6 Şubat 2014 Perşembe

VİETNAM DÖNÜŞÜ

Vietnam'da savaştıktan sonra sonunda evine dönmekte olan bir asker hakkında bir hikaye anlatılır.
San Francisco'dan ailesini aradı.
-Anne baba, eve dönüyorum, ama sizden bir şey rica ediyorum. Yanımda bir arkadaşımı da getirmek istiyorum.
-Memnuniyetle, onunla tanışmak isteriz,diye cevapladılar..
Oğulları,
-Bilmeniz gereken bir şey var diye devam etti.
-Arkadaşım savaşta ağır yaralandı. Bir mayına bastı ve bir koluyla ayağını kaybetti. Gidecek hiçbir yeri yok, ve onun gelip bizimle kalmasını istiyorum.
-Bunu duyduğuma üzüldüm oğlum. Belki onun başka bir yer bulmasına yardımcı olabiliriz.
-Hayır. Anne, baba, onun bizimle yaşamasını istiyorum.
-Oğlum, dedi babası,
-Bizden ne istediğini bilmiyorsun. Onun gibi özürlü biri bize korkunç bir yük olur. Bizim kendi hayatımız var, ve bunun gibi bir şeyin hayatımıza engel olmasına izin veremeyiz. Bence bu arkadaşını unutup eve dönmelisin. O kendi başının çaresine bakacaktır. Oğlu o anda telefonu kapattı. Ailesi ondan bir süre haber alamadı. Ama birkaç gün sonra, San Francisco polisinden bir telefon geldi. Oğullarının yüksek bir binadan düşüp öldüğünü öğrendiler. Polis bunun intihar olduğuna inanıyordu. Üzüntü dolu anne-baba hemen San Francisco'ya uçtular ve oğullarının cesedini tespit etmek için şehir morguna götürüldüler. Onu tanıdılar ve bilmedikleri bir şey daha öğrenince dehşete düştüler. Oğullarının sadece bir kolu ve bir bacağı vardı.

MAVİ KURDELE

New York'ta yaşayan bir öğretmen, lise son sınıftaki öğrencilerini, "diğer insanlardan farklı özelliklerini" vurgulayarak onurlandırmaya karar vermişti. California Del Mar'dan Helice Bridges tarafından geliştirilmiş süreci kullanarak, her bir öğrencisini teker teker tahtaya kaldırdı. İlk önce öğrencilere sınıf ve kendisi için ne kadar özel olduklarını belirtti. Sonra her birine üzerinde altın harflerle "Siz çok önemlisiniz" yazılı birer mavi kurdele verdi. Daha sonra kabul görmenin toplum üzerinde ne gibi etkileri olacağını anlayabilmek amacıyla sınıfına bir proje yaptırmaya karar verdi. Her bir öğrencisine üçer tane daha kurdele verip, onlardan bu töreni gerçek dünyada devam ettirmelerini istedi. Öğrenciler, daha sonra sonuçları takip edecek, kimin kimi onurlandırdığını tespit edecek ve bir hafta boyunca sınıfa bilgi vereceklerdi. Çocuklardan biri, gelecekteki kariyer çalışmaları için kendisine yardımcı olan yakınlarındaki bir şirketin üst düzey görevlisini onurlandırmış, adamın yakasına mavi kurdeleyi iliştirmişti. Ardından, iki tane daha kurdele verdi ve: "Sınıfça bu konuda bir projemiz var. Sizden onurlandırmanız için birini bulmanızı istiyoruz. Onurlandırdığınız insanlara ekstra kurdele de verin. Böylece onlar da bu projenin devam etmesi için başkalarını bulabilirler. Daha sonra, lütfen bana ne olduğu konusunda bilgi verin" diye rica etti. O gün üst yönetici, suratsız biri olarak bilinen patronunun yanına gitmeye karar verdi. Patronun odasına girdi ve onun "iş dünyasında bir deha olduğundan ötürü" onu takdir edip örnek aldığını söyledi. Bu mavi kurdeleyi yakasına takması için izin verip vermeyeceğini sordu. Şaşkına dönen patron; "Tabii ki" şeklinde cevap verdi. Yönetici de mavi kurdeleyi, patronun tam kalbinin üstüne, ceketine iliştirdi. Ekstra kurdeleyi verirken de; "Bana bir iyilik yapar mısınız?... Siz de bu kurdeleyi onurlandırmak istediğiniz birine verir misiniz?... Bunu bana veren çocuk, okulda bir proje yaptıklarını söyledi. Bu kabul görme töreninin devam etmesi gerekiyormuş. Böylece "bunun, insanları nasıl etkilediğini belirleyeceklermiş..." dedi... O gece patron evine geldiğinde, on dört yaşındaki oğlunun yanına oturdu. "Bugün inanılmaz bir şey oldu" dedi. "Ofisteydim. Üst düzey yöneticilerimden biri içeri geldi, bana hayran olduğunu söyleyip, "İş dünyasında bu kadar başarılı olduğum için göğsüme bu kurdeleyi iliştirdi... Bir hayal etmeğe çalış... Benim bir dahi olduğumu düşünüyor.. "Siz çok önemlisiniz" yazılı bu kurdeleyi tam göğsümün üstüne taktı. Bana ekstra bir kurdele verdi ve onurlandıracak başka birini bulmamı istedi. Arabayla eve gelirken, bu mavi kurdeleyle kimi onurlandırabileceğimi düşündüm ve aklıma sen geldin... Ben "seni" onurlandırmak istiyorum.Günlerim aşırı yorucu geçiyor. Eve gelince sana pek ilgi gösteremiyorum. Bazen derslerden aldığın notları beğenmeyince veya odanı toparlamayınca sana bağırıp çağırıyorum... Oysa bu gece bir şekilde buraya oturup, sana benim için ne kadar farklı ve özel olduğunu söylemek istedim. Annen gibi sen de benim hayatımdaki en önemli insansın. Sen mükemmel bir çocuksun. Seni seviyorum" diye devam etti... Şaşkına dönen çocuk şimdi ağlamaya başlamıştı... Bütün vücudu titriyordu... Başını kaldırdı, gözleri yaş içinde olarak babasına baktı ve: "Yarın intihar edecektim" baba, dedi... "Baba, ben senin...çünkü ben senin... beni hiç sevmediğini... beni hiç önemsemediğini düşünüyordum... Ama artık her şey çok farklı. Sen baba, şu an... Oğlunun hayatını kurtardın!..." Sizin de sevginizi duymak, hissetmek isteyen insanların var olduğunu sakın unutmayın... Hepinize yetecek kadar kurdele var.

SİZ HANGİSİSİNİZ?

