Buhar sorununu
bilimsel yönden geliştirmesinden ötürü Watt, bu devrimlerin kaynağı
sayılmalıdır. Ondan önce Newcomen'in makinesi ağır ve zor ilerliyor, teknik
yerinde sayıyordu. Watt’ın aracılığıyla bilimin işi ele alması üzerine bu yavaş
gidişte birden bir canlanma görüldü. Tekniğin ilerleyişi bir devrim niteliğini
aldı, olayların akışı büyük bir hız kazandı. Bilim, insanlık tarihinde üçüncü
defa müdahalede bulunuyordu, ama bu müdahalesi, toplumda bundan böyle büyük bir
rol oynayacağını kanıtlayacak nitelikteydi.
Şimdilik bütün rolü, yalnızca icat edilmiş bir makinenin geliştirilmesi ve
mükemmelleştirilmesiydi. Ama bundan sonra tam tersine bir oluşumla karşılaşılacağı
anlaşılıyordu. Çünkü bilim bazı dallarda tekniğin kendisinden önce davranmasına
meydan vermeyecek kadar ilerlemişti. Artık mucite hangi yönün daha elverişli ve
hangi bulguların daha yararlı olacağını bilim gösterecekti. Söz hakkı, usta
teknisyenlerin değil, bilimsel düşünce ve deneylerle ilerleyen bilim
adamlarınındı. Bu dönemin bilimi en çok gazlar konusunda, ilerlemiş bulunduğuna
göre, en göz kamaştırıcı icadını da elbette bu alanda verecekti.
Bu döneme kadar "gaz teorisi"ni kuranlar fizikçiler olmuştu; yani
gazların yalnız fiziksel özellikleri üzerinde durulmuştu. XVII. yüzyılın
ortalarına doğru kimyacılar da bu konuya ilgi göstermeye başladılar, o güne
kadar yalnız bir tür "hava" var sanılıyordu; o da soluk aldığımız
hava; Fransa'da Lavoisier ve Berthollet; İngiltere'de Cavendish ve Priestley;
İsveç'te Scheele; Rusya'da Lomonosov genel olarak kullanılan "hava"
teriminin birçok gazları kapsadığını kanıtladılar; 1772'de Priesley, bu konuda
yazdığı bir eserinde gazların bir dökümünü yaptı. Saydığı gazlar şunlardır:
"ateş havası" (oksijeni kastediyordu.) "sabit hava"
(karbonik gaz), "güherçileli hava" (azot bioksidi), "yanar
hava" (hidrojen), "flogistikli hava" (azot) vb. Ayrıca bunların
yanarlığı, yoğunluğu gibi özelliklerini de açıklıyor; "sabit hava"nın
deney kabının dibinde kalan ağır bir gaz, "yanar hava"nın hafif ve
uçucu olduğunu anlatıyordu.
Briestley'in keşiflerinin yarattığı heyecana kapılanlar arasında Etienne
Montgolfier (1745 . 1799) adlı Annonayli bir Fransız da vardı. Tanınmış bir
kâğıt fabrikatörünün oğlu olan Montgolfier, Soufflot ile birlikte Paris'te
mimarlık öğrenimi gördükten sonra babasının fabrikasında çalışmak üzere
ülkesine dönmüştü. Fransa'da bilimsel zekâsını kullanmak, yeni yöntemler
keşfetmek ve Fransız kâğıtçılığına yenilikler getirmek fırsatını buldu.
Deneylere güvenen, zeki, metotlu ve sakin bir insandı. Bu kişiliğiyle de
ağabeyi Joseph'in tam karşıtıydı. Kardeşi kadar yaratıcı ve parlak bir zekâya
sahip olan Joseph (1740-1810), hayalci, iradeli ve ateşli bir gençti. Aslında
bu iki zıt yaradılış birbirlerini tamamlıyordu. Joseph garip bir fikir ortaya
attı mı, Etienne onu hemen dengeler, yoluna koyar ve uygulardı. Vivarais
dağının doruğunda uçuşan bulutları kıskanmak, "suni bulut" meydana
getirmeyi ve onun asılları gibi uçuştuğunu düşlemek ancak Joseph gibi birinin
aklına gelebilirdi. Çevresindekiler varsın kahkahayla gülsünler... Buna bir
Etienne gülmemişti; çünkü Priestley'in kitabında "havadan daha hafif ve
daha ağır ofan gazlar" olduğunu okumuştu. Bunlardan biri, bir zarfa
doldurulabilse havada yükselemez miydi?
