüksek Mahkeme binasından Baltimore, Maryland’de bulunan asistanı
Alfred Vail’e şu telgraf mesajını gönderdi; “What hath God wrought” (İncil’den
alıntı, Numaralar 23:23).
1850’ler de Morse Kopenhag’a gitti ve heykeltıraşın mezarının da bulunduğu
Thorvaldsen müzesini ziyaret etti. Kral VII. Frederick tarafından kabul edildi
ve Thorvaldsen’in 1830’da yapmış olduğu portresini vasiyeti gereği kraliyet
ailesine bağışladı. Thorvaldsen’in portresi halen Danimarka Kraliçesi II.
Margaret’tedir.
1872 yılında 80 yaşında New York 5 West 22. Sokak’taki evinde öldü ve Brooklyn,
New York’ta bulunan Gren-Wood Mezarlığına gömüldü.
SIR ISAAC NEWTON
(4 Ocak
1643 – 31 Mart 1727) İngiliz fizikçi, matematikçi, astronom, mucit, felsefeci ve simyacıdır.
Tarihteki en etkileyici bilim adamı olduğu düşünülür. Bilim devrimi ve bilimsel
metot, onun adıyla anılır.
Bir çiftçi olan babası, Newton doğmadan üç ay önce öldü. On iki yaşında
Grantham'da King's School'a yazılan Newton, bu okulu 1661'de bitirdi. Aynı yıl
Cambridge Üniversitesi'ndeki Trinity Kolej'e girdi. Nisan 1665'te bu okuldan
lisans derecesini aldı. Lisansüstü çalışmalarına başlayacağı sırada ortalığı
saran veba salgını yüzünden üniversite kapatıldı.
Salgından korunma amacıyla annesinin çiftliğine sığınan Newton, burada
geçirdiği iki yıl boyunca en önemli buluşlarını gerçekleştirdi. 1667'de Trinity
Kollej'e öğretim üyesi olarak döndüğünde diferansiyel ve integral hesabın
temellerini atmış, beyaz ışığın renkli bileşenlerine ayrıştırılabileceğini
saptamış ve cisimlerin birbirlerini, uzaklıklarının karesi ile ters orantılı
olarak çektikleri sonucuna ulaşmıştı. Çekingenliği yüzünden Newton her biri
bilimde devrim yaratacak nitelikteki bu buluşların çoğunu uzun yıllar sonra
(örneğin türev ve integral hesabı 38 yıl sonra) yayımlamıştır.
Lisansüstü çalışmasını ertesi yıl tamamlayan Newton 1669'da henüz 27
yaşındayken Cambridge Üniversitesi'nde matematik profesörlüğüne getirildi.
1671'de ilk aynalı teleskobu gerçekleştirdi, ve ertesi yıl Royal Society
üyeliğine seçildi. Royal Society'ye sunduğu renk olgusuna ilişkin bildirisinin
eleştirilere hedef olması, özellikle Robert Hooke tarafından şiddetle
eleştirilmesi üzerine Newton tümüyle içine kapanarak, bilim dünyasıyla
ilişkisini kesti.
1675'de optik konusundaki iki bildirisi yeni tartışmalara yol açtı. Hooke
makalelerdeki bazı sonuçların kendi buluşu olduğunu, Newton'un bunlara sahip çıktığını
öne sürdü. Bütün bu tartışma ve eleştiriler sonucunda 1678'de ruhsal bunalıma
giren Newton ancak yakın dostu ünlü astronom ve matematikçi Edmond Halley'in
çabalarıyla altı yıl sonra bilimsel çalışmalarına geri döndü.