Bir baba ile kızı dertleşiyorlarmış. Kızı hayatında çok sıkıntı yaşadığını ve bunlarla nasıl baş edeceğini bilemediğini söylemiş babasına. Hatta sorunlar ardı arkasına devam ediyormuş hayatında. Babası kızını dinlemiş, dinlemiş ve "gel, sana bir şey göstereceğim!" diye kızını mutfağa götürmüş. Baba ünlü bir aşçı imiş. Ocağa 3 tane eşit büyüklükte kap koymuş, 3'üne de eşit su koymuş ve 3'ünün de altını aynı miktarda yakmış. Ve 1. kaba bir havuç, diğerine bir adet yumurta, diğerine ise de bir avuç çekilmemiş kahve çekirdeği koymuş. Ve her üçünü de tam 20 dakika pişirmiş. Daha sonra ateşi kesmiş. Masaya 2 tane tabak ve bir tane boş bardak koymuş. İlk önce haşlanmış havucu alıp bir tabağa koymuş. Daha sonra artık epey pişmiş olan yumurtayı alıp bir tabağa koymuş. En sonunda da artık suya iyice ısınmış ve tam kıvamında kahve görüntüsü olan kahveyi de alıp bir bardağa boşaltmış. Kızına su soruyu sormuş: "Kızım ne görüyorsun? " Kızı demiş ki: "havuç, yumurta ve kahve." Kızını elinden tutup masaya yaklaştırıp daha yakından bakmasını ve hissetmesini istemiş. Kızı demiş ki: "Ne görüyorum.. haşlanmış yumuşak bir havuç (Bunu yaparken çatalı havuca batırmış ve yumuşaklığını hissetmiş), artık pişmekten içi katılaşmış bir yumurta( yumurtayı eline almış, hatta bir tarafından masaya vurup, çatlatmış ve içini görmüş) ve bir bardak kahve. (Biraz içmiş) "Hatta tadı oldukça iyi". "Baba, bunu niçin bana gösteriyorsun?" diye sormuş. "Bak demiş, hepsi aynı şekil kapta , aynı sıcaklıkta , aynı dakika pişti. Fakat hepsi bu etkiye farklı tepki verdiler. Havuç ilk başta sertti, güçlü idi. Ama kaynatılınca yumuşadı hatta güçsüzleşti. Yumurta çok kırılgandı, hafifçe dokunsan çatlayabilirdi, ama kaynatılınca içi sertleşti, hatta katılaştı. Bir avuç çekilmemiş kahve ise yine sertti, hepsi birbirine benziyordu, ama ısıtılınca ne oldu, bu kahve çekirdekleri, ısındılar, gevşediler, ve içinde oldukları suya yayıldılar. Koku yaydılar, tat yaydılar ve suyu eşsiz tatta bir kahveye çevirdiler." "Kızım sen hangisisin? diye sormuş adam. Zorluklarla karşılaştığın zaman nasıl tepki gösteriyorsun? Sen havuç musun, yumurta mısın, yoksa kahve misin? Siz hangisisiniz arkadaşlar? Havuç gibi sert bir kişi misiniz, ama sorunlar yaşayınca , yumuşuyor ve güçsüzleşiyor musunuz? Yumurta gibi, içi yumuşak, her an kırılabilir bir kişi misiniz? Sorunlar karşısında (Ölüm, ayrılık, krizler, vs. vs, ) , güçleniyor VE sertleşiyor musunuz? Yoksa bir kahve çekirdeği gibi misiniz? Kahve sıcak suyu değiştirir, hatta suyun sıcaklığı en üst dereceye çıktığında, en lezzetli kahve ortamı hazır olur. Lezzet maksimuma ulaşır. Eğer sen bu kahve çekirdeği gibi isen, çevrende ne kadar sorun olursa olsun, bunları olumluya çevirebilirsin. Çevrene güzel tatlar, duygular katarsın. Kendini ve çevreni daha iyi yapmak için çalışırsın. Siz hangisisiniz?

4 Şubat 2014 Salı

ÇANTA

Genç yönetmen yeni filmi için yüzü düzgün, kamera karşısında rahat, düş gücü gelişkin bir kadın oyuncu arıyordu. Gazeteye ilan vererek adayları davet etmişti. Gün boyu peş peşe girdiği mülakatlardan yorgundu. O, kendine yeni bir kahve koyarken, sıradaki oyuncu adayını içeri aldılar.

Alımlı genç kız, yüzünde meraklı bir tebessümle deneme kamerasının karşısına oturdu ve yönetmenle sohbete başladı. Adı Emile Muller'di. Kısa hasbıhalden sonra yönetmen değişik bir şey denemiş olmak için "Çantanızı açıp bana içindekileri birer birer anlatır mısınız?" dedi. Genç kız arkadaki çantaya uzandı. Fermuarını açtı. Önce eline gelen iri kırmızı elmayı çıkarıp anlattı: "Bu elmayı sabah tezgah başında meyvelerini parlatırken gördüğüm manav hediye etti. Çok iştahlı bakmış olmalıyım." Sonra bir kitap çıkardı. Henüz kitabın ilk sayfalarında olduğunu ve okuduğu satırlardan çok etkilendiğini anlattı. Romanın baş kahramanının dalaverelerinden söz etti. Ardından bir gazete çıkardı: İş aranıyor ilanını orada okumuştu. Listede, başvuracağı başka işler de vardı. Sonra makyaj çantası, ajandası ve not defteri... Yönetmen, bu sonuncudan rasgele bir sayfa çevirip okumasını isteyince defteri açıp mahcup bir edayla okudu genç kız... Özel duygulardı okudukları... Derken çantanın gizli bölmesine attı elini... Oradan iki fotoğraf çıkardı. Biri uyuyan genç bir adam fotoğrafıydı: "Sevgilim" diye açıkladı: "Fotoğraf çektirmeyi hiç sevmez de... Ancak uykudayken çekebiliyorum fotoğrafını..." İkinci fotoğrafın annesinin evlenmeden önceki hali olduğunu söyledi. O halini şimdikinden daha çok seviyordu.Genç kızın, çantadan çıkarıp büyük doğallıkla anlattığı her bir nesne, bir yapbozun parçaları gibi onun hayatından kesitler sunuyordu. Bu oyun, 15 dakika kadar sürdü. Sonunda yönetmen Emile'e teşekkür etti. Çıkarken kapıdaki görevliye telefonunu bırakmasını söyledi. "Arkadaşlar gelecek hafta sizi arar" dedi. Emile çıkarken, yönetmenin asistanı girdi içeri... Dışarıda bekleyen daha pek çok aday vardı. Yönetmen gerindi. Kısa bir mola vermek istediğini söyledi. Hala aradığını bulamamıştı. Yeni bir kahve doldururken karşısındaki sandalyeye asılı çantaya ilişti gözü... Biraz önce içindekilerin birer birer anlatıldığı çantaydı bu... Telaşla asistanını uyardı: "Giden kız çantasını unutmuş, hemen koşup yetiştirsene..." Asistan kız sandalyeye baktı ve "Yoo... O benim çantam" dedi. Yönetmen, koltuğundan ok gibi fırlayıp kapıya seğirtti. Aradığı oyuncuyu bulmuştu. 

