12 Şubat 2014 Çarşamba

DERVİŞ KAŞIKLARI

Bir gün sormuşlar ermişlerden birine; "Sevginin sadece sözünü edenlerle, onu yaşayanlar arasında ne fark vardır?" "Bakın göstereyim" demiş ermiş. Önce sevgiyi dilden gönüle indirememiş olanları çağırarak onlara bir sofra hazırlamış. Hepsi oturmuşlar yerlerine. Derken tabaklar içinde sıcak çorbalar gelmiş ve arkasından da derviş kaşıkları denilen bir metre boyunda kaşıklar.

Ermiş; "Bu kaşıkların ucundan tutup öyle yiyeceksiniz" diye bir de şart koymuş. "Peki" demişler ve içmeye teşebbüs etmişler. Fakat o da ne? Kaşıklar uzun geldiğinden bir türlü döküp saçmadan götüremiyorlar ağızlarına. En sonunda bakmışlar beceremiyorlar, öylece aç kalkmışlar sofradan.

Bunun üzerine, "Şimdi..." demiş ermiş, "Sevgiyi gerçekten bilenleri çağıralım yemeğe." Yüzleri aydınlık, gözleri sevgi ile gülümseyen, ışıklı insanlar gelmiş oturmuş sofraya bu defa. "Buyrun" deyince her biri uzun boylu kaşığını çorbaya daldırıp, sonra karşısındaki kardeşine uzatarak içmişler çorbalarını. Böylece her biri diğerini doyurmuş ve şükrederek kalkmışlar sofradan.

"İşte" demiş ermiş, "Kim ki hayat sofrasında yalnız kendini görür ve doymayı düşünürse o aç kalacaktır. Ve kim kardeşini düşünür de doyurursa o da kardeşi tarafından doyurulacaktır. Şüphesiz şunu da unutmayın. Hayat pazarında alan değil, veren kazançlıdır her zaman..."

SEVGİ KUTUSU

-Sen, dedi öfkeyle, beni hiçbir zaman sevmedin ki!
Melek Hanım, karşısında öfkeyle bağıran kızını tanıyamıyordu son günlerde. ”Ne oldu bu çocuğa. Sanki o melek gibi evladım gitti; yerine hiçbir şeyden memnun olmayan, her şeye itiraz eden, hem her zaman sinirli hem de beni sinir etmeye çalışan bu kız geldi? O’nu neredeyse hiç tanımadığımı düşüneceğim.”
Susuyordu Melek Hanım. Daha doğrusu susmaya zorluyordu kendini. Son tartışmalarının üzerinden bir gün bile geçmemişti. Sakin olmaya çalışarak:
-Nereden çıkarıyorsun bunu. Bir anne evladını  sevmez mi hiç?
-Sevmiyorsun işte! Sevseydin ilgilenirdin benimle. Sorunlarımı dinlerdin. Hınç dolu bir ses tonuyla söylemişti kızı bunları. Gözleri kocaman açılmış,elleri sinirden tir tir titriyordu genç kızın.
Melek Hanım, şaşkınlıkla ve giderek kabaran öfkesini dizginlemeye çalışarak baktı kızına. Şimdi kendisine hınçla bakan o kocaman yeşil gözleri sevgiyle bakardı bir zamanlar. Karşısında asabiyetle titreyen o eller, bulduğu her fırsatta sevgiyle sarılırdı... Kadın, kızının kışkırtıcı sözleriyle sıyrıldı daldığı düşüncelerden.
-Evet! Niye susuyorsun! Cevap versene!
Anne, sakinliğini korumaya çalışarak:
-Bu konuyu sonra konuşalım. Şimdi ikimiz de sinirliyiz.
-Kaçıyorsun demek! Her zaman yaptığın gibi, beni ve ihtiyaçlarımı arka plana atacaksın yine! dedi ve hışımla odasına girdi. Kapıyı çarpıp, hızla kilitledi.
Anne, salonun ortasında kalakalmıştı. Bu manzara bu günlerde ne çok tekrarlanır olmuştu böyle...
                                           ***
Ertesi sabah giyinmiş sakin sakin okula gitmeye hazırlanıyordu genç kız. Banyoda saçlarına spreyle şekil vermeye çalışırken bir yandan da şarkı söylüyordu.