Bu zarfın atmosferde, hiç değilse kendi yoğunluğuna eşit bir gaza rastlayıncaya
kadar yükselmesi mantık gereğiydi. Hemen deneylere girişerek kağıttan bir kese
yaptı, bunu demir parçaları üzerine sülfirik asit dökerek elde ettiği
"yanar hava"yla (hidrojen) doldurdu. Kesekâğıdı bir süre uçtuktan
sonra düştü. Gaz çok inceydi, kâğıttan geçip havaya karışmıştı. Daha elverişli
bir gaz bulmak gerekliydi.
İki kardeş, bu defa nemli samanla yün yaktılar, çıkan gazla doldurulan kese
tavana kadar yükseldi. Bu yükselişin nedeni, o günlerde sanıldığı gibi,
saman-yün karışımının kimyasal bir özelliğinden ileri gelmiyordu. Isınan
havanın daha hafif olduğunu İsviçreli fizikçi Horace de Saussure (1740-1799) o
yıllarda kanıtladı.
Bu olaylar sırasında, iki kardeş ipekten paralelyüz biçiminde iki metre küplük
bir zarf imal ettiler. Bunu sıcak havayla doldurunca uçtuğunu ve tavana gidip
yapıştığını gördüler. Bu deneyden cesaret alarak yirmi metre küplük bir zarf
imal etmeye koyuldular. Bu defa, deneylerini açık havada yaptılar.
"Balon," kendisini ateşin üstünde tutan ipleri kopartarak havalandı
ve 300 metreye yükseldi. Böylece Montgolfier kardeşler kendilerini var
güçleriyle çalışmalarına verdiler. Hemen 11.50 metre çapında, 750 metre küp hacminde
yeni bir balon imal ettiler. Bu balon ambalaj bezinden yapılmış ve kâğıtla
astarlanmıştı. 215 kilo geliyor, ayrıca 200 kilo da yük alıyordu. Başarılarının
daha geniş yankılar yapması ve daha çok kişi tarafından izlenebilmesi için
deneylerini Vivarais Meclisinin toplanacağı 5 Haziran 1783'te uygulamaya karar
verdiler.
O gün bütün şehir halkı alanda toplanmıştı. Tam ortada içi boş şekilsiz bir
balon durmaktaydı. Montgolfier kardeşlerden biri, resmi kişilere doğru
ilerledi. "Sayın meclis üyeleri, bu büyük keseyi buharla dolduracağız. Az
sonra göklere yükseldiğini göreceksiniz," dedi. Kesenin altında samanla
yün yaktılar. Seyirciler, kesenin kırışıklarının açılıp şiştiğini ve kusursuz
bir küre biçimini aldığını gördüler. Bunu sekiz kişi zor zaptediyordu; derken
ansızın bıraktılar! Kalabalığın soluğu kesilmişti. Balon yükselmeye başladı; 2.000 metre kadar
gittikten sonra birden söndü ve hareket noktasından 4 km. uzakta bir bağa ağır
ağır düştü.
Bu olay yalnız bilim dünyasında değil bütün dünyada büyük bir heyecan yarattı.
Ezeli düş gerçek olmuş, ağırlık yenilmiş, insan dehası göklerin egemenliğini
ele alarak bulutlarla, kuşlarla boy ölçüşür duruma gelmişti. Bilimler
Akademisi, böyle olağanüstü bir olaya tanık olmak istedi. Deneyin masraflarını
yüklenerek tekrarlanması için Montgolfier kardeşleri Paris'e çağırdı; bir
yandan da uzmanları deneyin ayrıntılarını hazırlamakla görevlendirdi.
