9 Şubat 2014 Pazar

AFFETMENİN HAFİFLİĞİ

Bir lise öğretmeni bir gün derste öğrencilerine bir teklifte bulunur:
"Bir hayat deneyimine katılmak ister misiniz?"
Öğrenciler çok sevdikleri hocalarının bu teklifini tereddütsüz kabul ederler. "O zaman" der öğretmen. "Bundan sonra ne dersem yapacağınıza da söz verin." Öğrenciler bunu da yaparlar. "Şimdi yarınki ödevinize hazır olun. Yarın hepiniz birer plastik torba ve beşer kilo patates getireceksiniz!" Öğrenciler , bu işten pek birşey anlamamışlardır. Ama ertesi sabah hepsinin sıralarının üzerinde patatesler ve torbalar hazırdır. Kendisine meraklı gözlerle bakan öğrencilerine şöyle der öğretmen: "Şimdi, bugüne dek affetmeyi reddettiğiniz her kişi için bir patates alın, o kişinin adını o patatesin üzerine yazıp torbanın içine koyun. " Bazı öğrenciler torbalarına üçer-beşer tane patates koyarken, bazılarının torbası neredeyse ağzına kadar dolmuştur. Öğretmen, kendisine "Peki şimdi ne olacak?" der gibi bakan öğrencilerine ikinci açıklamasını yapar: "Bir hafta boyunca nereye giderseniz gidin, bu torbaları yanınızda taşıyacaksınız. Yattığınız yatakta, bindiğiniz otobüste, okuldayken sıranızın üstünde, hep yanınızda olacaklar." Aradan bir hafta geçmiştir. Hocaları sınıfa girer girmez, denileni yapmış olan öğrenciler şikayete başlarlar:
"Hocam, bu kadar ağır torbayı her yere taşımak çok zor." "Hocam, patatesler kokmaya başladı. Vallahi, insanlar tuhaf bakıyorlar bana artık." "Hem sıkıldık, hem yorulduk?"
Öğretmen gülümseyerek öğrencilerine şu dersi verir: "Görüyorsunuz ki, affetmeyerek asıl kendimizi cezalandırıyoruz. Kendimizi ruhumuzda ağır yükler taşımaya mahkum ediyoruz. Affetmeyi karşımızdaki kişiye bir ihsan olarak düşünüyoruz, halbuki affetmek en başta kendimize yaptığımız bir iyiliktir.

İNDİRİM

Ayakkabıcı, yeni getirdiği malları vitrine yerleştirirken, sokaktaki bir çocuk onu izlemekteydi. Okullar kapanmak üzere olduğundan, spor ayakkabılara rağbet fazlaydı. Gerçi mallar lüks sayılmazdı ama, küçük bir dükkan için yeterliydi. Onların en güzelini ön tarafa koyunca, çocuk vitrine doğru biraz daha yaklaştı. Fakat bir koltuk değneği kullanmaktaydı. Hem de güçlükle..

Adam ona bir kez daha göz attı. Üstündeki pantolonun sol kısmı, dizinin alt kısmından sonra boştu. Bu yüzden de sağa sola uçuşuyordu.

Çocuğun baktığı ayakkabılar, sanki onu kendinden geçirmişti. Bir müddet öyle durdu. Daldığı hülyadan çıkıp yola koyulduğunda, adam dükkandan dışarı fırlayıp:

Küçüüük!. diye seslendi. Ayakkabı almayı düşündün mü? Bu seneki modeller bir harika!.

Çocuk, ona dönerek:

Gerçekten çok güzeller!. diye tebessüm etti. Ama benim bir bacağım doğuştan eksik.

Bence önemli değil!. diye, atıldı adam. Bu dünyada her şeyiyle tam insan yok ki!. Kiminin eli eksik, kiminin de bacağı. Kiminin de aklı ya da imânı. Küçük çocuk, bir şey söylemiyordu. Adam ise konuşmayı sürdürdü:
Keşke imanımız eksik olacağına, ayaklarımız eksik olsa idi.

Çocuğun kafası iyice karışmıştı. Bu sefer adama doğru yaklaşıp:

Anlayamadım!. dedi. Neden öyle olsun ki?

Çok basit!. dedi, adam. Eğer imanımız yoksa, cennete giremeyiz. Ama ayaklar yoksa, problem değil. Zaten orda tüm eksikler tamamlanacak. Hatta sakat insanlar, sağlamlara oranla, daha fazla mükafat görecekler...

Küçük çocuk, bir kez daha tebessüm etti. O güne kadar çektiği acılar, hafiflemiş gibiydi. Adam, vitrine işaret ederek: Baktığın ayakkabı, sana yakışır!. dedi. Denemek ister misin?

Çocuk, başını yanlara sallayıp: Üzerinde 30 lira yazıyor, dedi. Almam mümkün değil ki!.