İşini bitirip çıktığında; annesinin özene bezene hazırladığı kahvaltı masasına umursamaz bir bakış fırlattı. Masada ne yoktu ki… Mine'nin çok sevdiği dilimlenmiş kaşar. Çiçek şekli verilmiş domates, tereyağında pişmiş mis gibi kokan yumurtalı pastırma, siyah zeytin ezmesi. Daha neler neler..  Aslında çok etkilenmişti kendisi için hazırlanmış bu kahvaltı masasından. Ama etkilenmemiş görünmeyi tercih etti.
Annesi her zamanki güler yüzüyle:
-Sana kahvaltı hazırladım. Okula gitmeden bir şeyler ye de öyle git istersen, dedi.
-İstemem. Bu günlerde kilo aldım zaten. Acelem var, okula yetişmem gerek dedi o umursamaz ses tonuyla. Sonra, annesini yeterince sinir edemediğini düşünerek daha ağır konuşmak ve ona hiddetini savurmak için:
Hıh!, sanki sadece benim için mi hazırladın o kahvaltıyı. Biraz sonra babam işe gidecek. Kardeşlerim olacak o baş belaları da okullarına yetişecek. Eminim asıl onlar için hazırlamışsındır. Sen benim için öyle özel şeyler yapar mısın hiç! (Bu sözleri daha tamamlamadan pişman olmuştu bile. Ama ağzından çıkmıştı bir kere.) Sanki çocuk kandırıyor! diye söylenerek çarptı kapıyı ve çıktı evden.
Kapı önünde  korna çalan servise yetişmeye çalışırken  annesinin yüzündeki o kalp kırıklığının izini görmemekti asıl niyeti.
Omuzlarından aşağı sümbül gibi salınan açık kumral saçlarını sabahın rüzgarında savurup servise doğru yürüdü. Biçimli başını kaldırmış, havalı havalı atıyordu adımlarını. Kalkık burnunu biraz daha kaldırmış, çantasını sırtlamış, serviste kendini bekleyen arkadaşlarına doğru  parke taşlar üzerinde yürürken pişmandı, çok pişman...
Melek Hanım, kızının sabah sabah söylediği o kalpkırıcı sözlerinden sonra her şeyi bıraktı. Gitti ve salondaki koltuklardan birine oturdu. Aslında buna oturdu demekten daha çok koltuğun birinin bir köşesine yığıldı dense daha yerinde olurdu.Taba rengi koltuğun kabarık desenli döşemesine elleriyle dokunurken, bir yandan da için için ağlıyordu. Bu defa çok kırılmıştı. Düşündü bir süre. Neden böyle olmuştu kızı... Daha doğrusu kızına neler oluyordu böyle... Sonra kararını verdi. Okuldaki Rehber Öğretmen ile görüşecekti. Ne yapacağına karar verdikten sonra biraz daha rahatladı.
Kahvaltı yapması için eşini uyandırdı önce. Bir süre sonra da ufaklıkları. Büyük bir hızla sabahları kendisini bekleyen masayı toparlayıp, mutfağı düzenleme, mutfağın halı zeminini şarjlı el gırgırıyla temizleme işlerini yaptıktan sonra,eşine:
-Bu gün Mine’nin okuluna gidip Rehber Öğretmenle görüşmeyi düşünüyorum.
Mahmut Bey, kaç zamandır karısıyla kızı arasındaki sürtüşmeyi farketmişti. Fakat nedense karışmamayı tercih etmişti. Bu gidişin de bununla ilgili olduğunu anlamıştı:
-Sen bilirsin. Görüşmek iyi olur tabii. Konuşmasında olabildiğince yuvarlak ifadeler kullanmayı tercih etmişti. Anne-kız savaşına katılmama kararı almıştı sanki.
                                     ***
Melek Hanım kızının okuluna vardığında saat; 10;30´u geçiyordu. Danışma memuruyla görüştükten sonra Okul Rehber öğretmeninin odasına gitti. Durumu ona anlattı. Güler yüzlü ve iyi bir dinleyici bulmuştu karşısında.
Rehber Öğretmen, anneyi dikkatle dinledikten sonra:
-Kızınızın Sevgi Kutusu boş. O nedenle size böyle davranıyor. Sizin kendisini hiç sevmediğinizi önemsemediğinizi düşünüyor. Bunun için  bu kadar hırçın ve kırıcı. Dedi.
Melek Hanım:
-Nasıl olur? Her fırsatta ona sevgimi olabildiğince gösteriyorum. Hem, bir anne çocuğunu sevmez mi hiç?
Rehber Öğretmen:
-Elbette! Onu çok sevdiğinize inanıyorum. Fakat; kızınız sizin tarafınızdan ne kadar sevildiğinin farkında değil. Çünkü kendi "Sevgi Dilinizle" anlatıyorsunuz sevginizi. Onunkiyle değil.
-Sevgi Dili? dedi Melek Hanım anlayamamış bir ses tonuyla.
-Anlatayım. Ama dilerseniz önce bununla ilgili lise yıllarımda bir öğretmenimden duyduğum bir hikayeyi anlatayım size. Hem biraz rahatlamış, sakinleşmiş olursunuz.
"Zamanın birinde bir İngiliz, bir Fransız, bir Arap ve bir Türk arkadaş olmuş. Bir süre işaret diliyle hoş beş ettikten sonra canları meyve yemek istemiş. Hepsinin parası toplansa ancak bir kilogram meyve alacak kadarmış. İşte tam bu sırada anlaşmazlık çıkmış aralarında. Çünkü her biri kendi istediği meyvenin alınmasını istiyormuş pazardan.
İngiliz:
-Grape! Grape alınmalı! diye tutturmuş.
Fransız:
-Hayır. Raysin! Raysin alınsın! Diyormuş.
Arap:
-Ineb! Ineb alınsın. Yoksa yemem! diye ayak diriyormuş.
Türkün ısrarı hepsini bastıracak güçteymiş:
Olmaz! Ooolmaz! Üzüm alacağız. Başka meyve olmaz!diyormuş ta başka bir şey demiyormuş.
Onların bu kavgalarını uzaktan seyreden bilge bir kişi yanlarına giderek sormuş. Anlatmışlar meselenin ne olduğunu. Bilge kişi gülmüş:
-Verin bakalım paranızı. Demiş hepsine kendi dilleriyle. Çünkü bu kişi hepsinin dilini de biliyormuş.
Pazarın yolunu tutmuş bilge kişi. Bir süre sonra kucağında bir kilogram üzümle çıka gelmiş. Dört arkadaşın hepsi de atılmış ve:
-Hah! İşte ben de tam bu meyveyi istiyordum! Sonra da şaşırarak hepsinin hangi meyveyi istediğini nereden anladığını sormuşlar:
-Çok basit. Çünkü hepinizin dilini de biliyordum. Her biriniz kendi diliyle üzüm istiyordu."
Rehber öğretmen bu hikayeyi anlattıktan sonra her ikisi de gülüştü. Öğretmen Melek Hanım´a dönerek:
-Tıpkı bu hikayede olduğu gibi herkesin bir sevgi dili vardır. Eğer sevgimizi karşımızdakine onun diliyle anlatmazsak o kişi bizim tarafımızdan sevildiğini anlayamaz. Dolayısıyla  sevilmediğini düşünerek üzülür. Ve de sevilmediğini düşünen insanların yaptığını yaparak alabildiğince kırıcı olur. Siz de muhtemelen kendi dilinizle anlatıp durdunuz yıllarca sevginizi. Ama bu anlatım kızınız açısından sevgi davranışları olarak anlaşılmadı. Ve üstelik sizi suçladı sizin onu sevmediğinizi söyleyerek. Bu durum da sizin kalbinizi kırdı.
-İçimi okuyorsunuz vallahi hocam! dedi Melek Hanım. Bu güne kadar niye size gelmemişim sanki!
-İhtiyaçlar mecburiyet halini almadan bazı şeyleri gerçekleştirmiyoruz da ondan. Ama olsun, bundan sonrasına bakalım asıl biz.
-Peki, hocam şu dilleri bana anlatıverin de kızımla aramdaki o güzel günlere geri döneyim ben de dedi Melek Hanım.
-Öğle yemeğinin vakti gelmiş. İsterseniz yemeğe inelim. Sonra devam ederiz.
İkisi birlikte öğle yemeğine indi. Bu arada Melek Hanım kızıyla karşılaştı merdivende. Mine, annesini rehber öğretmenin yanında görünce annesine kızgınlık dolu bir bakış fırlattı annesine:
-Buraya gelip Rehber öğretmenle görüşerek benim karizmamı sıfırladın! Şimdi herkes benim problemli biri olduğumu düşünecek! diyordu.
Melek Hanım, kızının bu tehdit dolu bakışlarını görmezden gelerek yemeğe indi öğretmenle…
                                                       ***
Yemekten sonra Rehber Öğretmen devam etti anlatmaya:
-Günümüzde kabul gören bir teoriye göre insanların Beş Tane sevgi dili olduğu kabul edilmekte.
Bunlar;
Hizmet davranışları, Onay sözleri, Armağanlar, Nitelikli beraberlik, Fiziksel temas´tır, dedikten sonra anneye şu soruyu yöneltti:
-Sevdiklerinize sevginizi nasıl gösterirsiniz? Ya da bir insan size nasıl davranırsa onun tarafından sevildiğinizi hissedersiniz?
Melek Hanım bir süre düşündükten sonra gözleri parlayarak cevap verdi. Rehber öğretmenin ne demek istediğini anlamıştı:
-Galiba anladım hocam. Sorunuzun cevabına gelince; sevdiklerime sevgimi onlar için bir şeyler yaparak, onlara kendilerinin özel olduklarını hissettirerek gösteririm.
-Mesela?
-Mesela eve yorgun gelen eşime yemekten sonra orta şekerli bir Türk kahvesi hazırlayarak. Ve ya çocuklarım için özel bir kek, pasta veya yemek hazırlayarak. Birisi de benim için bunları yapsa doğrusu çok mutlu olurum. Mesela kızım bir pazar günü bana  sürpriz yapıp kahvaltıyı hazırlasa ne çok mutlu olurdum bir bilseniz,dedi umutla. Fakat sonra kızının sabah söylediği kırıcı sözleri hatırlayarak:
-Amaan hocam! Değil bana sürpriz yapmak, kalbimi kırmasın böyle ağır sözlerle, başka bir şey istemiyorum. Derin bir üzüntüyle söylemişti bunları.
Öğretmen:
-Üzülmeyin, bu problemi sanırım çözeceğiz. Sizin Sevgi Diliniz; "Hizmet Davranışları" bunu anlamış bulunuyoruz. Kızınız sizin kendisini sevmediğinizi söylerken neyi bahane etmişti?
-O´nun hiç dinlemediğimi, sorunlarıyla ilgilenmediğimi, pasta ve kekleri ondan daha çok önemsediğimi söylemişti bana bağırarak.
-Sanırım onun sevgi dili de "Nitelikli Beraberlik." Aslında işimiz çok kolay biliyor musunuz?
-Nasıl?
-Akşam okuldan geldiğinde onun anlattıklarını dinleyin. Yaşadığı sıkıntıları dinleyin ve onun duygularını anlamaya çalışın. İlk başlarda size yine hırçın davranabilir. Sabredin ve yılmayın. Hatta şöyle güzel bir çay demleyin, o size gününü anlatırken karşılıklı birer bardak çay için. Bu sizin sevgi dilinizle onun sevgi dilinin harka  bir kaynaşması olacaktır. Ve ümit ediyorum aranızdaki bu problemler kısa zamanda çözülecektir.