Jeolog Faujas de Saint-Fond deneye katılma kaydı açtı; yapımcı Anne-Jean Robert
(1758-1820) balonun imalini ele aldı; tanınmış Fizikçi Jacques Charles
(1746-1823) de girişimin bilimsel yönetimine atandı.
Özellikle gazların genleşmesi konusunda incelemeler yapmış olan Jacques Charles
yalnız meslektaşlarının saygıyla eğildikleri bir bilim adamıydı. "Uçan bir
makine" meydana getirme işiyle görevlendirildiğinde, bilimsel bir ruhla
işe koyuldu ve sıcak hava yerine hidrojeni kullanmaya karar verdi. Ne yazık ki,
Robert'in "Mariot Kanunu"ndan haberi olmadığından kusursuz bir küre
biçimi vermek için balonu iyice doldurdu. 27 Ağustos 1783'te, Paris halkının
yarısının toplandığı Champ-de-Mars'da toplar atılmaya başladı. Bu işaretle
havalanan balon, bir anda 1.000 metreye yükselip bulutların arasında kayboldu.
İnsan zekâsının bu 'mucize'si karşısında kalabalık bağırıyor, haykırıyor,
kucaklaşıyor, ağlaşıyordu. ne var ki, balon yükseğe çıkınca aşırı gerilmiş,
patlamış ve Paris' ten yirmi kilometre uzağa düşmüştü.
Bu sırada Etienne Montgolfier de, Paris'e gelmiş ve "Montgolfiere"
imal etmeye başlamıştı. Bu yine küre biçiminde, altın renkli işlemelerle süslü
mavi bir balondu. Altına bir kafes asarak içine bir koyun, bir horoz, bir de
kaz koydukları balonu Versay sarayında kral, kraliçe ve saray mensupları önünde
salıvermeye karar verdiler. Kararlaştırılan zamandan üç saat önce, sarayın
parkları ve civar sokaklar görülmemiş bir kalabalıkla dolmuştu.
Saat ikide halatlar kesildi ve balon 'yolcularını' alarak havalanmaya başladı.
On dakika sonra da Vaucresson koruluğuna indi. Herkes hayvanların yolculuğu
nasıl geçirdiklerini öğrenmek için oraya koşuştu. Hedefe ilk varan Pilatre de
Rozier, kafesi açınca hayvanlar sağ salim dışarıya fırladılar. Böylece
atmosferin yüksek tabakalarının canlılar için solunuma elverişsiz olmadığı da
kanıtlanmış oldu.. Bu gözlem gözü pek bir insan olan Pilatre'i çok
heyecanlandırmıştı. İnsanların önlerinde açılan bu yepyeni egemenlik alanının
kâşiflerinden yalnız hayvanlar olmasına gönlü razı gelmiyordu. Bu yeni dünyayı
insan keşfe çıkmalı ve bu kişi de kendisi olmalıydı.
Pilatre yalnız gözünü budaktan sakınmaz kişi değil, aynı zamanda bir bilim
adamıydı da. Montgolfierler onun verdiği ölçüler üzerine, 20 metre yüksekliğinde 16 metre çapında bir balon
imal etmeye koyuldular. Sıcak havanın girdiği alt deliğin ağzına sorgun
ağacından küçük bir bölme eklediler. Ocağı meydana getirecek olan saman
yığınını buraya doldurdular. Deney günü yaklaştıkça sorumlu kişileri bir
korkudur alıyordu. Bir insanın kendisini böyle çılgınca bir tehlikeye atmasına
izin verilecek miydi? XVI. Louis, "Kurban olarak insan verilmek isteniyorsa,
ölüme mahkum kişileri koşsunlar bu işe!" diye emretti. Pilatre bundan
gocundu, "Göklere yükselme onurunu aşağılık canilere mi vereceğiz? Hayır,
asla bu olmayacak," diyerek dostlarından D'Arlandes Marki'si
François-Laurent'ı kralı ikna etmeye gönderdi.