İndirim sezonunu, senin için biraz öne alırım!. dedi adam. Bu durumda 20 liraya düşer. Zaten sen bir tekini alacaksın, o da 10 lira eder. Çocuk biraz düşünüp:

Ayakkabının diğer teki ise yaramaz!. dedi. Onu kim alacak ki?

Amma yaptın ha!. diye güldü adam. Onu da, sağ ayağı eksik olan bir çocuğa satarım.

Küçük çocuğun aklı, bu sözlere yatmıştı. Adam, devam ederek: Üstelik de öğrencisin değil mi? diye sordu.

İkiye gidiyorum!. diye atıldı çocuk. Üçe geçtim sayılır. Tamam işte!. dedi adam. 5 Lira da öğrenci indirimi yapsak, geri kalır 5 lira. O da zaten pazarlık payı olur. Bu durumda ayakkabı senindir, sattım gitti!. Ayakkabıcı, çocuğun şaşkın bakışları arasında dükkana girdi. İçerdeki raflar, onun beğendiği modelin aynısıyla doluydu. Ama adam, vitrinde olanı çıkarttı. Bir tabure alıp döndükten sonra, çocuğu oturtup yeni ayakkabısını giydirdi. Ve çıkarttığı eskiyi göstererek: Benim satış işlemim bitti!. dedi. Sen de bana, bunu satsan memnun olurum. Şaka mı yapıyorsunuz? diye kekeledi çocuk. Onun tabanı delinmek üzere. Eski bir ayakkabı, para eder mi?

Sen çok câhil kalmışsın be arkadaş… dedi, adam. Antika eşyalardan haberin yok her halde. Bir antika ne kadar eski ise, o kadar para tutar. Bu yüzden ayakkabın, bence en az 30- 40 lira eder.

Küçük çocuk, art arda yaşadığı şokları, üzerinden atabilmiş değildi. Mutlaka bir rüyada olmalıydı. Hem de hayatındaki en güzel rüya. Adamın, heyecandan terleyen avuçlarına sıkıştırdığı kağıt paralara göz gezdirdikten sonra, 10 liralık banknotu geri vererek:

Bana göre 20 lira yeterli.. dedi. İndirim mevsimini başlattınız ya!..  Adam onu kıramayıp parayı aldı. Ve bu arada yanağına bir öpücük kondurdu. Her nedense içi içine sığmıyordu. Eğer bütün mallarını bir günde satsa, böyle bir mutluluğu bulamazdı. Çocuk, yavaşça yerinden doğruldu. Sanki koltuk değneğine ihtiyaç duymuyordu. Sımsıcak bir tebessümle teşekkür edip:

Babam haklıymış!. dedi. Sakat olduğum için, üzülmeme hiç gerek yok!.? demişti.

Cüneyd Suavi

BAŞARI, ZENGİNLİK VE SEVGİ

Alışverişe gitmek üzere evden çıkan bir kadın, kapısının karşısındaki kaldırımda oturan bembeyaz sakallı üç yaşlıyı görünce önce duraksadı, sonra onları, tüm içtenliğiyle evine davet etti; "Burada böyle oturduğunuza göre, üçünüz de kesinlikle acıkmış olmalısınız", dedi. "Lütfen içeri gelin, size yiyecek bir şeyler hazırlayayım."

Üç yaşlıdan biri, kadına, eşinin evde olup olmadığını sordu. Kadın, eşinin biraz önce çıktığını, şu anda evde olmadığını söyledi. Yaşlı adam, başını iki yana salladı; "Eşiniz evde değilse, biz de davetinizi kabul edemeyiz", dedi.

Akşam eşi geldiğinde, kadın karşı kaldırımdaki yaşlı adamlarla arasında geçen konuşmayı anlattı. "Senin evde olmadığını öğrenince, içeri girmek istemediler" dedi. Yaşlı adamların bu davranışlarını öğrenince, kadının eşi üzüldü. "Bir bakıversene dışarı", dedi. "Hâlâ oradalarsa, şimdi davet edebilirsin eve."

Kadın kapıyı açar açmaz, karşı kaldırımdaki bembeyaz sakallı üç yaşlıyla yeniden karşılaştı. "Eşim geldi, şimdi evde" dedi ve onlara davetini yineledi; "Yemeğimizi birlikte yemek için sizi şimdi davet edebilir miyim evimize?"

Kadının davetine yaşlılardan biri yanıt verdi; "Biz hiçbir eve üçümüz birlikte gitmeyiz", dedi ve kısa bir duraksamadan sonra, bir açıklama yaptı; "Sağ yanımdaki bu arkadaşımın adı, zenginliktir. Bu yanımda oturan arkadaşımın adı başarı, benim adım ise sevgidir.

Kendini ve arkadaşlarını tanıttıktan sonra sevgi, kadına ilginç bir öneride bulundu "Şimdi evinize gidin ve eşinizle başbaşa verip, bir karara varın", dedi. "İçimizden sadece birimizi davet edebilirsiniz evinize. Hangimizi davet etmek istediğinize karar verin, sonra gelin, kararınızı bize bildirin."