20 dakikalık bu siyah - beyaz Fransız filmini geçen hafta, 10. Avrupa Filmleri Festivali'nde izledim. Kısa filmin adı, filmdeki kızın adıydı: "Emile Muller" Yönetmeni:Yvon Marciano... Konusu:"Hiçbir güç, düş gücü kadar güçlü değildir."

CAN DÜNDAR

MUTLU BİR DOWN - SENDROMLU ANNESİ

Adım Melike. 33 yaşındayım. Sürprizler, sırlar ve maceralarla dolu bir annelik serüvenim var. Sizlerle bütün bunları paylaşmak istiyorum. Çünkü yaşadığım olaylar sırasında akıttığım her damla gözyaşı, hissettiğim her acı aslında bir sevgiyi besledi. Ve bu sevginin anılarının benimle birlikte mezara gitmesine gönlüm razı değil. Sizinle bu sevginin öğretilerini paylaşmak istiyorum. Ben mutlu bir down sendromlu annesiyim. Hem de seçilmiş ve de gönüllü bir anne. Annenin seçilmişi-seçilmemişi, gönüllüsü-gönülsüzü olur mu demeyin. Bazen hiçbir şey sizin planladığınız gibi seyretmez. Her an üzerinizde gezinen o güç hayatınızı bile bile ters yüz eder ve size acıların da mutlulukların da her zaman yerli yerinde durmadığını öğretir. Bazen sevgiler acıya, acılar sevgiye dönüşüverir gözlerinizin önünde. Ama bunu ruhunuz bile duymaz. Fark ettirmez o an size bunu. Siz sadece yaşadıklarınızla olgunlaşmayı öğrenirsiniz. Bundan tam 15 yıl önceydi.

Mahallede birlikte büyüdüğümüz komşumuzun oğluyla dillere destan bir aşk evliliği yaptık. Adı Kartal’dı. Kartal ile O, Hukuk fakültesi son sınıfta okurken evlendik. Neden beklemedik okulu bitirip mesleğe atılmasını bilmiyorum. Dedim ya aşk evliliği idi. Ailelerden de itiraz eden olmadı. Hukuk fakültesine devam zorunluluğu olmadığından Kartal gündüzleri cüz’i bir maaşla bir avukatlık bürosunda çalışıyor, geceleri dersleriyle ilgileniyordu. Buna rağmen başarılı bir öğrenci idi. Benim de terziliğim vardı biraz. Dışarıya dikiş dikerek evin ihtiyaçları için gerekli olan harcamalara yardım ediyordum. Mutluyduk. Çok mutlu.

Bir yıl sonra Kartal’ın okulu bitti. Hakimlik sınavlarına çalışıyordu bu kez. Büyük bir azimle gecesi gündüzü çalışmakla geçiyordu. Derken sınav günü geldi çattı. Sınavın sonucunu beklerken ikimiz de son derece heyecanlıydık. Bir ay sonra sonuçlar belli olduğu gün O bana hakimlik sınavını kazandığını müjdeledi, ben de ona bir bebek beklediğimi. Her şey öyle güzel, öyle yolunda gidiyordu ki, bazen korkutuyordu beni üst üste yaşanan bu sevinçler. Kartal’ın tayini Doğu illerinden birinin bir ilçesine çıkmıştı. Kızım Sevda orada dünyaya geldi. Adını babası koydu. Sevda iki yaşına geldiğinde bir gece Kartal, alıştığımızın dışında geç bir saatte geldi eve. Huzursuzdu. Her halinden anlaşılıyordu bu. Önce konuşmak istemedi. Sonra ısrarlarıma dayanamayıp anlattı. Bir aşiretin mal-mülk davası ile ilgili vereceği karara müdahaleler oluyormuş. Rüşvet teklif etmişler. Ama O, bunu kabul edecek adam değildi. “Ne olursa olsun kararım adaletten yana olacak” demişti ertesi gün evden çıkarken. Aynı gün bu davanın taraflarından biri konuşmak için bir yerde buluşmalarını teklif etmiş. Bunu daha sonra iş arkadaşlarının birinden öğrendik. Konuşmak için gittiği o yerde vurdular Kartal’ı.


Çok zor alıştık yokluğuna. Duyduğu her araba sesine “baba” diyerek koşuyordu Sevda akşamları. O öldükten kısa bir süre sonra soruşturma başladı. Dosya hala kapanmış değil. İhtimal dahilindeki karar, faili meçhul cinayet imiş.


O gittikten 15 gün sonra ikinci bebeğime hamile olduğumu öğrendim. Söze başlarken bahsettiğim olaylı annelik serüvenim bu bebeğimle birlikte başladı.


Bebeğim doğana kadar yani dokuz ay boyunca psikolojik tedavi gördüm. Daha sonra ağır depresyonlar geçirdim. Hatta ilk aylarda yirmi gün kadar hastanede yattım. Hamile olduğum için ilaç da kullanamıyordum. Tedavi sadece terapi ile sınırlı kalıyordu. Benim için hayat bitmiş, saatler durmuştu sanki. Beni hayata bağlayan tek şey kızım Sevda idi. Ben hastanedeyken O’na babaannesi baktı. Hastaneden çıktıktan sonra evimizi memleketimiz olan şehrimize taşıdık. Ev kendimizindi. Maaşımızın bağlanması da uzun sürmemişti. Maddi olarak hiçbir sıkıntımız yoktu. Fakat doğum yaklaşmasına rağmen ruhsal olarak kendimi hiç iyi hissetmiyordum. Doktorlar doğumdan sonra ilaç kullanabileceğimi, kısa sürede iyileşebileceğimi söylüyorlardı. O aylarda bu söylenenlerin benim için hiçbir değeri yoktu. Evimizde kızımla birlikte yaşamaya, normal hayatımızı devam ettirmeye çalışıyorduk. Sevda’nın yaşadığım sıkıntılardan en az etkilenmesi için elimden geleni yapıyordum. Başarılı da oldum galiba. O, babasının uzun bir yolculuğa çıktığını, uzun bir süre babasını göremeyeceğini biliyordu sadece.


Bu arada kızımın üç yaşına girdiği günün bir ikindi vakti doğum saati gelip çatmıştı. Kızımla bu bebeğimin doğum günleri aynı olacaktı. 15 Aralık. Hemen anneme haber verdim. Annem yarım saat sonra evde idi. Tüm hazırlıklarımızı yapıp, kızımı da babaannesine bıraktıktan sonra hastaneye doğru yola koyulduk. Yolda bebeğin cinsiyetini bu güne kadar neden merak edip öğrenmediğimi düşündüm. Bunun benim için ne önemi ne de heyecanı vardı. Hemen hastanenin ikinci katına çıktık.