Deney günü saat 13'te balon gözü pek yolcusunu ve ona katılan D'Arlandes'i de
alarak Muette bahçesinden havalandı. Balon ve yolcular 1.000 metre
yükseklikten Paris'in üstünde dolaştılar. Sokaklar, balkonlar, hatta damlar
insan almıyordu. Balon Butte-aux-Cailles'a yumuşak bir iniş yaptı. Yolcular,
yer çekiminin bin yıllık zincirlerini kıran yiğit şövalyelere yaraşır bir zafer
alayını artlarına takıp başkente döndüler.
GÜDÜMLÜ BALONLARIN KISA SALTANATI
Patlamalı motorlar ve havalı lastikler, mekanik -uygarlığın iki temel icadı
olmuştu. Yöremize bir göz gezdirmek bu iki icada neler borçlu olduğumuzu
anlamaya yeter. Özel arabamızdan traktöre, motosikletten otobüs ve sanayi
motorlarına kadar her şey bunlara dayanmaktadır. Şimdi bunlara bir de uçağı eklemek
gerekir.
Ikarus'un şairane hayalini gerçekleştiren işte bu patlamalı motor ve havalı
tekerlek oldu. Ne var ki bu, sayısız bilim adamlarının uzun ve inatçı
çalışmalarına, Lalande gibi bazı bilginlerin, saçma şeylerle uğraşıyor denilip
alaya alınmalarına, hatta bazılarının hayatına mal oldu. Bununla birlikte,
kabul etmeliyiz ki, bazı çılgınların imal ettikleri ilkel araçlarla kuşlar
örneği uçacaklarını ileri sürmeleri karşısında, kuşku ve inansızlık
gösterenler, bütünüyle haksız değillerdi. Gerçi Lalande'ın zamanında
aerodinamik bilimi mevcut değildi, ama bu girişimlerin iyi bir sonuca
ulaşamayacağını anlamak için statiğin belli başlı kanunlarını bilmek
yeterliydi.
Hareketli kanatlar takıp uçacağını öne süren cüretli mucit cahil kişi olsa
gerekti; çünkü o kanatlarla üstüne dayanacağı havanın direnciyle kendi öz
ağırlığını oranlamayı bile bilmiyordu, insanın kuş olmadığını, bunun sonucu
olarak onlar gibi kanatları idare edecek kadar güçlü karın kaslarına sahip
bulunmadığını da unutuyordu. Zaten XIX. yüzyılda girişilen bütün "uçan
adam" deneyleri halkın kayıtsızlığıyla karşılaşmıştı. Halkın aklı ancak
"havadan daha hafif"e erebiliyordu. Böylesi, yolcusunu kazasız
belâsız taşıyabilecek tek hava aracıdır, deniyordu. Gerçi balon güdümlü bir
araç değildi ve ilerlemek için rüzgârın sürüklemesine uymak gerekiyordu, ama
günün birinde bunun da çaresinin bulunacağına herkes inanıyordu.
Güdümlü balon karşılarına yine o bildik "havadan daha hafif" sorununu
çıkartmaktaydı. Çünkü güdüm ancak motorla olabilirdi. Bu durumda motor hem çok
hafif, hem de dümeni ve pervaneyi çevireceğinden aynı zamanda güçlü olmalıydı.
Görülüyor ki, güdümlü balon, sadece buharlı makinenin tanındığı bir dönemde
gerçekleşebilecek bir tasan değildi. Sözgelişi Giffard'ın, 1852'de kendi
balonuna taktığı buharlı makine 450 kilo ağırlığında ve olup olacağı 3
beygirgücündeydi. Üç beygir de etkili bir güdüm sağlayabilecek bir güç
değildir.
Elektrik motorlarının icadı araştırmalara yeni bir yön kazandırdı ve mucitlerin
hevesini körükledi. 1883'te Gaston ve Albert Tissandier kardeşler elips
biçiminde ve 28 m.
uzunluğunda bir balon imal ettiler. Buna, pillerle beslenen bir Siemens
elektrik motoruyla döndürülen bir pervane de eklediler. Bütün bunların toplam
ağırlığı 300 kiloyu bulmuştu ve bir buçuk beygirlik gücü vardı. Öyle ki bu
girişimde de gerekli güdümün elde edilmesi mümkün değildi.