Cambridge Üniversitesi'nde Katolikliği yaygınlaştırma ve egemen kılma
çabalarına karşı başlatılan direniş hareketine öncülük eden Newton, kral
düşürüldükten sonra 1689'da üniversitenin parlamentodaki temsilciliğine
seçildi. 1693'de yeniden bir ruhsal bunalıma girdi ve yakın dostlarıyla, bu
arada Samuel Pepys ve John Locke ile arası bozuldu. İki yıl süren bir dinlenme
döneminden sonra sağlığına yeniden kavuştuysa da bundan sonraki yaşamında
bilimsel çalışmaya eskisi gibi ilgi duymadı. Daha sonra 1699'da Fransız
Bilimler Akademisi'nin yabancı üyeliğine 1703'de Royal Society'nin başkanlığına
seçildi.
Gelmiş geçmiş bilim adamlarının en büyüklerinden biri olarak kabul edilen
Newton, matematik ve fizikte çok önemli buluşlar gerçekleştirdi. Matematikte
(a+b)ª ifadesinin üstel seriye açınımını veren genel iki terimli teoremini
buldu. Newton'un bilime en büyük katkısı mekanik alanındadır. Merkezkaç kuvveti
yasası ile Kepler yasalarını birlikte ele alarak kütleçekim yasasını ortaya
koydu. Newton hareket yasaları olarak bilinen eylemsizlik ilkesi, kuvvetin
kütle ile ivmenin çarpımına eşit olduğunu ifade eden yasa ve etki ile tepkinin
eşitliği fiziğin en önemli yasalarındandır.
Newton yaptığı çalışmalarda bazı hesaplamaların içinden çıkamayınca kendi
bulduğu formüllere uyması için bazı varsayımlar ortaya atmak zorunda kalmıştır.
Kendisi de bu varsayımların hatalı olduğunu bilmesine rağmen bunları kullanmak
zorunda kalmış. İlerleyen yıllarda yapılan bilimsel araştırmalarla Newton'un bu
hataları tespit edilmiştir. Ama yine de yaptığı çalışmalara kıyasla bunlar göz
ardı edilmiştir...
Başlıca eserleri:
De Motu Corporum in Gyrum (1684)
Philosophiae Naturalis Principia Mathematica (1687)
Opticks (1704)
Arithmetica Universalis (1707)
An Historical Account of Two Notable Corruptions of Scripture(1754)
TAKİYÜDDİN
Takiyüddin, trigonometrik fonksiyonların kesirlerini, ilk defa ondalık kesirlerle göstermiş ve birer derecelik fasılalarla 1 dereceden 90 dereceye kadar hesaplanmış sinüs ve tanjant tabloları hazırlamıştır. Bu dönemde, logaritma tabloları veya hesap makineleri olmadığı için, trigonometrik hesaplamalarda ya bu cetveller ya da rub, yani "trigonometrik çeyreklik" denilen basit bir alet kullanmıştır.
Takiyüddin'in aritmetik alanındaki çalışmaları da oldukça önemlidir. Kendisine özgü pratik bir rakamlama sistemi geliştirmiş ve çok eskiden beri kullanılmakta olana altmışlık kesirlerin yerine ondalık kesirleri kullanmaya başlamıştır. Takiyüddin, ondalık kesirleri kuramsal olarak incelemiş ve bunlarla dört işlemin nasıl yapılacağını örnekleriyle göstermiştir. Batı'da, bu düzeye, yaklaşık on sene sonra yazılmış olan (1585) Simon Stevin'in (1548-1620) eseri ile ulaşılabilmiştir.
Ondalık kesirleri, Uluğ Bey'in Semerkand Gözlemevi'nde müdürlük yapan Gıyâsüddin Cemşid el-Kâşi'nin Miftâhü'l-Hisâb (Aritmetiğin Anahtarı, 1427) adlı yapıtından öğrenmiş olan Takiyüddin'e göre, el-Kâşi'nin bu konudaki bilgisi, kesirli sayıların işlemleriyle sınırlı kalmıştır; oysa ondalık kesirlerin, trigonometri ve astronomi gibi bilimin diğer dallarına da uygulanarak genelleştirilmesi gerekir.