Kadın, sevginin önerisini eşine anlattığında, adam sevinçten göklere fırladı. "Aman ne güzel, ne güzel", dedi. "Hangisini davet edeceğimizi bize bıraktıklarına göre, biz de içlerinden zenginliği davet ederiz ve evimiz de bir anda zenginliğe kavuşmuş olur."

Eşinin kararı, kadının hiç de hoşuna gitmedi. "Başarıyı davet etsek, daha mantıklı bir karar vermiş olmaz mıyız, kocacığım?", dedi.

Kayınvalidesiyle, kayınpederinin bu konuşmasına, içerideki odada bulunan gelinleri de kulak misafiri olmuştu. Koşarak içeri girdi ve o da kendi önerisini söyledi; "En doğru karar, sevgiyi davet etmek değil midir?", dedi. "Düşünsenize, evimiz bir anda sevgiye kavuşacak"

Gelinin bu önerisi, kayınpederin de, kayınvalidenin de çok hoşlarına gitti. "Tamam, en doğru karar bu olacak" dediler. Sevgiyi davet edelim..."

Kadın kapıyı açtı ve üç yaşlıya birden sordu; "İçinizde hanginiz sevgiydi? Onu davet etmeye karar verdik. Lütfen buyursun..."

Sevgi ayağa kalktı, eve doğru yürümeye başladı. Arkadaşları da ayağa kalktılar ve sevginin arkasından, onlar da eve doğru yürümeye başladılar. Kadın, büyük bir şaşkınlık ve heyecan içinde, zenginlikle başarıya sordu; "Siz niçin geliyorsunuz? Ben yalnız sevgiyi davet etmiştim."

Kadının bu sorusuna, üç yaşlı birlikte yanıt verdiler; "Eğer içimizden yalnız zenginliği ya da başarıyı davet etmiş olsaydınız, davet edilmeyen ikimiz dışarıda bekleyecektik. Fakat siz sevgiyi davet ettiniz. Bu durumda üçümüz birden gelmek zorundayız evinize."

Ve kadının "niçin?" diye sormasını beklemeden, zenginlik ve başarı sözlerini şöyle sürdürdüler; "Çünkü sevginin olduğu her yerde, biz zenginlik ve başarı da her zaman, onun yanında oluruz.


SON YAPRAK

Petra ve Rose, Londra'nın biraz dışında bir semtte, iki katlı bir evin ikinci katını paylaşan iki arkadaştılar. Rose bir kitapçıda, Petra ise bir kafe de çalışmaktaydılar. Çok az kazanıyor olmalarına rağmen, küçük evlerinde mutluydular ve bir çok konuda mükemmel denecek kadar iyi anlaşan bu iki genç kız, birbirleri için gerçek anlamda dost olduklarını da çok iyi bilmekteydiler.

O yıl, yaz sonuna doğru, Petra aniden rahatsızlandı. Bir kaç gün yatıp dinlenmenin ona iyi geleceğini ve sonra yine işinin başına dönebileceğini düşünüyordu ama öyle olmadı. Aradan haftalar geçmesine rağmen, Petra bir türlü iyileşememişti. Rose kısıtlı imkanlarına rağmen, defalarca doktor çağırmış, muayene ettirmişti Petra'yı ama, doktorlar da kesin bir şey söylememişler ve her defasında Rose'nin eline bir reçete sıkıştırıp "Bir de bunları kullansın" demekle yetinmişlerdi.

Haftalar geçmişti. Petra'nın durumu gün günden daha da kötüye gidiyordu. Rose gündüzleri işe gitmek zorunda olduğundan, kendisi işteyken Petra’ya alt katta oturan yaşlı ev sahibeleri göz kulak olmaktaydı. Rose her akşam iş çıkışı arkadaşının yanına koşuyordu, hep bir umutla...

Derken sonbahar gelmişti. Petra, cam kenarındaki yatağından, solgun ve bitkin hali ile bütün gün bahçedeki erik ağacının yapraklarını seyretmekteydi. Bir akşam güçsüz sesi ile,
-Rose, sonbahar geldi. Erik ağacı yapraklarını savuruyor.
Bir an durakladı yutkundu, gerçekten çok zor konuşabiliyordu.
-Rose, ben o erik ağacında ki son yaprağın düştüğü gün öleceğim!
Rose önce irkildi, sonra hiddetlendi.
-Saçmalama! diye bağırmaya başladı. Fakat Petra o günden sonra hep aynı şeyi tekrarladı durdu. Öyle inanıyordu. Erik ağacının son yaprağı düştüğünde ölecekti.