Balonlara güdümlülük verme fikri yavaş yavaş bir efsane olarak görünmeye
başlamıştı ki, 1884'te Charles Renard (1847-1905) yaptığı deneyle bunun aksini
kanıtlayabildi. Bu havacı 8 beygirgücünde ve 564 kilo gelen bir elektrikli
motor koymayı başardı. La France adını verdiği 50 metrelik balonuyla 7.600 km.'lik bir uzaklığı
gidip döndü. Deney ispatlayıcıydı ama olağanüstü bir başarı ve gelecek vaat
etmeyen bir gösteri gibi görünüyordu. Gerçi motorun gücünü artırabilirlerdi ama
güçle birlikte ağırlık da artıyordu.
Patlamalı motorların yaygınlaşması ve gelişmesi yeni ufuklar açtı. 1897'de
Alman Woelfert balona, bir Daimler motoru yükledi. Deutschland adını verdiği bu
balon 28 m.
uzunluğundaydı ve iki pervaneliydi. Ama ne yazık ki havacı, bu hacimdeki bir
hidrojen balonunun içinde alev saçan bir patlamalı motor oturtmanın barutla
ateşi bir arada bulundurmak demek olduğunu düşünememişti. Öyle ki 14 Haziranda
yaptığı deneme faciayla sona erdi.
Balonla patlamalı motoru bağdaştırmayı ilk başaran ünlü Brezilyalı Alberto
Santos-Dumont (1873-1932) oldu. Ve 19 Ekim 1901'de "Deutsch"
armağanını kazandı. Bu armağanın, Sint-Cloud'dan hareket edip Eyfel'in
çevresini dönecek ve hareket noktasına inecek ilk balona verilmesi
kararlaştırılmıştı. Santos-Dumont'un balona nasıl hâkim olduğunu görenler
şaşmış ve hayran olmuşlardı. Balonda güdüm savaşı kazanılmıştı. Henüz uçak sözü
edilmediği ve Ader'in ordunun anlayışsızlığını görüp kabuğuna çekildiği bu
dönemde meydan güdümlü balonundu.
Fransa'da ve Almanya'da mucitler ve halk heyecan içindeydi. Cüretli zenginler
yarışırcasına mucitleri kışkırtıyorlardı. Zengin Fransız sanayicisi Paul
Lebaudy (1858 -1937), 1902'den başlayarak bir seri güdümlü balon yapılması için
bir servet harcadı, ama bunların çoğu facialarla son buldu, içlerinde en şanslı
olan, Mühendis Julliot'nun yapısı Liberte (1909), 63 m. uzunluğunda 12.50 m. çapındaydı ve 120
beygirlik bir motor ona 40 km.'lik
hız vermekteydi.
Almanya'da bu işlerin başında Graf von Zeppelin bulunmaktaydı (1838-1917).
Sarsılmaz bir inançla çalışmakta t)tan bu kişiyi halk heyecanıyla ve imparator
da lütuflarıyla desteklemekteydiler. Birçok acı tecrübeler geçirdiği ve
facialara tanık olduğu halde, bu manevi desteklemeler sayesinde umutsuzluğa
düşmedi ve gerçekten dev bir hava filosu meydana getirmeyi başardı.
"Zeplinler kafes şeklindeki demir iskeleti! dev iğler olup taşıdıkları
hidrojen balonları sayesinde havalanmaktaydılar, ilkinin boyu 128 m. ve hacmi 11.000 metre küptü
(1900). Ve iki tane 16 beygirlik motorla işlemekteydi. Sonuncusu (1936) Avrupa
ile Amerika arasında ticari bir havacılık hattında çalışıyordu: bunun hacmi 105.000 metre küptü
ve motoru da 2.650 beygirgücündeydi. Salonu, yemekhanesi konforlu ve fresklerle
süslüydü; ayrıca bir sigara salonuna, duş odasına da sahip olan bu güdümlü
balon 50 yolcu taşımaktaydı.