Her doğumun bir anısı vardır. Benim ise hatırladığım tek şey kalp sancılarımdır. Paravanın arka tarafında benimle o anda ve daha sonra aynı acıyı paylaşacağını henüz bilmediğim o bayan vardı. Bir saat sonra ikimiz de aynı odaya alınmıştık. Benim bir kızım daha olmuştu. O’nun ise bir oğlu. Sabaha kadar uyuyamamıştım. Ne düşünmüştüm, ne acılar çekmiştim hiçbirini hatırlamıyorum. Hatırladığım tek şey o bayanın oğlu olduğuna sevindiğimdir. Annelerini ziyarete gelen boy boy dört kız çocuğunun güzelliğini ise hiç unutamadım.


Öğleden sonra yeni doğmuş tüm bebekler genel sağlık kontrolünden geçmek için “yeni doğan ünitesi”ne götürüldüler. Yanımda annem kalıyordu. Yaklaşık bir saat sonra bebeğimi geri getirdiler. Pratisyen doktorlardan biri annemi koridora çağırdı. Biraz sonra annem saklamaya çalışıp başaramadığı gözyaşlarıyla odaya girdi. Kalbim yerinden çıkacaktı sanki. “ Ne oldu?” dedim. “Bebek” dedi, “Down sendromluymuş.” Annem Sağlık Meslek Lisesi mezunudur. Bekarken bir süre ebelik yapmış. Olayı teferruatıyla biliyor. Fakat ben o güne kadar adını sadece bir yerlerde okumuş veya duymuş olduğum bu hastalıkla şimdi yüz yüzeydim. Bebeğimi kucağıma aldım ve sımsıkı sarıldım. Kendimden hiç beklemediğim bir sabır ve soğukkanlılık sarmıştı tüm bedenimi. Sınandığımı düşündüm. Lakin her şeye rağmen kabullenmek çok güçtü. Bebeğimdeki bu rahatsızlığın sebebini kendimce hamileliğimde çektiğim sıkıntılarıma bağlarken, doktorlar buna katılmıyor, dünyada doğan her yüz çocuktan birinin down-sendromlu olarak dünyaya geldiğini söylüyorlardı. Gerekli ilgi ve alaka gösterilirse ileride kendi işlerini kendisi yapan bir birey olabileceğini öğütlüyorlardı. Bebeğimi, daha doğrusu rahatsızlığını kayıtlara geçirmek için bir takım formlar doldurmak için bir doktor geldi odaya. Sorular sordu. Cevapladım. İşi bittikten sonra 15 günden sonra bebeğimin günlük olarak alacağı ilaçları olduğunu, dört aydan sonra da bir Rehabilitasyon Merkezi desteğiyle devam etmemiz gereken egzersiz programlarının yararlarını anlattı. Tüm söylenen ve ögütlenenleri pür dikkat dinlemiştim. Akşama doğru hastaneden çıktık.


Adını Güneş koymuştum. Kızım gerçekten bir güneş kadar parlak benizli ve güzeldi. Sarışındı. Babasına benzediğini söylüyorlardı. Bense babasıyla kızımın arasında bir benzerlik ilgisi kuramıyor, O’nun kendine özgü başka bir güzelliği olduğunu düşünüyordum. Onunla birlikte hayatımızda yeni bir sayfa açılmıştı. Sevda ise kardeşini çok seviyor, O’nun rahatsız olduğunu biliyor ve bir anne şefkati gösteriyordu kardeşine adeta.
Güneş’in, rahatsızlığı dolayısıyla boynu adeta gövdesine yapışık, gözleri küçük ve çekik, refleksleri zayıftı. O’nun dünyaya gelmesiyle ben bütün acılarımı unutmuş, bütün sıkıntılarım sanki O’nunla birlikte bertaraf olmuş, son derece sağlıklı bir insan oluvermiştim. Ve bu birdenbire olmuştu. Çünkü bebeğimin bakımı için bana güç gerekiyordu ve bu güç bana VERİLMİŞTİ.


Günler, haftalar, aylar hızla geçiyordu. Güneş dört aylık olmuştu bile. 15 günlükten itibaren ilaçlarını düzenli olarak veriyordum. Ve iki haftadır bir Rehabilitasyon Merkezinde fiziksel egzersizlere başlamıştık. Bütün sağlık personelinin maskotu olmuştu Güneş. “Adıyla bu kadar uyumlu çocuk görmedim” diyordu doktoru. Gürbüz, yeşil gözlü, sarı saçlı harika bir bebekti. Ve tedaviye son derece hızlı cevap veriyordu. Doktor diğer çocukların annelerine her fırsatta beni örnek olarak gösteriyor, çocuğun bu kadar hızlı ilerleme göstermesini evde gördüğü sevgi ve alakaya bağlıyordu. Ben de katılıyordum doktora. Gerçekten evde olağanüstü bir gayret ile Güneş’in hayata dair her şeyi öğrenmesi için gerekli ortamları hazırlıyordum. Evde var olan her şey O’nun mutluluğunu sağlamalıydı. O, başkalarının gözünde özürlü bir bebek, benim gözümde ise sırlarla dolu, bana özel olarak seçilerek verilmiş, çok özel bir bebekti. Belki inanmak zor ama bebeğim doğduğundan beri bir an bile “Keşke normal olsaydı” düşüncesine hiç kapılmadım. Ben O’nunla bilmediğim pek çok şeyi öğreniyor, hayata dair bir sürü tecrübe ediniyordum. Her şeyden önemlisi ben O’nu bu haliyle çok seviyordum. Ve bunu O’na hissettirmekti tek amacım.Çünkü biliyordum ki, bunu hissettiği ve bundan emin olduğu gün normale dönecekti.


Güneş 1,5 yaşında, Sevda ise beş yaşında idi artık. Bebeğime daha fazla zaman ayırabilmek için Sevda’yı bir kreşe yazdırmıştım. O’da hayatından pekala memnun görünüyordu.


Bir gün çok eskiden televizyonda izlediğim bir filmdeki özürlü bir çocuk için annesinin uyguladığı yöntem geldi aklıma. Hemen uygulamaya koyuldum. Güneş’in sabah uyandığından gece uykusuna kadar geçen her anını fotoğrafladım. Korktuğu, sevdiği, sevindiği şeyleri böylece tespit edebiliyordum. Hiç düşünmeden O’nu korkutan, sevmediği, beğenmediği her şeyi yok ettim evden. Evinde kendini mutlu ve güvende hissetmesi gerekiyordu.