Zaman çabuk geçmekteydi, kısa bir süre sonra bir Cumartesi sabahı uyandığında erik ağacında sadece üç tane yaprağın asılı kaldığını farketti. Petra yine o son derece bitkin sesiyle ve artık kurtulmak istiyormuşcasına.
-Rose, çok az kaldı. Ben öleceğim. dedi. Rose cam kenarında arakasını Petra’ya dönmüş gözyaşı dökmekteydi, kendini zorlayarak "Saçmalıyorsun" diyebildi zorlukla ve sonra bir şeyi bahane ederek koşardım merdivenleri indi, yaşlı ev sahibelerinin boynuna sarılıp hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Yaşlı kadın da son derece endişeli ve kederliydi ama elinden gelen bir şey yoktu. Ertesi sabah Petra uyandığında, Rose'nin evde olmadığını farketti. Oysaki günlerden pazardı ve Rose sabahın bu erken saatinde asla dışarıya çıkmazdı. Bir süre sonra yaşlı kadın geldi Petra'nın yanına ve ona bir not uzattı.

"Petra, aylardır her hafta sonumu seninle geçirmekten çok sıkıldım. Bugünü kendime ayırdım. Akşama eve geç döneceğim, beni merak etme. Bayan Kenston seni yalnız bırakmayacağına dair bana söz verdi, o yüzden içim rahat. Beni anlayacağını umuyorum, görüşmek üzere tatlım... Rose..."

Petra bu notu okuduktan sonra, Rose'ye ne kadar haksızlık ettiğini farketmişti. Aylardır her hafta sonu ona "Beni yalnız bırakma Rose" diye ısrar ettiği için şimdi hem üzülmüş hem de bu kadar bencil davrandığı için kendisinden utanmıştı.

O günün akşamı Rose eve gelmedi. Gece yarısı saat bir sularında, bayan Kenston yanında iki adamla birlikte Petra'nın odasına girdi ve Petra'nın yatağını odanın bir diğer köşesine çektirdi. Petra hastalığından ötürü geceleri son derece bitkin olduğundan, kendisinde onlara neler olduğunu soracak gücü bile bulamadı. Evet yatağı odanın diğer köşesine çekmiş ve daha sonra da hiçbir şey söylemeden çıkıp gidilmişti.. Petra neler olduğunu anlamaya çalışmış ama bu son derece saçma davranışa bir anlam verememişti. Sonra yine ilaçların etkisiyle derin bir uykuya dalmıştı. Ertesi sabah çok erken bir saatte bayan Kenston, yine yanında o iki adamla birlikte Petra'nın odasına girip, yatağı yine cam kenarındaki eski yerine çektirdi. Petra güçlükle,
-Neler oluyor bayan Kenston? Neden yatağımı oradan oraya taşıyorsunuz? Hem de hiç olmadık zamanlarda...
-Senin haberin yok. Dün gece nasıl bir fırtına vardı biliyor musun?! Pencereler pek sağlam değil, cam kenarında üşütebilirdin. Şimdi fırtına dindi biz de yatağını yine eski yerine çektik.

Ertesi gün, daha sonraki gün ve ondan sonra ki günlerde Rose eve gelmedi. Petra artık iyice endişelenmekteydi.
-Bayan Kenston, Rose'nin başına mutlaka bir şey geldi. Polise haber vermeliyiz. Ona birşey oldu yoksa o beni asla bu kadar uzun süre tek başıma bırakmazdı...
Artık dayanacak gücü kalmamıştı ve başını yaşlı kadının omzuna koyup hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Bu öyle bir ağlamaktı ki yaşlı kadın şaşkın , ne yapacağını ne diyeceğini bilemez bir halde sadece Petra'nın saçlarını okşayıp, "Üzülme" diyebilmişti.
Petra saatlerce ağladı ve hep aynı şeyleri tekrarlayıp durdu.
-Biliyorum, onun başına kötü bir şey geldi... Ona bir şey oldu... bunu hissediyorum...
Yaşlı kadın artık dayanamıyordu. Gözlerinden yaşlar süzülürken bir yandan konuşmaya başladı.
-Petra, güçlü olmak zorundasın. Hayat bazılarına karşı son derece acımasız... Sana nasıl söyleyeceğimi bilmiyorum ama artık saklayamam çünkü sen böyle kahroldukca, ben de seninle birlikte tükendiğimi hissediyorum... Petra güçlü olmak zorundasın yavrum...Güçlü ve metanetli olmak zorundasın... Rose öldü !
-Öldü mü !!!... Nasıl... nasıl öldü?
Yaşlı kadın ağlayarak anlatmaya devam etti.
-Hani şu erik ağacındaki yaprak var ya... O en son yaprak da düştüğünde öleceğine o kadar çok inanıyordun ki, Rose bu duruma bir çare bulmak gerektiğini düşündü ve buldu da. Bir akşam benim dairemde oturup, kırtasiyeden aldığı özel bir karton ve boyalarla bir yaprak yaptı, onu erik ağacına çıkıp bağlayacak ve o erik ağacının hiç düşmeyecek son yaprağı olacaktı. Böylelikle sen de umudunu hiç yitirmeyecektin. Bunun bir mucize olduğunu düşünecek ve hayata yeniden bağlanacaktın. Rose böyle düşünüyordu. Yaprak bittiğinde, o korkunç fırtınanın olduğu gece, sen uyuyana kadar benim dairemde bekledi. Zaten gündüz de gerekli özel malzemeleri almak için alışverişe çıkmış daha sonra akşama kadar yine benim dairemde o yaprağın inandırıcı görünmesi için uğraşmıştı. Sana Not yazıp bıraktığı gün, Rose aslında hiç bir yere gitmemişti, benim dairemde bütün gün kartonlarla, kalemlerle uğraşıp durdu. Sen uyuduktan sonra birlikte bahçeye çıktık bir merdiven yardımı ile erik ağacına tırmandı, yaprağı dallardan birine bağladı ve sanıyorum fırtınanın etkisiyle, dengesini kaybetti ve düştü... Onu hastaneye götürdüğümüzde artık yaşamıyordu. O gece yatağını cam kenarından odanın diğer köşesine çekmemizin nedeni de buydu. Kalabalığı görmemen ve olup biteni anlamaman içindi...