Zeplinler dev araçlardı; sonuncusunun boyu 200 m.'yi buluyordu. Fakat o
oranda da tehlikeliydiler; çünkü taşıdıkları hidrojen faciaya sebep olmak için
bir kıvılcım bekliyordu. Eninde sonunda güdümlü balon yok olmaya mahkûmdu.
1914'ten başlayarak Graf von Zeppelin, 148 m. uzunluğunda ve 600 beygirgücünde bir
motorla işleyecek olanı "Zeppelin IV"ün montajıyla uğraşıyorken uçak
deneme safhasından çıkmış, askeri ve sivil alanda parlak bir geleceğe doğru
uçmaya başlamıştı bile.
HAVACILIĞIN BEŞİĞİ
Balon, XX. yüzyılın başında en mükemmel durumuna geliyor ve bir yığın mucit
güdümlüsünü de imal edebileceklerini ileri sürüyorlarken, "havadan daha
ağır" olan bir şeyin ardından koşanlar bulunduğuna herkes şaşıyordu.
Oysa böyle düşünenler yanılıyorlardı; çünkü tabiatta balona benzeyen bir
örneğin bulunmamasına karşılık kuşlar, "havadan daha ağır"ın tipik
örnekleriydi. Uçurtma çoktan beri biliniyordu. İnsanı taşıyabilmesi için daha
büyüğünü imal etmek yeterdi. Bir yığın araştırmacı işte bu mantığı yürütüyor ve
bu uğurda kurbanlar veriyorlardı, insan kaslarının uçmak için yeterli güçte
olmadığını çabuk anladıklarından tek umutları motora kalmıştı.
Sorunu bilimsel olarak ilk inceleyen İngiliz George Cayley (1773-1857) oldu;
hatta vatandaşı William Samuel Henson 1842'de elli metre boyunda tek kanatlı
bir uçak bile imal etti. Ama uçuramadı, çünkü ağırlık ve güç sorunu henüz
çözümlenmemişti; buharlı makineyle çözümlenecek gibi değildi. Öyle ki,
yapılacak bütün denemelerin boşa gitmesi kaçınılmaz bir sonuçtu. Gerçekten de
1895'te İngiliz mühendisi Hiram Maxim (1840-1916) ve büyük Amerikalı fizikçi
Samuel Langley'in (1834-1906) 1903'teki denemeleri başarısızlıkla sona erdi.
Buharlı uçan makineyi uçurmayı başaran tek mucit Fransız Clement Ader (1890 ve
1897) oldu. Balonun aracılığı olmaksızın göğe yükselebilen ilk insanın Ader
(1841-1925), P.T.T.'de mühendisken mucitlik hevesiyle işinden çıkmıştı. Başarılı
oldu ve epey de para kazandı. O zaman kendini rahatça, "havadan daha
ağır" sorununu incelemeye verdi. Yaklaşık bir milyon frank harcadı, ama
amacına da ulaştı. 9 Ekim 1890'da, pervanesi 20 beygirgücündeki bir makineyle
dönen ve ağırlığı beygir başına 15
kg. olan aracı yerden kalktı.
Yedi yıl sonraki başarısı yerden kalkmakla da kalmadı; bir hamle yaparak 300 m. uçtu. Bu başarıyı
gerçekleştirdiği aracı; birer ufak buhar makinesiyle dönen, iki pervaneli ve 16 metre boyunda koca bir
yarasaydı. Ader makinenin kendisini alıp götürdüğünü, aşağıda yerin hızla
gömüldüğünü ve rüzgârın gücüyle, hazırlanan pistin dışına sürüklendiğini
görünce soğukkanlılığını kaybetti. Motoru durdurarak kendini inişe koyuverdi.
Anlayışla karşılanması gereken böyle bir telâş, buna rağmen aleyhine oldu;
çünkü deneyde hazır bulunan Savunma Bakanlığı delegeleri denemeyi yeterli bir
başarı saymadılar ve bakanlığın desteğini reddettiler. Çaresiz ve umutsuz kalan
Ader havacılığın dikenli yollarından usulca uzaklaştı.