Acaba Takiyüddin'in ondalık kesirleri trigonometri ve astronomiye uygulamak istemesinin gerekçesi nedir? Osmanlıların kullanmış oldukları hesaplama yöntemlerini, yani Hind Hesabı denilen onluk yöntemle Müneccim Hesabı denilen altmışlık yöntemi tanıtmak maksadıyla yazmış olduğu Bugyetü't-Tüllâb min İlmi'l-Hisâb (Aritmetikten Beklediklerimiz) adlı çok değerli yapıtında Takiyüddin, ondalık kesirleri altmışlık kesirlerin bir alternatifi olarak gösterdikten sonra, dokuz başlık altında, ondalık kesirli sayıların iki katının ve yarısının alınması, toplanması, çıkarılması, çarpılması, bölünmesi, karekökünün alınması, altmışlık kesirlerin ondalık kesirlere ve ondalık kesirlerin altmışlık kesirlere dönüştürülmesi işlemlerinin nasıl yapılacağını birer örnekle açıklamıştır.
Ancak Takiyüddin'in tam sayı ile kesrini birbirinden ayırmak için bir simge kullanmadığı veya geliştirmediği görülmektedir; örneğin 532.876 sayısını, "5 Yüzler 3 Onlar 2 Birler 8 Onda birler 7 Yüzde birler 6 Binde birler" biçiminde veya "532876 Binde birler" biçiminde sözel olarak ifade etmekle yetinmiştir.
Ayrıca, yüzbinler basamağı ile yüzbinde birler basamağı arasında kalan kesirli sayıların kolayca mertebelendirilebilmesi, yani tam ve kesir kısımlarının birbirlerinden ayrılabilmesi için bir tablo düzenlemiştir. Çarpma, bölme ve karekök alma işlemlerinden sonra sonuç sayısının tam ve kesir kısmını anlayabilmek için bu tabloya bakmak yeterlidir. Yalnız bu tablonun işlemlerde sağlayacağı kolaylık, ondalık simgesinin sağlayacağı kolaylıktan daha fazla değildir.
Takiyüddin, bu yapıtında göksel konumların belirlenmesinde kullanılan altmışlık yöntemin hesaplama açısından elverişli olmadığını bildirir; çünkü altmışlık yöntemde, kesir basamakları çok olan sayılarla çarpma ve bölme işlemlerini yapmak çok vakit alan bıktırıcı ve yıldırıcı bir iştir; bugün kullandığımız onluk kerrat cetveline benzeyen altmışlık kerrat cetveli bile bu güçlüğün giderilmesi için yeterli değildir. Oysa onluk yöntemde, kesir basamakları ne kadar çok olursa olsun, çarpma ve bölme işlemleri kolaylıkla yapılabileceği için, Ay ve Güneş'in yanında gözle görülebilen Merkür, Venüs, Mars, Jupiter ve Satürn'ün gökyüzündeki devinimlerini gösterir tabloları düzenlemek ve kullanmak eskisi kadar güç olmayacaktır.
Bu önerisiyle gökbilimcilerinin en önemli güçlüklerinden birini gidermeyi amaçlayan Takiyüddin, açıları veya yayları ondalık kesirlerle gösterirken, bunların trigonometrik fonksiyonlarını altmışlık kesirlerle gösteremeyeceğini anlamış ve ondalık kesirleri trigonometriye uygulamak için Sidretü'l-Müntehâi'l-Efkâr fi Melekûti'l-Feleki'd-Devvâr (Gökler Bilgisinin Sınırı) adlı yapıtında birim dairenin yarıçapını 60 veya 1 olarak değil de, 10 olarak aldıktan sonra kesirleri de ondalık kesirlerle göstermiştir.
Zâtü'l-Ceyb olarak bilinen bir gözlem aletini tanıtırken, "Bir cetvelin yüzeyini altmışlı sinüse göre, diğerini ise bilginlere ve gözlem sonuçlarının hesaplanmasına uygun düşecek şekilde kolaylaştırıp, yararlılığını ve olgunluğunu arttırdığım onlu sinüse göre taksim ettim." demesi bu anlama gelmektedir.