Melek Hanım'ın içinde yeni bir ümit ışığı yanmıştı. Fakat diğer sevgi dillerini öğrenmeden ayrılmak istemiyordu okuldan. Öyle ya, onun iki çocuğu daha vardı. Sordu öğretmene:
-Peki hocam bu iki dili anladım sanırım. Şu geri kalan üç dili de kısaca anlatır mısınız? Malum benim iki çocuğum daha var. Onlarla da aynı sorunları yaşamak istemiyorum.
-Anlatayım: sizin sevgi diliniz olan "Hizmet Davranışları"nı ve kızınızın sevgi dili olan "Nitelikli Beraberlik"i sanırım anladınız. Gelelim diğer sevgi dillerine:
Onay Sözleri: Bu sevgi dilini kullanan insanlar, sevgilerini karşısındakine anlatırken veya herhangi bir davranışı sevgi olarak algılarken; karşısındaki insanın olumlu ve üstün yönlerini vurgular, sözleriyle ifade ederler, karşısındakini takdir ederler. Kendilerine de bu şekilde ifade edilmesini isterler.
Armağanlar: Bu dilde kişi karşısındakine armağan alarak gösterir sevgisini. Öyle ki sevdiği insanlara armağan almak için adeta sebepler bulur, üretir. Sürpriz armağan almaktan ve kendisine de alınmasından  çok hoşlanır.
Fiziksel temas: Bu sevgi dilini kullanan insanlar, sevgilerini dokunarak, sarılarak v.b. gösterirler karşıdakine. Mesela bazı çocuklar hangi yaşta olurlarsa olsunlar kucaklanıp, öpülmekten çok hoşlanırlar. Gün içerisinde gelip gelip annesine sarılır. Hatta halk arasında bazen bu tip insanlar için "Sırnaşık" tabiri kullanılır maalesef. Oysa  nefes almak, su içmek kadar önemli ve vazgeçilmezdir bu davranışa olan ihtiyaçları.
-Hocam siz anlatırken en küçük çocuğum geldi gözümün önüne.Demek ki onun sevgi dili "Fiziksel Temas."
Melek Hanım teşekkür ederek ayrıldı Rehber öğretmenin odasından. Şimdi akşamı ve kızının dönüşünü iple çekiyordu.
                                             ***
Kızı eve geldiğinde gerginliği biraz gitmiş gibiydi. Ama sinirli hali devam ediyordu. Annesine:
-Seninle konuşmak istiyorum annne! dedi hırçın ve kırıcı bir edayla.
-Tabii ki yavrum. Dedi annesi, sesine anneliğin bütün şefkat tonlarını yükleyerek.
-Gel seninle mutfağın balkonunda karşılıklı birer çay içelim ve konuşalım.
Mine şaşırmıştı. Hayret, annesi bu gün çok farklıydı. Yemek yapma bahanesiyle onu dinlemeyi ertelememişti. Üstelik, karşılıklı çay içip sohbet etmeyi teklif ediyordu:
-Neden bu gün okula geldin? Üstelik de Rehber Öğretmenimizle görüşmeye! Şimdi herkes benim sorunlu biri olduğumu düşünecek.
-Herkes kim yavrum?
-Arkadaşlarım.
-Arkadaşların senin gibi güzel ve değerli bir kız hakkında böyle kolayca olumsuz hüküm veriyorsa onlarla ilişkilerini yeniden gözden geçirmen gerekli sanırım.
Mine şaşırmıştı.Annesinin kendisini güzel ve değerli gördüğünün hiç farkına varmamıştı bu güne kadar.
-Gerçekten öyle mi görüyorsun beni?
-Tabii ki yavrum.Aksini nasıl düşünebilirsin?Sen benim ilk göz ağrım,ilk yavrumsun.Ve sana söylediğim sözlerin hepsini yüzde yüz inanarak söyledim.Seni çok seviyorum.Sen Benim için her şeyden önemlisin.
Mine, biraz tereddüt geçirdikten sonra, ağlayarak annesinin boynuna sarıldı. Demek annesi için ev işlerinden, özel yapılmış bir kekten daha önemliydi.Kendini suçladı içinden. Nasıl olup da annesine böyle kötü davrandığına inanamadı. Eski güzel günlerind ki anne-kız diyalogunu ne kadar özlediğini de farketti. Fakat hemen içinden bir şey dürttü sanki. Yine o geçimsiz, huysuz tavrını takınarak:
-Biliyorum, beni kandırmaya, ikna etmeye çalışıyorsun! Bu gün beni yatıştırmak için sorunlarımla ilgileniyor gibi yapıyorsun. Ama yarın yine o yemek tarifleri, ıspanaklı kek, havuçlu kek benden önemli hale gelecek! Gözlerinde teselli bekler bir bakış, sesinde neredeyse yalvaran bir tonla annesine bakıyordu:
-Sana söz veriyorum yavrum, bundan sonra bir problemin veya anlatmak istediğin bir şey olduğunda elimdeki her şeyi bırakıp, sözünü bitirinceye kadar  can kulağıyla seni dinleyeceğim. Ben bu dünyada kimin için varım ki…
Anne-kız yeniden sarıldı. Mine´in gözlerinden akan yaşlar annesinin omzunu, annesininkiler ise Mine'nin omzunu ıslatıncaya kadar devam etti bu durum.
                                  ***
Üç ay sonra Mine'nin annesi Okulun Rehber öğretmenine teşekkür ziyaretine gelmişti. Karşılıklı orta şeker birer Türk Kahvesi eşliğinde sohbet ettiler uzun uzun….