Ader'in başarısızlığı, "havadan daha ağır"ın başarılı sonuca
varabilmesi için hafif makinenin yeterlj olmadığını, bu aracı kullanmayı bilmek
de gerektiğini ispatlamıştır. Aracın itici bölümünde kusur yoktu; beygir başına
3 kilo gelmekteydi ki, bu gerçekten büyük bir başarıydı. Ancak, resmi deney
için sınırlanan alanı geçmiş olsaydı bile pratik bir makine haline
gelemeyecekti; aracın itici bölümünü başarıyla meydana getirmişti, ama
aerodinamik bölümün sırrını keşfedememişti. Ader'in pilotluğu bilmediği kadar
aracı da uçmayı bilmiyordu.
Bütün öncüler gibi Ader de bir makinenin uçabilmesi için kuşa benzemesi
gerektiğini düşünmüştü. Buna inanıldığı için de leyleğin, akbabanın uçuşu
inceleniyor, kanatları ve bunları nasıl kullandıkları gözlemleniyordu. Ama
araştırmacılar tabiatı kılı kılına taklit etmenin söz konusu olamayacağını
tahmin edebilmeliydiler. Hayvanların imkânları ayrıdır, insanınki ayrı. Onları
inceleme, kopya etmeye varacaksa yararsızdı; tersine bunların işleme
mekanizması anlaşıldıktan sonra insanın imkânlarıyla oranlanarak bir sonuca
varmak gerekirdi.
Bunu böyle anlayıp araştırmalarını bu açıdan yapan ilk bilim adamı Alman Otto
Lilienthal (1848-1896) oldu. Kendini bütün kalbiyle ve ruhuyla uçma sorununa
verdi; bu sorunun bilgini, yapımcısı, akrobatı, fizyolojisti oldu. Kırk üç
yaşında olduğu halde kanatlar takıp her seferinde biraz daha uzun uçuşlar
yapmaktaydı. Aracı 4 m.
kapsamlı ve 14
metrekare havayı kaplayan bir planördü. Yelkensi
aracının ortasında durur, kendini bir tepeden aşağıya atar, havada mümkün olduğu
kadar uzağa gidecek şekilde süzülmek için ne manevralar yapılacağını ve
yükselen hava akımlarından yararlanma yöntemlerini araştırırdı. Yaptığı iş
ölüme kafa tutmak değil, onu yudum yudum yenmekti. Ama hışmına gelmedi de
değil; aracı 1896 yılında bir gün havada kırıldı ve Lilienthal hayatını bu
serüvende kaybetti. Ama gelecek kuşaklara hazine değerinde bilgiler ve
havacılığın doğmasına imkân hazırlayan gözlemler bıraktı. Bu hazineyi Fransız
Ferber ve Amerikalı Chanute ve Langley buldular, değerlendirdiler ve
yararlandılar.
Amerikalı mühendis Octave Chanute'ün (1832-1910) özelikle kayda değer katkıları
oldu. Mouillard'ı tanımış ve Lilienthal'm deneylerini dikkatle izlemişti.
Birinin teorik çalışmalarından yararlanıp ötekinin izinden gitmeye karar verdi.
Kişisel deneyleri onu, Almanın planöründe değişiklikler yapmaya götürdü: Onun
tek katlı kanadının yerine iki katlısını koydu ve bir de stabilizatör, yani
doğrultuyu düzeltmeye yarayan bir kuyruk ekledi. Bu aracı sırtına alır ve hava
kendisini kaldırsın diye bayır aşağı koşardı. 1897'de bu şekilde 109 m. uçmayı başardı.
Göğün fethi konusunun en ateşli aktüalite olduğu bu dönemde Chanute'ün
kendisinin ve Lilienthal'in deneylerini anlatan kitabının yayımlanması kuşkusuz
yankılar yaratmıştı ve bir yığın heyecanlı genç, Ader'in deyimiyle
"uçucu" olma hevesine kapılmıştı. Bunlardan ikisi, Dayton'da (Ohio)
bisiklet satıcılığı yapan otuz iki ve otuz sekiz yaşındaki Wilbur (1867-1912)
ve Orville Wright (1871-1948) kardeşler oldu.