Yaşadığımız şehirdeki bütün down-sendromlu çocukların aileleri ile irtibata geçtim. Güneş Rehabilitasyon Merkezinde iken bir bir ziyaret ettim onları. Gördüğümde beni en çok etkileyen çocuk Dr. Ali Karacan’ın on yaşındaki oğlu Fatih oldu. Fatih, normal çocukların devam ettiği bir okula devam ediyordu. Ve ilk yıl okuma yazmayı ilk öğrenen çocuk olduğunu öğrendiğim an tutamamıştım sevinç göz yaşlarımı. Benim kızım da böyle olmalıydı. Okumalı-yazmalı, spor yapmalı, kimseye bağımlı olmadan yaşayabilmeli, hatta mümkünse bir zamanlar özürlü olduğunu hiç bilmemeliydi. Sevgi büyüsünün dokunduğu mükemmel bir insan olmalıydı. Bütün bunlar benim için umut değil, bir amaçtı artık. Bunun için yaşıyordum artık. Günden güne gücüme güç katılıyordu sanki.


Bir gün akşam saatlerine yakın bir zamanda Güneş’i Rehabilitasyon Merkezinden alıp eve geldiğimde kapının önündeki merdiven basamaklarında oturan genç, gayet bakımlı fakat tedirgin gözlerle bana bakan bir bayan vardı. Beni görünce ayağa kalktı. “Melike Hanım sizsiniz değil mi?” dedi. “”Evet” dedim. “Sizinle görüşmemiz gereken önemli bir konu var. İçeri gelebilir miyim?” dedi. Çok heyecanlıydı. Ben kapıyı açarken dudaklarını ısırıyordu. Hemen Güneş’i kanepeye oturttum. Henüz yürüyemiyordu. Doktorlar böyle giderse iki yaşına gelmeden yürüyebileceğini müjdelemişlerdi bana. Kim olduğunu, neden geldiğini sormadan içeri kabul ettim bu yabancı bayanı. “Çok güzel bir bebek” dedi Güneş’e bakarak. Adını sordu. “Güneş” dedim. Gözlerim dolu dolu oldu. “Çok seviyorsunuz, halinizden belli” dedi. “Güneş down-sendromlu.. Bugün 2 yaşına gelmeden yürüyebileceğini, ardından daha çabuk gelişmeler bile gösterebileceğini öğrendim. Çok mutluyum” dedim. Yabancı bayanın bunu duyunca yüzü sarardı. Daha fazla konuşmadan kendisini dikkatlice dinlememi, sonra da vereceğim her cezaya razı olduğunu söyledi. Meraklanmıştım. Ne olabilirdi ki benimle bu yabancı kadın arasında. Hafızamı zorladım. Ama hayır. O’nu ilk kez görüyordum. “Hastayım” diyerek başladı söze. “Dört ay önce hayli ilerlemişken bir deri hastalığına yakalandığımı öğrendim” dedi. Gözlerim yerinden fırlamış, pür dikkat dinliyordum bu yabancı bayanın bana dokunacak hayat hikayesini. “Bu hastalıkta en çok bir yıl ömür biçiyor doktorlar. Yani anlayacağınız az bir ömrüm kaldı. Ve en çok sizin bilmeniz gereken bu gerçeği benim biliyor olmam artık ağır bir yük olmaya başladı” dedi. Ve kalbimi yüzlerce parçaya bölen o sözü söyledi. “Güneş sizin kızınız değil. Hastanede doğum yaptığınız gün, anlaşmalı olarak değiştirildi bebekler. Çünkü sizinle aynı gün bebeği olan bayanın dört tane kızı vardı. Şayet bu da kız olursa kocası kadını evden atacağını söylemiş. Siz doğumdan sonra bir süre kendinizde değildiniz. Anneniz de tüm ısrarlarına rağmen içeri alınmadı. O sırada büyük paraların konuşulduğu bir değiş-tokuş sözleşmesine istemeden şahit oldum. Oysa sizin çok sağlıklı bir oğlunuz olmuştu, diğer bayanın ise bir kızı daha.


Konuşulanları anlamış gibi ağlamaya başlamıştı birdenbire Güneş. Hemen kucağıma aldım. Yere oturttum. Sevdiği oyuncaklarını koydum önüne. Tekrar oyuna dalarak sustu. Ne tuhaftır bu duyduklarım bende şok etkisi yapmamıştı. Sadece bacaklarımın bağı çözülmüştü birdenbire. “Siz de bu işin içinde miydiniz?” dedim. Olmadığına dair yemin etti. Sadece istemeden şahit olduğunu yineledi. Aslında hastanede doğum yapan herkesin adresinin alınmadığını, benim adresimi hasta bir bebek dünyaya getirdiğimden dolayı o gün doldurulan o formlardan bulduğunu, bunun için de şanslı olduğunu söyledi. Kapıdan çıkarken diğer ailenin sadece telefon numarasını büyük çabalar sonunda bulabildiğini, adresi bilmediğini söyledi. Telefon numarasının yazılı olduğu kağıdı sehpanın üzerine bıraktı. Kapıyı çekip çıkarken ağladığını hissettim.
Uzun bir süre ne yapacağımı bilemeden sadece uzun uzun öff.... ler çekerek dolaştım evde. Yabancı bayanın bıraktığı telefon numarası yazılı kağıdı elime alıp yazılan numarayı çevirdim. Daha çok cevap veren sesle değil, içeriden duyacağım başka seslerle ilgileniyordum. Duydum da. Oldukça yüksek sesle bağıran, çağıran bir çocuk sesi. Telefonu hiç konuşmadan kapattım. “Allah’ım sesini duyduğum çocuk benim oğlum mu?” diye fısıldadım kendime. Sonra kendime geldim. “Yalandır” dedim. “Olmaz” dedim. “Güneş’i babasına benzetiyorlar” dedim. Günlerce çıkmadı aklımdan. Düşündüm günlerce her an. Görmeye gidebilirim en azından. Sorabilirim. Eğer gerçekten benim oğlumsa alabilirim yanıma. Mahkemeye veririm bu aileyi ve tabii ki hastaneyi. Bu işledikleri suçun cezasını en ağır şekilde ödetirim onlara. Emin olayım yeter ki. O da kolay. DNA testi yaptırabilirim. Eğer gerçekten benim oğlumsa, eğer benim oğlumsa, oğlum!.... Ne kadar da bilmediğim bir kelime. Ne kadar da uzak, ne kadar da soğuk olması gerekirken ellerini, gözlerini ,saçlarını bilmeden, görmeden, tanımadan içimi damla damla ısıtan bir kelime. Benimse, yanımda olmalı. Bu olaydan birkaç gün kimseye bahsetmedim. Kendi kendimle savaşıp durdum. Tabii ki bu arada Güneşimin hiçbir şeyini aksatmadan yerine getiriyordum. O benim her şeyimdi. O, benim kızımdı. Asla başkasının olamazdı. Bana bakışlarından belliydi bu. Bana sarılışından, her şeyinden, her halinden belliydi. O’nu kimseyle paylaşamazdım. Bu haberi alışımdan sonra bir hafta geçti. Tek başıma kaldıramayacaktım artık bu yükü. Biriyle paylaşmalı, ne yapacağıma karar vermeliydim. Lise yıllarından tanıştığım yakın bir arkadaşım vardı. Berna. O’nu aradım bir gün. Geldi. Konuştuk. Her şeyi anlattım. Çaresizliğimi, çelişkilerimi, her şeyi anlattım O’na. “Eğer o çocuk, senin çocuğunsa almalısın O’nu yanına.” dedi. “Üstelik sağlıklı imiş bak. Güneş ise hasta. Ve iyileşip, iyileşemeyeceği belli değil. Her ikisi de henüz küçük. Unuturlar ileride yaşadıklarını. Vakit henüz geçmiş değil. O aileye daha fazla bağlanmadan al oğlunu yanına” dedi. “Bak hayatın o zaman ne kadar değişecek. Oğlun hayatına başka anlamlar kazandıracak. Hayatın hastaneyle ev arasına sıkışıp kalmayacak” dedi. “Sakın delilik etme. Aklın yolu bir. Bu çocuk senin değil, o çocuk da onların değil. Tabii önce ispat ettirmek lazım güvenilir bir hastanede. Tazminat bile alırsın” dedi. Bu konuşmadan sonra bir daha aramadım Berna’yı.