Artık o yok ama şunu bilmeni istiyorum Petra, senin yaşaman için yapılan bu fedakarlığı ancak bir şekilde ödeyebilirsin; Umudunu hiç yitirmemeli, hayata sımsıkı sarılıp yaşamalısın kızım.


FİLOZOF

Eski çağlarda yaşayan bir filozof, daima gerçekleri söylediği için kralı kızdırmıştı. Kral filozofa ölüm cezası verdi ve ölmeden önce filozofun zekasıyla alay etmek için ona şöyle dedi:

- Ölmeden önce son bir cümle söylemene izin vereceğim. Bu söylediğin cümle doğru çıkarsa başın kesilecek; yalan çıkarsa asılacaksın.

Filozof, derhal bir cümle söyledi ve her iki ölümden de kurtuldu:

- Beni asarak öldüreceksiniz.

Şimdi, onu asmaya götürseler, filozof doğruyu söylemiş oluyordu ki o zaman asılması değil, başının kesilmesi lazımdı.

Yok eğer başını kesmeye götürseler, o zaman yalan söylemiş oluyordu ki asılması gerekti.

Böylece, onu ne asabildiler, ne de başını kesebildiler!


ESKİ BİR İBRANİ HİKAYESİ

Bir zamanlar dağda, kızgın güneşin altında, mermer taşlarını yontmaktan bezmiş bir mermer yontucusu varmış.
“Bu hayattan bıktım artık. Yontmak! Devamlı mermer yontmak... öldüm artık! Üstelik bir de bu güneş, hep bu yakıcı güneş! AH! Onun yerinde olmayı ne kadar çok isterdim, orada yükseklerde her şeye hakim olacaktım, ışınlarımla etrafı aydınlatacaktım.”
Diye söylenir dururmuş yontucu.

Bir mucize eseri olarak dileği kabul olunur ve yontucu o an güneş olur. Dileği kabul edildiği için çok mutludur. Fakat tam ışınlarını etrafa yaymaya hazırlandığı sırada ışınlarının bulutlar tarafından engellendiğini fark eder.
“Basit bulutlar benim ışınlarımı kesecek kadar kuvvetli olduklarına göre benim güneş olmam neye yarar!” diye isyan eder.
“Mademki bulutlar güneşten daha kudretli bulut olmayı tercih ederim.”
O zaman hemen bulut olur. Dünyanın üzerinde uçuşmaya başlar, oradan oraya koşuşur, yağmur yağdırır fakat birdenbire rüzgar çıkar ve bulutları dağıtır.
“Ah, rüzgar geldi ve beni dağıttı, demek ki en kuvvetlisi o öyleyse. Ben rüzgar olmak istiyorum.”diye karar verir.
Ve dünyanın üzerinde eser durur, fırtınalar estirir, tayfunlar meydana getirir. Fakat birdenbire önünde kocaman bir duvarın ona mani olduğunu görür. Çok yüksek ve çok sağlam bir duvar. Bu bir dağdır.
“Basit  bir dağ beni durdurmaya yettiğine göre benim rüzgar olmam neye yarar.”
Der.

O zaman dağ olur. Ve o anda bir şeyin O’na durmadan vurduğunu hisseder. Kendinden daha güçlü olan şeyin, O’nu içinden oyan şeyin..... Bu.....küçük bir mermer yontucusudur.