                                             Ümmühan YAPAR
                                  Özel Güventaş Lisesi / P.D.R./ KONYA

11 Şubat 2014 Salı

ABRAHAM LINCOLN'UN, OĞLUNUN ÖĞRETMENİNE YAZDIĞI MEKTUP

Öğrenmesi gerekli biliyorum; tüm insanların dürüst ve adil olmadığını, fakat şunu da öğret ona: Her alçağa karşı bir kahraman, her bencil politikacıya karşı kendini adamış bir lider vardır.

Her düşmana karşı bir dost olduğunu da öğret ona.

Zaman alacak biliyorum, fakat eğer öğretebilirsen, kazanılan bir doların, bulunan beş dolardan daha değerli olduğunu öğret.

Kaybetmeyi öğrenmesini öğret ona ve kazanmaktan neşe duymayı.

Kıskançlıktan uzaklara yönelt onu.

Eğer yapabilirsen, sessiz kahkahaların gizemini öğret ona. Bırak erken öğrensin, zorbaların görünüşte galip olduklarını...

Eğer yapabilirsen; ona kitapların mucizelerini öğret. Fakat ona; gökyüzündeki kuşların, güneşin yüzü önündeki arıların ve yemyeşil yamaçtaki çiçeklerin ebedi gizemini düşünebileceği zamanlar da tanı...

Okulda hata yapmanın, hile yapmaktan çok daha onurlu olduğunu öğret ona.

Ona kendi fikirlerine inanmasını öğret, herkes ona yanlış olduğunu söylediğinde dahi...