Takiyüddin, ondalık kesirlerin trigonometri ve astronomiye nasıl uygulanabileceğini kuramsal olarak gösterdikten sonra, 1580 yılında bitirmiş olduğu Teshilu Zici'l-A'şâriyyi'ş-Şâhinşâhiyye (Sultanın Onluk Yönteme Göre Düzenlenen Tablolarının Yorumu) adlı katalogunda uygulamaya geçmiştir. İstanbul Gözlemevi'nde yaklaşık beş sene boyunca yapılmış gözlemlere göre düzenlenen bu katalog, diğer kataloglarda olduğu gibi kuramsal bilgiler içermez; yalnızca Yermerkezli sistemin ilkelerine uygun olarak belirlenmiş gezegen konumlarını gösterir tablolara yer verir.
Takiyüddin 1584 yılında İstanbul'da tamamlamış olduğu Ceridetü'd-Dürer ve Haridetü'l-Fiker (İnciler Topluluğu ve Görüşlerin İncisi) adlı başka bir yapıtında, son adımı atmış ve birim dairenin yarıçapını 10 birim almak ve kesirleri, ondalık kesirlerle göstermek koşuluyla bir Sinüs - Kosinüs Tablosu ile bir Tanjant - Kotanjant Tablosu hesaplayarak matematikçilerin ve gökbilimcilerin kullanımına sunmuştur. Eğer Takiyüddin bu tabloları hazırlanırken birim uzunluğu 10 birim olarak değil de, 1 birim olarak benimsenmiş olsaydı, bugün kullanmakta olduğumuz sisteme ulaşmış olacaktı.
Batı'da ondalık kesirleri kuramsal olarak tanıtan ilk müstakil yapıt, Hollandalı matematikçi Simon Stevin (1548-1620) tarafından Felemenkçe olarak yazılan ve 1585'de Leiden'de yayımlanan De Thiende'dir (Ondalık). 32 sayfalık bu kitapçıkta, Stevin, sayıların ondalık kesirlerini gösterirken hantal da olsa simgelerden yararlanma yoluna gitmiş ve ondalık kesirleri, uzunluk, ağırlık ve hacim gibi büyüklüklerin ölçülmesi işlemlerine de uygulamıştır. Ancak, De Thiende'de ondalık kesirlerin trigonometri ve astronomiye uygulandığına dair herhangi bir bulgu yoktur. Bu durum, Takiyüddin'in yapmış olduğu araştırmaların matematik ve astronomi tarihi açısından çok önemli olduğunu göstermektedir. Takiyüddin cebirle de ilgilenmiş ve ikinci derece denklemlerinin çözümünde aritmetiksel yolu izlemiştir.
Takiyüddin başarılı çalışmalar sergilediği bir diğer alan olan optik konusunda Göz ve Bakış Bahçelerinin Işığı Üzerine Kitap (Kitâbu Nur-i Hadakati'l-Ebsâr ve Nur-i Hadikati'l-Enzâr) adlı bir yapıt kaleme almıştır. Bu kitabın dikkat çekici yönü, temel dokusunun İslâm Dünyası'nda yaklaşık sekiz yüzyıl önce başlatılmış olan köklü ve başarılı optik çalışmalar sonucu elde edilmiş temel argümanlar, problemlerden oluşturulmuş olmasıdır.
Öyle ki, elde edilen yüksek düzey, 17. yüzyıla kadar batıda güncelliğini koruyan temel tartışmaların çerçevesini oluştururken, aynı şekilde, Osmanlı İmparatorluğu'nda da bütün canlılığıyla etkinliğini sürdürmüştür. Bu durumu anlamak ve anlamlandırmak zor değildir. Çünkü 17. yüzyıla kadar batıda optik konusunda egemen olan görüş İbnü'l-Heysem'in bir tür gelenek haline dönüşmüş olan görüşleridir. Bu görüşte temel olan düşüncenin iki boyutu vardır:
Optik problemlerin tam anlamıyla birer geometri problemine dönüştürülerek konunun geometrik olarak incelenmesi;
Problemin aynı zamanda nedensel olarak açıklanmasıdır. Ayrıca bu iki temel düşünce ayrıntılı ve çok ustalıklı olarak düzenlenmiş deneylerle de desteklenmiştir.