BİR ÇİFT ÇORAP

Kendisini karşılayan sekretere; Nazif Beyle görüşmek istediğini söyledi. Bunun üzerine sekreter birden ciddileşti: "Nazif Bey mi?" dedi. "Evet, Nazif Bey!" diye cevap alınca, hüzünlü bir ses tonuyla "Nazif Bey sizlere ömür efendim, onu kaybedeli dört yıl oldu." dedi. Hiç beklemediği bu haberle bir acı saplandı yüreğine. "Ya, öyle mi?" diyebildi sadece. Hicranlı bir suskunlukla bir müddet öylece kalakaldı. Gözlerine hücum eden yaşlar yanaklarından süzülüp göğsüne damladı. Kendisini toparlayıp ;

"Onun adına görüşebileceğim bir yakını var mı acaba?" diye sordu. "Evet var, oğlu Selim Bey....". Titrek bir sesle "Öyleyse Selim Beyle görüşebilir miyim?" dedi. Görevli hanım, insanda saygı uyandıran bu kibar beyefendiye, "Selim Bey oldukça meşgul bir insan, randevusuz görüşmek pek mümkün olmuyor; ama ben yine de kendisine bir haber vereyim." dedi ve telefona yöneldi.. Sonra "Kim diyelim efendim?" diye sordu. "Kendimi ona ben tanıtmak istiyorum kızım." cevabı üzerine sekreter dahili telefonu çevirdi. Daha sonra mütebessim bir çehreyle, "Selim Bey sizinle görüşmeyi kabul etti, lütfen beni takip edin." dedi. Beraber merdivenden çıktılar. İnce bir zevkle döşenmiş geniş bir salondan geçip büyük bir kapının önünde durdular, sekreter kapıyı açarak, 'Buyurun!' dedi. O da içeri girdi. Kendisini ayakta bekleyen vakur ve mütebessim gence doğru hızlı adımlarla yürüdü, elini uzatarak, "Merhaba, ben Prof. Dr. Mehmet Baydemir." dedi. "Bendeniz de Selim Cebeci Lütfen buyurun, oturun." dedi, genç iş adamı.

Mehmet Bey, kendisine gösterilen yere oturur oturmaz: "Yirmi üç yıl, tam yirmi üç yıl. Vaktiyle bana burs verip okumama vesile olan insanın elini öpmek için bu ânı bekledim." dedi ve dudakları titredi, gözleri doldu. "Ama o büyük insanın elini öpmek nasip değilmiş, bunun için ne kadar üzgünüm anlatamam." Yaşarmış gözlerini kuruladıktan sonra Selim Beye döndü: "Fakat en azından o büyük insanın mahdumunun elini sıkmaktan da bahtiyarım." Misafirin bu sözleri üzerine Selim Bey yerinden fırladı, kulaklarına inanamıyordu. Kelimelerinin her biri birer hayret nidâsı gibi dizildi cümlelerine: "Mehmet Baydemir demiştiniz değil mi, Tosyalı Mehmet Baydemir mi?" Profesör, delikanlının bu heyecanlı haline bir anlam veremeyerek başıyla "Evet" dedi. Bunun üzerine Selim Beyin gözleri sevinçle parladı. "Babamla sizi uzun yıllar aradık; ama bulamadık." dedi.  

Profesörün yanına gelerek iki eliyle elini tuttu, candan bir dost gibi sıktı ve "Sizi karşıma Allah çıkardı." dedi. Bu sözler profesörü çok şaşırtmıştı. "Uzun yıllar beni mi aradınız? Peki ama neden?" dedi. Selim Bey gülen gözlerle profesöre bakarak "Bizdeki emanetinizi vermek için..." deyince, profesörün şaşkınlığı iyiden iyiye arttı. "Emanet mi?" dedi. Selim Bey cevap vermeden yerine geçip telefonu çevirdi. Karşısındakine "Gelebilir misiniz?" deyip telefonu kapattı. Mehmet Bey, şaşkın gözlerle Selim Beye bakarken kapı çalındı, odaya iyi giyimli bir bey girdi.  

Selim Bey ona yanına gelmesini işaret etti, sonra kulağına bir şeyler fısıldadı. Gelen kişi bir şey söylemeden geldiği kapıya yöneldi. O çıkarken Selim Bey, misafiriyle tatlı bir sohbete başladı. Sohbetleri koyulaştıkça, çehrelerindeki şaşkınlık, yerini birbirlerine hasret kırk yıllık ahbapların yeniden buluşmalarındaki sevinç, samimiyet ve güvene bırakmıştı. Mehmet Bey yurt dışındaki tahsilinden, araştırmalarından ve yirmi üç yıl boyunca her yıl büyüyen memleket hasretinden bahsetti. Sonra Nazif Beyin duvardaki portresini göstererek, "Bu günlerimi şu büyük insana borçluyum." dedi. "Bana yalnızca maddî destek vermedi, mânen de beni hiç yalnız bırakmadı. Yurt dışında tahsil görürken yanlışa her yeltendiğimde hayalen yanımda hazır oldu. Sana bunun için burs vermedim.Õ diyerek bana istikamet verdi. Ona her namazımda dua ediyorum." dedi ve gözlerini Nazif Beyin duvardaki fotoğrafına mıhladı. Sonra gözleri portrenin altındaki ilk anda mânâ veremediği diğer tabloya kaydı.