Nazik insanlara karşı nazik, sert insanlara karşı sert olmasını öğret ona.

Herkes birbirine takılmış bir yönde giderken, kitleleri izlemeyecek gücü vermeye çalış oğluma.

Tüm insanları dinlemesini ve sadece iyi olanları almasını da öğret...

Eğer yapabilirsen üzüldüğünde bile nasıl gülümseyebileceğini öğret ona. Gözyaşlarında hiçbir utanç olmadığını öğret.

Herkesin sadece kendi iyiliği için çalıştığına inananlara dudak bükmesini öğret ona ve aşırı ilgiye dikkat etmesini...

Ona, kuvvetini ve beynini en yüksek fiyata satmasını, fakat hiçbir zaman kalbine ve ruhuna fiyat etiketi koymamasını öğret.

Uluyan bir insan kalabalığına kulaklarını tıkamasını öğret.

Ona nazik davran ama onu kucaklama. Çünkü, ancak ateş çeliği saflaştırır.

Bırak sabırsız olacak kadar cesaretine sahip olsun, bırak cesur olacak kadar sabrı olsun.

Ona her zaman kendisine karşı derin bir inanç taşımasını öğret. Böylece insanlığa karşı da derin bir inanç taşıyacakır...

Bu, büyük bir taleptir, ne kadarını yapabilirsen bir bakalım...

O ne kadar iyi, küçük bir insan, oğlum...

HAMAL

Bir şehrin en zengini öldüğünde, tellallar sokaklara dökülüp; "Ey ahali",diye bağırmışlar. "Biliyorsunuz Veli efendi öldü. Bir vasiyeti var. Ahiret hayatına alışabilmek için, kendisine bir günlük yardımcı arıyor. Kim ki, mezardaki ilk gecesini onunla beraber girerse, Veli Efendiye ait servetin yarısı kendisine verilecektir.

Ey ahali, duyduk duymadık demeyin....Tellalların bütün çabasına rağmen kimse bu parlak, fakat korkulu vasiyete kulak vermemiş. Ama sonunda, şehrin en fakir sırt hamallarından birisi çıkmış ortaya. Adamcağız bakmış ki, hayatta zaten sırtındaki küfesinden ve ipinden başka bir şey yok. O halde "hamal olarak yatıp, ertesi sabah zengin olarak kalkarım" diyerek razı olmuş... Genişçe bir mezara,iyice kefenlenen zengini ve yanına hamalı yatırmışlar. Az sonra sual melekleri gelmiş. "İkisi de bize emanet" diye konuşmuşlar. "Zengin nasıl olsa kalacak, şu hamaldan başlayalım."

Sormuşlar;

- "Dünyada malın mülkün var mıydı?"

- "Alay etmeyin" demiş, hamal. "Sırtımdaki küfeden ve ipten başka hiç bir şeyim olmadığını siz de bilirsiniz."
- "Peki diye eklemiş melekler, "o ipi ne karşılığında aldın?

Sonra küfeyi ne iş gördün de nasıl elde ettin?"

Anlatmış hamalcağız.


- "Beş kişinin malını 10 kuruşa taşıdım. İkisini yedim, sekizini sakladım. Ertesi gün de aynı işleri yaptım. Yemedim içmedim, ucuza taşıdım ve bunları aldım.

Melekler;

-Cık demişler, cık... Olmadı.... Hasan Efendi’den aldığın para, hak ettiğinden çok düşük. Biz ondan bunun hesabını soracağız.

Mehmet Efendiyle de ucuza anlaşmış ve ucuza taşımışsın...."

- İyi ama, diye cevaplamış hamal, hakettiğim parayı isteseydim, bana taşıttırmazdı. Taşıttırmayınca da aç kalırdım....."

- "O bizim işimiz" demiş melekler, "nasıl olsa buraya o da gelecek.Biz senin adına ona sorarız."
Melekler, hamalı sıkıştırmaya devam etmiş.

- "Söyle bakalım, aldığın paranın kaçını yedin, kaçını sakladın?"

- "On kuruş aldı isem, yarısını sakladım... İki kuruş aldı isem, bir kuruşunu biriktirdim..."

- "Cık" demiş melekler... "Yine olmadı, hem ucuza taşımışsın,

hem de gıdandan kesmişsin... Yani sen, kendi nefsine zulmetmişsin... Nefsine zulmetmek de günahtır, bilmez misin?..."


Hamalcağız ne cevap vereceğini düşünüp ecel terleri dökerken, sabah olmuş. Acilen mezardan yukarıya bir bakmış ki, bütün millet orada...