Wright kardeşler Chanute'ün deneylerinin izinden gitmek kararında olmakla
birlikte apayrı bir yol izlediler. Acele işi bir yana bırakıp ağır ama emin
adımlarla gitmeyi bildiler. Önce işi ayrıştırdılar ve güçlükleri tek tek bulup
bunları gidermenin yollarını bulmaya çalıştılar. Araştırmalarına, çift kanatlı
Chanute planörüyle başladılar (1889). Sonunda havaya daha iyi hâkim olabilmek
için arka planda karın üstü yatmanın, stabilizatör kuyruğun yerine bir derinlik
dümeni kullanmanın ve dümenin, gözlerinin önünde olması için öne yerleştirmenin
daha iyi olacağını gördüler. Bundan başka geriye bir direksiyon dümeni
eklediler, taşıma yüzeyini de genişlettiler. Kısacası Wrightlar ilkel uçurtmayı
1902'de, binden fazla deney ve uçmanın verdiği tecrübelerin sonucunda
Lilienthal ve Chanute'ünküne kat kat üstün bir planör durumuna getirdiler.
1903'te Wrightlar yerden kesilmek için dıştan yardım almaya son vermeyi
düşündüler ve bu amaçla araca bir motor takmaya karar verdiler. Bunun için de
20 beygirlik bir Fransız motoru aldılar. Yeni 'uçak' 17 Aralık 1903'te
havalandı. En çok 260 metrelik uçuşlar yapabiliyor ve bu, o zamanlar binlerce
kilometre aşan Conste Hation'un yanında hiçten öteye gideceğe benzemiyordu.
Ama bu gibi olumsuz düşünceler şu gerçeğin yanında saçmaydı: Havacılık
doğmuştu. Gerekli iki önemli unsurun, hafif motor ve aerodinamik tekniğin,
zamanla deneyler ve bilimsel çalışmalar ilerledikçe gelişeceği kesindi.
Wright kardeşler böyle sessiz sessiz çalışırlarken Avrupa da boş durmuyordu.
Onun da mucitleri Lilienthal, Ader ve Chanute'un deneylerini, kendilerine özgü
dehalarıyla devam ettiriyorlardı, izledikleri yöntem. Amerikalılarınkinden
bambaşkaydı. Onların ağır ve emin adımlarla gitmelerine karşı, Avrupalılar
çılgın bir cüretle ve "ya batar ya da çıkar" zihniyetiyle ilerlemekteydiler.
Yüce olmasına yüce bir yöntemdi bu, ama hem insanca, hem paraca pahalıya mal
oluyordu. Yüzbaşı Fernand Ferber (1862-1909), Mühendis Robert Esnault-Pelteri,
Gabriel Voisin, ve Louis Breguet gibi teknisyenlerden başka bir yığın spor
meraklısı ve çılgın amatör de işin peşindeydiler. Teknisyen, sanatçı, salon
adamı olsun hepside Cyrano'nun ülkesine yaraşır zarif bir gözü peklik
gösteriyordu ve halkın kulağı onlardaydı. Santos-Dumont, Henri Ferman, Louis
Bleriot halkın heyecanını uyandırıyorlardı. Peki ya bilim? Bilim bu ampirik ve
tehlikeli denemeler safhasını izleyecekti.
Bilindiği gibi, Wright kardeşler buluşlarını 1908'de Fransa'da açığa vurdular,
ama o zaman Fransız uzmanlar onlara ulaşmış hatta geçmiş bulunuyorlardı. İlk
uçak motorları hizmete girmişti bile; bunlar Leon Levavasseur'un (1863 -1922) V
motorlu Antoinette ve Laurent Seguin'in ünlü rotatif Gnöme'uydu. Birkaç ay önce
de teknisyen Paul Cornu'nün yaptığı ilk helikopter ve Breguet ile Fizyolojisi
Charles Richet'nin ortak yapımları Gyroplane'ı (jiroplan) havalanmış
bulunuyordu. Bunları da çok geçmeden 1910'da Marsilyalı mühendis Henri Fabre'ın
hydravion'u (deniz uçağı) izleyecekti.