Ertesi gün doktor, Güneş’in diğer çocuklara nazaran çok fazla anlamlı heceler çıkartabildiğini ve o gün adım atmaya başladığını söyledi. Bu gelişmelerin aslında bu aylarda beklenmedik gelişmeler olduğunu söyledi. Dünya benim olmuştu. O gün ayrı bir mutlu hissediyordum kendimi. Fakat diğer yandan oğlumu merak etmekten alamıyordum bir türlü kendimi. Birkaç gün sonra merakıma yenildim. Ve bir taksiye atlayıp, daha önce telefon numarasından yola çıkarak postane aracılığıyla tespit ettiğim adresi şoföre vererek, yazılı adrese gitmeye ve oğlumu görmeye karar vermiştim. Aile ile her şeyi konuşacak ve alacaktım oğlumu. Hiçbir şey bu kararımdan döndüremezdi beni. Yarım saat sonra kapıdaydım. Kapıyı o gün hastanede aynı odada kaldığımız bayan açtı. Görür görmez tanıdım O’nu. Onun da beni tanıdığı her halinden belli oluyordu. Önemli bir şey görüşeceğimi söyledim. Merak edip hiçbir şey sormadan içeri kabul etti beni. Ortada sağdan sola koşuşturan,elindeki oyuncak silahla önüne gelene vuran, hareketli, sevimli bir afacan vardı. Uzun uzun seyrettim.O’da bir ara uzun uzun baktı bana. Beynimde yankılanan bir ses “yalan” diyor, kalbim duygularımı bir kıskaç içine almış, döndükçe öğütüyordu. Boynundaki siyah ben dikkatimi çekti bir anda. Kartal’ın boynunda da böyle siyah bir beni vardı. Aynı yerde. Çenesinin hemen altında, boynunda. Daha fazla ayakta duramadım. Kadın kolumdan tutup, bir koltuğa oturttu beni. Sonra konuştuk. Her şeyi öğrendiğimi söyledim O’na. Boynu bükük, gözleri yere çakılı, kıpırdamadan dinledi beni. Çok masum bir ifadesi vardı. Sonra o konuştu. “Doğru” dedi. “Sana yalan olduğunu söylesem, işler daha da sarpa saracak” dedi. “Kocam bilmiyor bebekleri değiştirdiğimizi” dedi. “Bu işi ablamla annem planladılar. Önceden planlanmış bir şey değildi. Orada düşünmüşler ve benim bile fikrimi almadan yapmışlar bunu. Benim haberim olduğunda geri dönüşü yoktu. Mecburen kabul ettim”dedi. “Yuvamız bozulmasın diye, üstüme kuma gelmesin diye yaptılar” dedi. “Ama görüyorum ki hiçbir şey sonsuza kadar gizli kalmıyormuş” dedi. “Ya benim kızım, O nasıl, bana benziyor mu?” dedi. “Sağlıklı mı, yürüyordur, konuşuyordur belki de “dedi. “Adını ne koydunuz?”dedi. “Ben yavrumu merak etmiyor muyum sanki” dedi. “Ya siz?” dedim.”Siz ne koydunuz adını?” Beynimde şimşekler çakmıştı sanki. “KARTAL. Adını Kartal koyduk. Dedesinin adıdır. Bizim adam koydu “ dedi. “Eğer çok ısrarlıysan” dedi, her şeyi göze alır, söylerim kocama. Ne yapalım kader derim, rıza gösteririm başıma geleceklere. Ben istemedim böyle olmasını” dedi. Ve yüzüne, gözlerine çöreklenen acıyla ekledi. “Bizim beşinci çocuk da kız olmuştu.Ama özürlü doğmuştu” dedi. “Eve bile getiremedim yavrumu. Hastaneden çıktıktan sonra bıraktı bir camii avlusuna. Öldü dedik soranlara. Ne oldu, yavrucağın başına neler geldi sonra. Hiç haberim olmadı. Korkumdan arayıp soramadım bile” dedi.Ve hıçkırıklarla ağlamaya başladı. “Bu son şansımdı. Bu da kız olursa, ya evden atacaktı beni ya da kuma getirecekti üstüme” dedi. İki kadın dert ortağı olmuş, kafa kafaya vermiş ağlaşıyorduk karşılıklı. Söylediği bu son sözlerden sonra, yeni bir kararla yerimden kalktım. Hiç konuşmadım, konuşamadım. Oturduğumuz odaya açılan bitişik odada, beyaz parmaklıklı bir beşikte uyuyordu çocuk. Kartal. Benim oğlum. Gidip uyurken seyrettim O’nu, ilk ve son kez. Gözleri yarı açık, yarı kapalı uyuyordu. Şaka yapar gibi. Babası da böyle uyurdu. Eğildim. Gür ve siyah saçlarından koklayarak öptüm.


Tam ben kapıdan çıkarken kocası olduğunu zannettiğim uzun boylu, esmer adam “Güneş hanım! Güneş hanım! Oğlum nerelerde. Sabah çıkarken istediği oyuncağı getirdim aslan oğluma” diye bağırarak girdi eve.
Kadının adı GÜNEŞ imiş. Oğlumun adı KARTAL. Allah’ım bu bir oyun mu? Oyunsa eğer, öğret bize kurallarını. Bizi şaşırtma. Her şeyin bir nedeni varmış meğer. Her şeyin bir bedeli. Bize merhamet et Allah’ım. Biz biliyoruz ki sen merhamet edenlerin en merhametlisisin.