Kadı Efendi ve şehrin mehter takımı da kendisini bekliyor. Bir kıyamet ki sormayın."Kutlu olsun" demişler... "Bu gece kimsenin yapamayacağı bir işi başardın ama, bak artık zengin oldun."

- "Yooo", diye bağırmış hamal. "İstemem , sizin olsun... Ben, bir iple küfenin hesabını sabaha kadar veremedim, Ya o kadar servetim olsaydı, ne yapardım?"

APTALIN ÖYKÜSÜ

Adamın biri, halinden yakınır dururmuş: "Çalışıyorum, didiniyorum ancak geçinebiliyorum. Üstelik yalnızım, kimim kimsem yok..." Böyle mutsuz mutsuz sızlanıp dururken, bir karar vermiş. Yollara düşüp bir melek bulacak, halini anlatıp ondan bu haksızlığı düzeltmesini isteyecekmiş.

Yola koyulmuş. Dağda bir kurda rastlamış. Ayakta zor durabilen, bir deri bir kemik kalmış kurt, adama yaklaşmış, nereye gittiğini sormuş. Adam derdini anlatmış, "Bir melek arıyorum. Onu bulup bana yapılan haksızlığı düzeltmesini isteyeceğim..." Bunun üzerine kurt, "Bana da bir iyilik yapar mısın" demiş, "ben de gece gündüz dolaşıyorum, bir lokma yemek zor buluyorum. O meleğe benden söz et, böyle açlıktan öleyazmış kurt da olur muymuş diye sor..."

Adam yola koyulmuş. Çok geçmeden karşısına güzel bir kız çıkmış. Kız da ona nereye gittiğini sormuş. Melek hikâyesini dinledikten sonra adamın ellerine sarılmış:

"Yalvarırım o meleğe benim durumumu da anlat. Gencim, güzelim, zenginim, her şeyim var ama çok mutsuzum. Mutluluğa ulaşabilmek için ne yapmam lazım, ne olur o meleğe sor..."

Adam, melekle konuşacağına söz vermiş ve yola devam etmiş. Yorulduğunda dinlenmek için bir ağacın altına uzanmış. Çevre yemyeşilmiş ama bu ağacın neredeyse bir tek yaprağı bile yokmuş. Tabii ağaç, durumuna çok üzülüyormuş. Dert yanmaya başlamış:

"O meleği bulduğunda benden de bahseder misin. Bak, nasıl da bereketli bir toprak üzerindeyim. Bütün ağaçlar yaprağa, meyveye boğulmuş. Benimse hiçbir şeyim yok. Diğerleri gibi olmak için ne yapmalıyım, meleğe sorar mısın?"

Adam, ağaca da "peki" demiş ve yoluna devam etmiş...

Nihayet, meleği bulmaktan umudunu kesmiş, vazgeçmek üzereyken melek karşısına çıkıvermiş...

Adam derdini anlarmış, melek adamı dinlemiş ve "tamam, tamam!" demiş. "Zengin ve mutlu olabilmen için sana bir şans veriyorum. Şimdi geldiğin yoldan git, evine dön."

Meleğin bu sözleri üzerine rahatlayan adam kurdun, kızın ve ağacın ricalarını hatırlamış ve meleğe onları da anlatmış. Melek onlar için de birşeyler söylemiş. Adam bunları da bir güzel dinlemiş ve dönüş yoluna koyulmuş.

Ağacın yanına geldiğinde meleğin söylediklerini aktarmış:

"Köklerinin tam yanında gömülü altın dolu bir sandık varmış. Bu yüzden beslenemiyormuşsun. Beslenemediğin için yaprağın ve meyven yokmuş. Sandık çıkarılırsa senin de meyven ve yaprağın olacak."

"Yaşasın!" Demiş ağaç: "Çabuk orasını kaz ve o sandığı çıkar!"

"Hayır" demiş adam, "Melek bana kendi şansımı verdi. Evime dönmem lazım..." Ve yoluna devam etmiş. Genç kız bıraktığı yerde onu beklemekteymiş. Adamı görünce koşmuş ve "Melek ne dedi?" diye sormuş. "Sevinçlerini ve acılarını paylaşabileceğin birini bulup da evlenirsen bütün dertlerin hallolacak, mutlu olacaksın" demiş adam. O zaman kız, "Hadi seninle evlenelim, mutlu olmaya çalışalım!" diye atılmış. Adam, "hayır," demiş. "Buna zamanım yok. Melek benim şansımı verdi, bir an önce eve gitmeliyim. Sen de kendine başka bir koca bul artık..."