Son derece şık bir çerçevenin içinde, bazı yerleri yamalı ve tamir görmüş oldukça eski bir çift çorap duruyordu. Biraz daha dikkatli baktığında çerçevede bazı cümlelerin de sıralandığını fark etti:

"Bir müddet zeytin yiyeceğiz, sonra..."

Selim Bey, kendisine bir soru sorduğu için başını ona çevirdi; fakat aklı tabloda kalmıştı. Selim Beye cevap verirken tabloya bir daha baktı. İkinci cümle de birinci cümle gibi üç nokta ile bitiyordu:

"Bir müddet sabredeceğiz, sonra..."

İyice meraklanmıştı. Bu ilk görüşmeleri olmasaydı, yanına gidip tabloyu iyice inceleyecekti; fakat bu uygun düşmez, düşüncesiyle yalnızca sohbet arasında göz ucuyla merakını gidermeye çalışıyordu. Ancak her seferinde biraz daha artan bir merakın içinde kalıyordu. Üçüncü cümlede:

"Bir müddet yürüyeceğiz, sonra..." diye yazıyor ve altta böyle birkaç cümle daha sıralanıyordu. Artık aklı hep tablodaydı. Sonunda dayanamayıp, "Selim Bey merakımı mazur görün. Şu tabloya bir mânâ veremedim."

Selim Bey kendisine has bir gülüş ile misafirine baktı, derin bir nefes alarak:

"Malumunuz, babam varlıklı bir insandı. Oldukça iyi bir hayatımız vardı. Sonra ne olduysa her şeyimizi kaybettik. O zenginlikten geriye hiçbir şey kalmadı. Köşkümüzdeki hizmetçiler de gitti. Yemekleri artık annem yapıyordu. Hatırlıyorum da bir sabah, kahvaltıya sadece zeytin koyabilmişti. O zengin kahvaltılarımıza bedel, yalnızca zeytin..
Şaşkınlık içinde,'Başka bir şey yok mu?' diye sormuştum.
Bu soru karşısında annemin hüngür hüngür ağlayışı gözümün önünden hiç gitmiyor. Annemin ağlayışına mukabil babam: 'Bir müddet zeytin yiyeceğiz, sonra..' dedi ve durdu, güçlü bakışlarını üzerimizde
gezdirdi, 'Alışacağız.' dedi. Ve iştahla bir zeytin alıp ağzına attı. Birkaç gün sonra haciz memurları gelip köşkümüzü de elimizden aldılar. Kenar bir mahallede küçük, eski bir eve taşındık. Doğru dürüst bir eşyamız da
kalmamıştı. Annem bezgin bir sesle: 'Bu evde hiçbir şey yok! Burada nasıl yaşayacağız.' diye haykırdı. Bunun üzerine babam: 'Bir müddet sabredeceğiz, sonra alışacağız.' dedi . Gittiğim özel okuldan ayrılmış,
bir devlet okuluna yazılmıştım.

Sabahleyin okula servisle gitmeyi umarken, babam elimden tuttu, 'Bu ilk günün, okula beraber gideceğiz.' dedi. Yürümeye başladık. Okul oldukça uzak gelmişti bana, yorulup geride kaldığımı hatırlıyorum. Babam kim bilir hangi düşüncelere dalmıştı. Geride kaldığımı fark etmemişti. Biraz sonra fark edince bana döndü. İsyan dolu bakışlarımı yüzünde gezdirdim. Bir an bana ızdırapla baktıktan sonra, yanıma geldi. Bir şey söylemesine fırsat vermeden, kızgın aynı zamanda nazlı bir tavırla, 'Yoruldum.' dedim. Babam oldukça sakin bir şekilde: 'Bir müddet yürüyeceğiz, sonra alışacağız.' dedi.  

Babam her sabah erkenden çıkıyor, geç saatlerde ancak dönüyordu. Döndüğünde ise küçük odaya çekiliyor, bazen saatlerce orada kalıyordu. Çoğu zaman buradan gözyaşları içerisinde çıktığını görüyordum. Bir gün, merakıma yenilip babamın küçük odasına girdim. Yerde bir seccade, seccadenin üzerinde de bir tespih vardı. Duvarda ise Arapça bir ibarenin altında şu yazı vardı: 'Allah borcunu ödeme niyetinde olanın kefilidir.' Babamın dediği gibi oldu, zor da olsa zamanla alıştık. Bu hal birkaç yıl sürdü. Bir gün babam eve çok farklı bir yüz ifadesiyle geldi. Ağlamaklı bir yüz ifadesi vardı. Her birimize bir paket getirmişti. Köşkten ayrıldığımız günden beri ilk defa paketlerle eve geliyordu. Bizi bir araya topladı. 'Bugün, benim için ne mânâya geliyor biliyor musunuz?' dedi, kelimeleri boğazına düğümlendi, gözlerine yaşlar hücum etti. Sözlerini kesmek zorunda kaldı. Her birimize hediyelerimizi teker teker verdi ve bizi ayrı ayrı kucaklayıp yanaklarımızdan öptü, kendisi de bir koltuğa o turdu. Cebinden gazeteye sarılı bir şey çıkardı. O sırada da ağlıyordu. Hepimiz şaşkınlık içinde babama bakıyorduk. Gazeteyi açtı, içinden bir çift yeni çorap çıkardı. Bu gözyaşlarıyla, bir çift çorabın alâkasını kurmaya çalışırken babam, beklemediğimiz bir şey yaptı. Çorabı burnuna götürdü, kokladı, kokladı. Arkasından hıçkırarak ağlamaya başladı.