Güneş bir ay içinde yürümeyi tamamen öğrendi. Çok geçmeden konuşmayı. Önce “anne” dedi. Önce sevilmeyi, sonra sevmeyi öğrendi. Şimdi on yaşında. Okula gidiyor, spor yapıyor, arada bir ablasıyla kavga ediyorlar. Uzaktan seyredip gülümsüyorum ben de arada bir. Geçenlerde defterinin arasında küçük bir not buldum. En büyük isteği bir gün annesinin tuttuğu günlüğü okumakmış.


Adım Melike. 33 yaşında, mutlu bir down-sendromlu annesiyim.

TANRI

Bir üniversite profesörü öğrencilerine şu soruyu sorar;

-'Var olan her şeyi Tanrı mı yarattı?'

Cesur bir öğrenci ayağa kalkar ve yanıtlar.

-'Evet her şeyi Tanrı yarattı!'

Profesör sorusunu yineler ve öğrenci yine 'evet efendim ' diye yanıtlar. Profesör devam eder;

-'Eğer her şeyi yaratan Tanrı ise ve şeytan var olduğuna göre şeytanı da Tanrı yaratmış olur ve çalışmalarımızda uyguladığımız 'Kesinlestirme' prensibine göre de Tanrı şeytandır. Öğrenci böyle bir önerme karşısında şaşırır ve yerine oturur. Profesör ise öğrencilerine bir kez daha Tanrı'nın içindeki kaderin bir efsane olduğunu kanıtlamaktan ötürü oldukça mutludur. Bu arada bir öğrenci ayağa kalkar ve;

-Bir soru sorabilir miyim profesör? der. Profesör de sorabileceğini söyler.

Öğrenci ayağa kalkar ve 'Soğuk var mıdır? diye sorar. Profesör;


-'Nasıl bir soru bu böyle, tabi ki vardır ' diye yanıtlar. 'Sen hiç soğuktan üşümedin mi?'

Öğrenci ; 'Aslında, fizik yasalarına göre soğuk yoktur. Yaşamda/realitede biz soğuğu sıcaklığın yokluğu olarak düşünürüz. Herkes veya nesneler o enerji oradaysa veya bir şekilde enerji iletiyorsa onu deneyimler. Örneğin, Absolute 0 (-460 derece F) sıcaklığın kesin yokluğudur (hiç olmadığı seviyedir). Tüm maddelerin bu seviyede reaksiyon verme özellikleri bozulur ve değişir. Soğuk yoktur, o yalnızca sıcaklığın yokluğunda duyumsadıklarımızı tarif etmek için yarattığımız bir kelimedir' der ve devam eder,

- Profesör, karanlık var mıdır?

Profesör ; -'Tabi ki vardır'. Öğrenci yanıtlar,

-'Korkarım gene yanılıyorsunuz efendim. Çünkü, karanlık da yoktur. Yaşamda/realitede karanlık ışığın yokluğudur. Biz ışık üzerinde çalışabiliriz ama karanlığı çalışamayız. Gerçekte, biz Newton'un prizmasını kullanarak beyaz ışığı kırar ve renklerin çeşitli dalga uzunlukları üzerinde çalışabiliriz. Ama karanlığı ölçemeyiz. Bir basit ışık ışını karanlık bir mekanı aydınlatarak karanlığı kırmış olur, yani karanlığı geçersiz kılar. Siz belli bir mekanın/uzayın ne kadar karanlık olduğundan nasıl emin olursunuz? Işığın miktarını ölçersiniz! Bu doğrudur değil mi? Karanlık insanlık tarafından ,ışığın olmadığı yer/mekan için kullanılan bir kelimedir. Son olarak öğrenci profesöre gene sorar;

-'Efendim şeytan var mıdır? Bu kez profesör pek emin olamamakla birlikte yanıtlar;

-'Tabi ki, açıkladığım gibi, biz onu her gün , her yerde görürüz. Şeytan/kötülük bir kişinin başka bir kişiye her gün sergilediği insaniyetsizliğin bir örneğidir. O, dünyadaki işlenmiş tüm suçlarda, şiddette yer alır. Bunların tümü şeytanın kendisinden başka bir şey de değildir.' der.

Öğrenci devam eder; -'Şeytan yoktur efendim. Yani o kendi başına yoktur. Şeytan basit olarak Tanrı’nın yokluğudur. O aynen karanlık ve soğukta olduğu gibi insanın Tanrı’nın yokluğunu tarif etmek üzere yarattığı bir kelimeden ibarettir.Tanrı şeytanı yaratmadı. Şeytan/kötülük insanın Tanrısal sevgiyi yüreğinde duyumsamadığı zaman deneyimlediklerinin bir sonucudur. O aynen sıcaklığın olmadığı yere gelen soğuk ya da ışığın olmadığı yere gelen karanlık gibidir. Profesör yerine oturur.

Genç öğrencinin adı ALBERT EINSTEIN'dır.

KALP

Genç kız feci bir hastalığın pençesinde kıvranıyordu. Yaralı kalbi artık bu dünyaya daha fazla dayanamamaya başlamıştı. Çok zengin olan ailesi tüm gazetelere, kalp nakli için ilân vermişlerdi... Canını feda edecek birini arıyorlardı... Genç kız ise her gün hastane odasında biraz daha solmaktaydı.

Yine yalnızdı odasında, gözü yaşlı, boynu bükük ölümü bekliyordu... Gözlerini kapadı, bu küçük odada gözyaşı dökmekten bıkmıştı... Yine de engel olamadı pınar gibi çağlayan gözyaşlarına. Sevdiği geldi aklına, fakir ama onu seven sevgilisi... Her gün aynı şeyleri düşünüyor, anıları bir film şeridi gibi gözünün önünden geçiyordu...

"Param yok ama sana verebileceğim sevgi dolu bir kalbim var" demişti delikanlı... Genç kız da zaten başka bir şey istemiyordu...Sevgiye muhtaç biri, sevdiğinin sevgisinden başka ne isteyebilirdi ki... Ama olmamıştı işte, dünyalar kadar olan sevgilerinin arasına, o lanet olasıca para girmeyi bilmiş, onları ayırmıştı... İşte paranın geçmediği zamanlara gelmişlerdi... Ne önemi vardı artık? Şu son günlerinde, sevdiği yanında olsa yeterdi...

Ayrılıklarından bu yana beş bitmeyen, çile dolu yıl geçmişti...Her günü zehir, her günü hüsran... Ama genç kız hep sevgisini yüreğinde taşımış, kalbini kimseyle paylaşmamıştı. Sevdiğini düşündü işte o an.. Acaba o neler yapmıştı bu kadar sene boyunca.. Kim bilir kiminle evlenmiş, çoluk çocuğa karışmıştı...