Bu tarz bir araştırma modeli çeviriler yoluyla batıya aktarılırken, doğuda ise 14. yüzyılda Kemâlüddin el-Fârisi'nin Optiğin Düzeltilmesi adlı ayrıntılı yorum kitabıyla daha yüksek düzeyli tartışmalara olanak ve zemin hazırlanmıştır. Daha sonra 1579 yılında bu kez Takiyüddin, hem İbnü'l-Heysem'in hem de Kemâlüddin el-Fârisi'nin çalışmalarına dayanarak Kitâbu Nûr'u yazmıştır.
Kitap bir giriş ve üç ana bölümden oluşmaktadır. Kitapta tartışılan temel konular, ışık, görme, ışığın göze ve görmeye olan etkisi ve ışıkla renk arasındaki ilişki, ışığın farklı ayna türlerinde uğradığı değişimler, yansıma kanunun deneysel olarak kanıtlanması, farklı ortamların ışık üzerine etkileri, ve kırılmadır.
Takiyüddin'in temel düşüncesini ışığın doğrusal çizgilerde ancak küresel olarak yayıldığı savına dayandırmıştır. Bu tür bir ışık tasarımı İslâm Dünyası'nda konuya getirilmiş yeni bir bakış açısıdır ve bu bakımdan önem taşımaktadır.
Kitapta ele alınan diğer bir konu da yansımadır. Burada ışığın aynalarda uğradığı değişimler ve çeşitli aynalarda görüntünün nasıl oluştuğu deneysel olarak tartışılmıştır. Kırılma konusunda ise yoğunluğu farklı ortamlarda ışığın uğradığı değişimleri inceleyen Takiyüddin, yaptığı bütün deneysel ve matematiksel irdelemeler sonucunda, kırılma kanununu bulamamıştır. Fakat konuyu tamamen geometrik olarak ele alan, trigonometriyi işin içine sokmayan ve açılar arasında oranlar ya da eşitsizlikler kurmak yoluna dayanan değişik bir yaklaşım getirmeye çalışmıştır.
Takiyüddin aynı zamanda yetenekli bir teknisyendir. Güneş saatleri ve mekanik saatler yapmıştır. Cep, duvar, masa saatlerinin yanında astronomik saatlerle gözlem saatlerini anlattığı Mekanik Saat Yapımı adlı kitabı, Batı Dünyası da dahil olmak üzere, bu yüzyılda bu konuda kaleme alınmış en kapsamlı kitaptır.
Takiyüddin, ayrıca göllerden, ırmaklardan ve kuyulardan suları yukarı çıkarmak için çeşitli araçlar tasarlamış ve bunları bir eserinde ayrıntılarıyla tasvir etmiştir. Araştırmalar, Takiyüddin'in ağabeyi olan Necmeddin ibn Marûf'un da iyi bir bilim adamı olduğunu ve özellikle astronomi ile ilgilendiğini ortaya koymuştur.
YATMA ZAMANI
GEREKLİ OLANLAR: Oyuncak hayvan Oyuncağı içine alacak büyüklükte karton kutu Eski havlu, eski kumaş parçaları, pamuk Çocuğunuz uy...
-
14. Yüzyıl Başlarında Anadolu ve Avrupa’nın Genel Durumu 1243 yılında Kösedağ Savaşı’nı kaybeden Türkiye Selçuklularının merkezi otorites...
-
GEREKLİ OLANLAR: Oyuncak hayvan Oyuncağı içine alacak büyüklükte karton kutu Eski havlu, eski kumaş parçaları, pamuk Çocuğunuz uy...
-
TÜRKİYE’NİN DAĞLARI Türkiye, çok engebeli ve yüksek bir ülkedir. Türkiye arazisinin yaklaşık yarısından fazlası 1000 – 2000 metre arasın...