Çok geçmeden o bir deri bir kemik kurt çıkmış karşısına. Kendi şansını bulmak için evine gittiğini, acelesi olduğunu söylemiş. "Peki ya ben!" Demiş kurt, "Benim için ne dedi? Onu söyle ve git!" "Senin için söylediğini ben anlamadım" demiş adam; "melek dedi ki, o kurt, yiyecek bir aptal bulamazsa aç susuz dolaşmaya mahkûmdur."


Kurt, "ben çok iyi anladım" demiş ve aptalı yemiş.

DALGALARIN SOHBETİ

Bir zamanlar mutsuz küçük bir dalga vardı. “Öyle kederliyim ki” diye sızlandı küçük dalga. “Diğer dalgalar büyük ve güçlüler, bense o kadar küçük ve zayıfım ki. Hayat neden böyle adaletsiz davranıyor?”

Yanından geçmekte olan başka bir dalga bu sözleri duydu ve onunla konuşmaya karar verdi.
“Böyle düşünüyorsun, çünkü kendi ‘yaratılışının aslı’nı yeterince görmemişsin. Sen kendinin sırf dalga olduğunu düşünüyorsun ve acı çektiğini sanıyorsun. Hâlbuki gerçek böyle değil.”

“Nasıl?” Küçük dalga şaşırmıştı. “Ben dalga değil miyim yani? Dalga olduğum besbelli. Bak, tepem var, köpüklerim var... Ne demek istiyorsun, benim sırf dalga olmadığımı söylemek isterken?”

“Senin ‘dalga’ dediğin şey kısa süreliğine büründüğün geçici bir suret. Sen aslında sadece susun. Sen yaratılışının esasının suyun teşkil ettiğini anladığında, dalga olmanın getirdiği elemlerden kurtulacaksın.”

“Ben su isem, ya sen nesin?”

“Ben de suyum. Belki senden bir derece daha büyük de olsa, geçici bir süreliğine dalga suretinde görünüyorum, ama bu benim aslımı değiştirmiyor: Su! Senin de, benim de yaratılışımızın esası aynı: Su!”

SUSKUNLAR MECLİSİ

Bir zamanlar İran´da bilginler ve şairler, "suskunlar meclisi" adıyla bir topluluk oluşturmuşlardı. Üye sayısı otuz kişiydi ve bunu arttırmıyorlardı. Üyeliğin ilk şartı çok düşünmek, az yazmak ve çok az konuşmaktı.

O zamanlar meşhur şair ve bilgin Molla Camî, bu meclisin aşkındaydı.

Günün birinde suskunlar meclisinin bir üyesinin öldüğünü duyunca, onun yerine aday olmak için bilginlerin bulunduğu köşke geldi. Kendisini karşılayan kapıcıya bir şey söylemeden, ismini bir kağıda yazarak o sırada toplantı halinde bulunan suskunlar meclisine gönderdi.

Meclis üyeleri bu teklifi görünce biraz üzüldüler. Molla Camî oraya layık bir bilgindi ama ölen üyenin yerine başka birini almışlardı. Yeni bir üye için yer yoktu.

Meclisin başkanı, bir bardağı tamamen suyla doldurduktan sonra Molla Camî´ye gönderdi. Zeki bilgin durumu kavramıştı. Bir damla daha olsa bardak taşacaktı. Bunun üzerine o da hemen oracıktaki bir gül dalından küçük bir yaprak koparıp, nazikçe suyun üstüne koyuverdi. Bardak taşmamıştı. Bunu içeri gönderdi. Meclistekiler bu kibar cevabın manasını anlamışlardı: Zarif insanların yeri başkaydı.

Üyeler, bu değerli bilgini de aralarına almaya karar verdiler. Başkan listeye Molla Camî´nin adını ekledi. Otuz sayısının önüne bir sıfır koyarak, 300 yazdı. Bununla Molla Camî sayesinde, meclisin değerinin on misli arttığını belirtiyordu.

Listenin son şekli Molla Camî´ye gelince, meseleyi anladı. Ancak sayının büyük gösterilmesinden hoşlanmadı. Sağdaki bir sıfırı silerek, otuz sayısının soluna koydu. Yani 030 yazdı. Alçak gönüllü Molla Camî, böylece kendisini solda sıfır sayıyor, bardağı taşırmadığı gibi, o meclisin yapısını da etkilemeyeceğini söylemek istiyordu. Diğer üyeler bunu görünce, saygı ve hayranlıkları bir kat daha artmış olarak suskunlar meclisinin yeni üyesini selamladılar.

YATMA ZAMANI

GEREKLİ OLANLAR: Oyuncak hayvan Oyuncağı içine alacak büyüklükte karton kutu Eski havlu, eski kumaş parçaları, pamuk Çocuğunuz uy...