Gözlerinden bir damla yaş daha damladı kurumuş, bitmiş ellerine. Ellerine baktı, bir zamanlar ellerinin, ellerini tuttuğunu hayal edip, her gün saatlerce ellerini seyrederdi... En çok da saçlarının dökülmesine üzülüyordu. Çünkü sevdiği öpmüş, koklamıştı onları. Her bir tanesi koptuğunda, kalbine bir ok daha saplanıyordu.

Kalbi yine sızlamaya başlamıştı. Belki sevdiği yanında olsa, kalbi bu kadar yorulup, veda etmezdi yaşama... Zaten artık ölüm umrunda değildi genç kızın. Sevdiğinden ayrı yaşamanın ölümden ne farkı vardı ki...

Tekrar o geldi aklına... Keşke keşke yanımda olsa dedi. Son bir kez elini tutsa yeterdi. Gözlerini son bir kez öpse, rahatça ebediyen gözlerini kapatabilirdi artık... Gözleri pınar gibi çağlamaya başladı. Sevdiğini son bir kez göremeden ölmek istemiyordu.. Ufak da olsa ondan bir hatırasını almadan bu dünyadan göçmek istemiyordu... Sevdiği, kim bilir kiminle beraberdi? Kendi, sevgi dolu kalbini kimseyle paylaşmayı düşünmemişti bile ama acaba o paylaşmış mıydı? Onun sevgisini silmiş atmış mıydı acaba kalbinden? İçi birden nefretle doldu. Üstüne büyük bir ağırlık çöktü. Onu düşündükçe her dakikasının zehir olması artık çok daha ağır geliyordu genç kıza... Ölmek istedi, artık yaşamak istemiyordu bu dünyada... Ama sevdiğinden bir hatıra almadan ölmeyeceğine and içmişti.

Tekrar gözlerini açtı. Kim bilir belki de sevdiği onu unutmuştu.. Bu düşünceler içinde daldı... Birden babası girdi odaya, kızına kalp nakli için bir gönüllü bulduklarını müjdeleyecekti. Fakat genç kız çoktan uykuya dalmıştı... Bir meleği andıran masum yüzü, sevdiğinin özleminden sırılsıklamdı...

O gece biri gözlerini dünyaya kapadı, genç kız ameliyata alındı. Tekleyen ve görevini yerine getirmeyen kalbi değiştirilmişti. Bir hafta sonra tekrar gözlerini açtı dünyaya genç kız. Ama dünya daha farklı geldi ona. Sanki bir şeyler eksikti...

Aradan aylar geçmiş genç kız artık iyice iyileşmişti. Ama içindeki burukluğu bir türlü atamıyordu. Sevdiği aklına gelince kalbi eskisinden daha çok sızlıyordu... Bir kere, bir kere görebilsem diye mırıldandı... Kalbi yine sızlamaya başlamıştı. Yeni kalbi onu iyileştirmişti ama nedense her gece aniden hızlanıyor, onu uykusundan uyandırıyor ve sanki yerinden çıkacakmış gibi atmaya başlıyordu...

Genç kız bir anlam veremediği bu durumu doktora anlatmıştı ama ameliyatı kolay değildi, bir aya kalmadan geçer demişti doktor. Aylar geçmişti ama hâlâ aynıydı durum. Çiçeklerinin yanına gitti. Her gün onlarla saatlerce dertleşiyor, zaman zaman ağlıyordu onlara.. En çok kan kırmızısı gülünü seviyordu. Çünkü kırmızı gülün onun için yeri apayrı idi. O da genç kızla beraber gülüyor, onunla beraber ağlıyordu. Onu sevdiği gibi görüyordu genç kız. Ve gülünü sevdiğini ilk gördüğünde ona hediye edeceğine dair yemin etmişti. Başka türlü paylaşamazdı gülünü kimseyle...

Kapı çaldı aniden. Kapıyı açtı ama kimse yoktu. Gözü yerdeki beyaz zarfa ilişti. Yavaşça eğilip zarfı yerden aldı. Birden kalbi deli gibi atmaya başladı. Ne olduğunu anlayamıyordu. Zarfın üzerinde ne bir isim, ne bir adres vardı. Zarfı açtı, içinden beyaz bir kağıda yazılmış bir mektup çıktı. Kalbi daha hızlı atmaya başladı. Onun kokusu vardı kağıtta. Evet, onun kokusu vardı. Yıllar yılı özlemini çektiği, yanında olabilmek için canını bile verebileceği sevdiğinin kokusu vardı mektupta... Başı dönmeye başladı. Koltuğuna geçip oturdu yavaşça... Kağıdı açtı ve elleri titreyerek okumaya başladı.

"Sevgilim, senden ayrıldıktan sonra, bir kalbe iki sevginin sığmayacağını bildiğimden dolayı, ne bir kimseyi sevebildim, ne de kimseye bakabildim... Her günüm diğerinden daha zor geçti, çünkü her gün özlemin daha da artıyordu...

Sana kitapları dolduracak kadar şiirler yazdım. Her biri diğerinden daha da hüzünlüydü. Yazdım, okudum, ağladım... Her gün yazdım, her gün okudum, senelerce ağladım... Her gece seni düşündüm sabahlara kadar, her gece senin yanında olmayı istedim. Ve her gece sensizliğe lanet ettim, uykuları haram ettim kendime, sensiz olmanın acısını gözlerimden çıkardım... Ve bir gün her şeyi değiştirecek bir fırsat çıktı önüme. Bunu fırsatı değerlendirmeyip, kendime haksızlık edemezdim. Ve değerlendirdim... Senden çok uzaklara gittim, belki seni unuturum diye... Ama tam tersi oldu. Seni daha çok özlüyorum artık...

Senden çok uzaklardayım belki ama yine de seni görmek için uzaklardan gelebiliyorum. Hem de her gece...Seni seviyor, seyrediyor ve eğilip sen uyurken yanağına bir öpücük konduruyorum.. Bazen gözlerini açıp bakıyorsun, geldiğimi bildiğini sanıyorum ama yine o tatlı uykuna geri dönüyorsun. Yarın birbirimizi sevmemizin altıncı senesi... Hep ben geldim şimdiye kadar senin yanına, yarın da sen gel olur mu sevgilim.. Ha, unutmadan, sana hep sözünü ettiğim, kalbime iyi bak olur mu? Çünkü göz yaşlarımla, adını yazdım ona... Seni senden bile çok seven bir sevgi var kalbinin içinde unutma. Kırmızı gülü de unutma olur mu?

Seni Seviyorum, Yanıma Gelinceye Kadar da Seveceğim...

YATMA ZAMANI

GEREKLİ OLANLAR: Oyuncak hayvan Oyuncağı içine alacak büyüklükte karton kutu Eski havlu, eski kumaş parçaları, pamuk Çocuğunuz uy...