Hepimiz şok olmuştuk, tek kelime bile söylemeden bekledik. Babam nihayet kendisini topladı ve 'Bir zaman önce, büyük bir borcun altına girmiştim. Borcumu ödeme niyetiyle yeniden çalışmaya başladığım zaman kendi kendime 'bütün kazancım, borçlarımı ödeyinceye kadar alacaklılarımın hakkıdır. Onların hakkını vermeden ayağıma bir çorap almak bile bana haram olsun.' demiştim. Bugün ise, Allah'ın yardımıyla, borcumu bitirdim. Artık kimseye tek kuruş borcum kalmadı." dedi. Sonra gözyaşları içinde ayağındaki çorapları çıkarıp yeni çoraplarını giydi. Ben de o eski çorapları hem aziz bir baba yadigârı, hem de bir ibret nişanesi olarak sakladım. Bu çoraplar her gün bana: 'Paralarını ödeyinceye kadar bütün kazancım alacaklılarının hakkıdır.' diyor.

Selim Beyin bakışları bilinmez âlemlere dalarken o, nemlenen gözlerini kuruladı, sonra dönüp duvardaki siyah-beyaz fotoğrafa hayran hayran baktı. "Babanız sandığımdan da büyükmüş Selim Bey. Ben olsaydım öyle müreffeh bir hayattan sonra anlattığınız gibi bir darlıkta, herhalde çıldırırdım." Selim Beye döndü ve "Siz ne yapardınız?" diye sordu. Selim Bey kendisine has tebessümü ile: "Bir müddet zeytin yerdim, sonra..." dedi ve gülümsedi. O sırada kapı çalındı, biraz önceki beyefendi elinde bir kutuyla içeriye girdi. Kutuyu Selim Beyin masasına bırakıp çıktı. Selim Bey yerinden kalkıp kutuyu alarak Mehmet Beye uzattı. 'Buyurun, yıllarca size vermek istediğimiz emanetiniz.' dedi. Mehmet Bey bilinmez duygular içerisinde kutuyu açtı. İçinden kadife bir kese çıktı. Keseyi açıp içini kutuya boşalttığında merakı iyiden iyiye arttı. Keseden birkaç tane cumhuriyet altını ile bir not çıkmıştı. Mehmet Bey hassasiyetle katlanmış kâğıdı açıp okumaya başladı.

Sevgili Mehmet Bey oğlum,

Bazen istediğimizi yaparız, çoğu zaman da mecbur olduğumuzu... Tahsil hayatınız boyunca size burs vermeyi taahhüt etmiştim. Ancak eğitiminizin son altı ayında size burs verme imkânını bulamadım. Bir müddet sonra imkânlarıma yeniden kavuştum; lâkin bu sefer de size ulaşamadım. Dolayısıyla size borçlandım ve borçlu kaldım. Eğer böyle bir borcu gözyaşı ve ızdırapla ödemek mümkün olsaydı, ben bu borcu fazlasıyla ödemiş olurdum. Zira sevgili oğlum, bu altı aylık zaman diliminde bursunu verememenin ızdırabıyla kaç gece ağladım onu Rabb'im bilir. Her neyse, bursunuzu tarihlerindeki değeriyle altına çevirdim. Bu altınlar sizindir. Bunlar elinize ulaştığında, borçlarımın tamamını ödemiş olacağım.

Sevgilerimle, Nazif Cebeci.

Mehmet Bey neye uğradığını şaşırmıştı. Bu büyük insanın yüceliği karşısında bir çocuk gibi yalnızca ağlıyor, ağlıyordu. Selim Bey de bir hayli duygulanmıştı. Onun da yanaklarından yaşlar süzülüyordu. Bir ara yaşlı gözlerle babasının siyah-beyaz portresine baktı. Kendisine yıllarca hüzünle bakan gözleri, bu sefer sevinçle bakıyor gibiydi.


YATMA ZAMANI

GEREKLİ OLANLAR: Oyuncak hayvan Oyuncağı içine alacak büyüklükte karton kutu Eski havlu, eski kumaş parçaları, pamuk Çocuğunuz uy...